Mevsimsiz bir nar . . .

MEHMET EMİN AY
Abone Ol

Merhum babam ile olan baba-evlat ilişkisinin ilk demlerine dair hatıralarımı yokladığım zaman herhâlde beş altı yaşlarında olduğum yıllara gitmeliyim.

Onun, abdest aldıktan sonra ıslak elleriyle başımı okşayıp saçlarımı sıvazlaması ve bu esnada salavatlar okuması, uzun yıllar hafızamda tazeliğini muhafaza etmişti.

Çok sevdiği Peygamberimizin adıyla isimlendirdiği benim için o, şefkatli bir baba olmasının yanında bir muallim ve bir mürşid idi aynı zamanda…

Muallim dedim… Zira kendisi çok müstesna bir Kur’an karii ve aynı zamanda Van ilinin tek Kur’an kursunun resmî öğreticisiydi. Dolayısıyla Elif-Ba’yı da ondan öğrendim, tecvid ve talimi de… Merhum babamın kendine has -ki bu bazen hicaz olurdu bazen de hüseyni- makamı ile aşk ve vecd içinde okuduğu aşırlar, onu Van ve çevresinde “Aziz Hoca” olarak meşhur kıldığı gibi, yetiştirdiği her bir talebede de kıraatinin güzelliği bir eser olarak kendisini mutlaka hissettirir ve “Aziz Hoca’nın talebesi!” dedirtirdi.

Söylebakalımsenceâlim kim?
Nihayet

Çocukluk yıllarımdan itibaren onun Kur’an-ı Kerim’e olan aşırı muhabbetine şahit oldum. Bazı geceler uykumun arasında onu, rahlesinin başında -aydınlatma maksadıyla kullandığı- kısık bir şekilde yanan gaz lambası ışığında, hafif sesle Kur’an okurken görürdüm. Ramazan gecelerindeyse evimizin içine dolan Kur’an sesleriyle uyanırdım sahura… Bazen Şam bazen Kahire radyolarından babamın dinleyip ev halkına da dinlettiği Mustafa İsmail, Abdussamed, Minşavi gibi karilerin muhteşem okuyuşlarını küçük yaştan itibaren duymuş olmamın, meslek hayatım ve Kur’an kıraati hususunda bana çok şey kazandırdığını söyleyebilirim.

Çünkü, “Bitkiler topraktan, insanlar ise kulaktan beslenir” sözünün işaret ettiği üzere, insanın duydukları onun kişiliğini de inşa etmekteydi...

Okumayı çok sevdiği Kur’an-ı Kerim’i, dinlemeyi de çok severdi rahmetli babam… Bir gün söylediği bir sözü hiç unutmadım: “Dünya ve ahiret saadeti istiyorsan oku Kur’an, dinle Kur’an…”

Nitekim hayatının neredeyse altmış yılını Kur’an öğrenmek ve öğretmekle geçiren ve altmış yedi yaşında Rahmet-i Rahman’a kavuşan merhum babam, geride yüzlerce talebe bırakmış ve nice güzel Kur’an okuyan hafızların da yetişmesine vesile olmuş bir bahtiyar mümindir kanaatindeyim.

Onun muallim tarafından bahsederken eklemem icap eden iki husus daha var. Bunlardan ilki şuydu…

  • İlkokul öğrenciliği yıllarımda karne alma günü evden çıkarken bana şunları söylerdi: “Notların ne olursa olsun, sen benim için değerlisin. Eğer düşük notun olursa sakın üzülmeyesin tamam mı?” Bir ilkokul çocuğunun böylesi bir güven psikolojisi içinde karne almaya gitmesinin ne kadar ayrıcalıklı olduğunu o zaman bizzat yaşamıştım. Ne kadar önemli bir davranış olduğunu da sonradan takdir etmiştim. Çünkü rahmetli babam, kelimenin tam anlamıyla “pedagojik” davranmış ve her karne mevsiminde beni bu sözlerle hep rahatlatmıştı.

Muallimliği hususunda bana kalan güzelliklerden diğeri ise şuydu…

İmam-Hatip Lisesi yıllarında, akşamları bana “Bugün hangi dersleri işlediniz? Ben sizin müfredatınıza çok ilgi duyuyorum. Mesela Arapça dersiniz beni çok cezbediyor. Bana da anlatır mısın bugün işlediklerinizi?” diyerek çok ustaca bana derslerimi anlattırır, âdeta ben farkında olmadan bir belletmen gibi o günkü derslerimi bana bir kez daha tekrar ettirmiş olurdu. Doğrusu bunun faydasını sınavlarda çokça görüyordum; ama babamın şefkat ve ilgiyle uyguladığı bu metodun bugün bizler tarafından “modern hayat” dediğimiz şu ortamda birçok ailede ihmal edildiğini söyleyebilirim. Özellikle günümüzde babaların, çocuklarıyla “kaliteli bir beraberlik” kurma hususunda psikolog ve pedagogların uyarılarına hiç de kulak asmadıklarını üzülerek müşahede ediyorum.

Rahmetli babamın, önceki satırlarda benim için aynı zamanda bir mürşid olduğunu ifade etmiştim. Evet, gerçekten insan-ı kâmil biri olduğu gibi “şefkatli bir mürşid” diyebileceğim babamdan ilim ve irfan adına da çok şeyler öğrendim.

Rahmetli babamın, önceki satırlarda benim için aynı zamanda bir mürşid olduğunu ifade etmiştim. Evet, gerçekten insan-ı kâmil biri olduğu gibi “şefkatli bir mürşid” diyebileceğim babamdan ilim ve irfan adına da çok şeyler öğrendim. Aslında, dışarıdan bitirmek suretiyle aldığı ilkokul diplomasından başka bir tahsil belgesine sahip değildi. Ama Van’ın o zamanki ilim irfan ve kültür havzası, onu da yetiştirmiş ve donatmıştı. Arkadaşları ve dostları her zaman ilim, irfan, takva ve salih amel sahibi güzel insanlardı. Arvasilerden Müftü Mehmed Kasım Efendi, Vaiz Abdulgafur Efendi, yakın arkadaşı Molla Hamid, kuzeni Molla Mehmed ile bir ilmî ve irfani hususu müzakere ettiklerine çokça şahit olmuşumdur.

Yine burada, Allah’ın sevgili kullarına olan muhabbeti de babamdan öğrendiğimi ifade etmeliyim. Kendisini ziyarete giderken beni de yanında götürdüğü, gözleri görmeyen bir Hâlid Baba vardı. Babam zaman zaman onu ziyarete gider, ihtiyaçlarını temin eder ve duasını alırdı. Bir defasında yine beraber gitmiştik. Mevsim yaz olmasına rağmen Hâlid Baba, üzerinde oturduğu minderin altından kırmızı bir nar çıkarıp bana verdi. Sevdiğim bir meyvenin yaz mevsiminde karşıma çıkmasından memnun olmuştum ama hayretler içindeydim. Sustum ve bir şey söylemedim. Ama yanından ayrıldıktan sonra babama, “Bu mevsimde narı nerden bulmuş ola ki?” diye sordum. Babam, “Oğlum, onlar veli kullardır. Ve Allah’ın veli kullarının kerametleri olur zaman zaman… Şimdi de sana denk geldi, ne güzel…” diye cevapladı sorumu… O günden sonra, bir bahçenin içinde yalnız başına küçük bir kulübede yaşayan Hâlid Baba’yı her ziyaretinde babama eşlik etmeyi istemiş ve onu daha dikkatle gözlemlemeye çalışmıştım.

Hayatlarının yaşlılık dönemlerinde, altmış yaşın üstündeki iki insan, annem ve babam; evi barkı, kurulu düzenini, memleketini, tüm akrabalarını ve sevdiklerini geride bırakıp yüksek tahsilim için Van’dan Erzurum’a hicret etmişlerdi. Doğrusu bu her anne babanın yapabileceği bir fedakârlık değildi…

Benim için irşat kabilinden olan bir hatırayı da burada zikretmeliyim. Sanırım yedi sekiz yaşlarındaydım. Babamın görev yaptığı Van Merkez Kur’an Kursu’nun idareci odasındaki masanın üzerinde bir mürekkep şişesi dikkatimi çekmişti. Yanımda taşıdığım dolma kalemin biten mürekkebini o şişeden doldurmak için izin istedim. “Uygun olmaz evladım!” dedi. İki parmağımla kalemin mürekkep haznesini kastederek, “Ama şu kadarcık bir şey istiyorum” diye üsteleyince bana, “Oğlum! Bu mürekkep makam masama ait, devletin malıdır. Sabırlı ol. Eve giderken sana bir şişe mürekkep alalım, ondan kullanırsın” deyip, bana “Devlet malıdır!” uyarısıyla küçük bir miktarına bile izin vermemişti.

Sonraki yıllarda İmam-Hatip Lisesi öğrencisiyken, Halife Hz. Ömer’in, ziyaretine gelen misafirini karşılarken Beytü’l-Mâl’e ait mumu söndürüp şahsına ait olanı yaktığında söylediği sözleri okuduğumda babama olan hayranlık ve hürmetim bir kez daha artmıştı. Doğrusu, onun “haram mal” konusunda küçük yaştan beri telkinlerine zaten muhatap idim. Komşularımızın bahçelerinden meyve koparmamam hususunda çok hassasiyet gösterir ve bu konuda bizim de aynı özeni göstermemizi isterdi. Onun, devletin ve başkalarının malına karşı gösterdiği hassasiyet, babamdan bana kalan en değerli eserdir, diyebilirim.

Son olarak, babamla birlikte annemi de yâd ederek sözlerimi tamamlamış olayım.

Hayatlarının yaşlılık dönemlerinde, altmış yaşın üstündeki iki insan, annem ve babam; evi barkı, kurulu düzenini, memleketini, tüm akrabalarını ve sevdiklerini geride bırakıp yüksek tahsilim için Van’dan Erzurum’a hicret etmişlerdi. Doğrusu bu her anne babanın yapabileceği bir fedakârlık değildi…

Ama hem onlar hem de ben bu hicretin mükâfatını daha bu dünya hayatında fazlasıyla görmüştük. Merhum babam sayesinde iki yılda hafızlığımı tamamlamış; annem sayesinde de ev işlerinden azade kalan ben, derslerimdeki üstün başarı ile okulumu dereceyle bitirmeye muvaffak olmuştum. Hayatımdaki her bir başarının ardında bu iki güzel insanın; fedakâr ve cefakâr ebeveynimin katkısı ve duası vardır, buna eminim…

Rabbim onlara rahmet eylesin…