Mevlânâ, dostluk ve Fîhi Mâ Fîh
Dost olmak, ahlaki bir değerdir. Bilhassa ahlâk-ı adudiyye ve şerhlerinde dost kavramı, üzerinde uzun izahların ve çözümlemelerin olduğu bir kavramdır. Bu metinlerde dostluk, adalet konusu içinde ele alınmaktadır.
Fîhi Mâ Fîh, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin dost meclislerinde yaptığı sohbetlerden derlenen bir kitaptır. Bu sohbetlerin bir kısmı kendisine sorulan sorulara verilen cevaplardır. Ama ekseriyetle, meclisin ihtiyacına binaen yapılan sohbetlerden oluşur. Tasavvuf edebiyatının bir türü olan sohbet-nâme tarzındaki diğer eserler gibi ya bir ayet veya hadisin izahı yahut güncel bir konunun tahlilinden ibarettir. Bu yapılırken ayet ve hadis iktibaslarının yanında menkıbeler, getirilen meseller ve kıssalarla konu izah edilmektedir. 1
Eser, bazı yazma koleksiyonlarında, Esrâr-ı Celîl, Esrârü’l-Celâliyye, Kitâbü’n-Nesâʾih li-Celâliddîn ve Risâle-i Sultân Veled gibi isimlerle kaydedilmiş olsa da Fîhi Mâ Fîh adıyla tanınmıştır. Eseri bu isimle, başta A. Avni Konuk olmak üzere, Meliha Ülker Anbarcıoğlu ve Abdülbaki Gölpınarlı ve nihayet Cemal Aydın dilimize çevirmişlerdir. Cemal Aydın, çeviride Eva de Vitary-Meyerovitch (Havva Hanım)’ın Le Livre du Dedans adıyla Fransızca’ya yapılan çevirisini esas almakla birlikte, Farsça neşri ile Dr. Îsâ Ali el-Âkub’un Arapça’ya ve A. J. Arberry’nin İngilizce’ye yaptığı tercümelerden yararlandığını ve daha evvel yapılan Türkçe tercümelerle karşılaştırdığını ifade etmektedir. Bu bakımdan yapılan son tercüme, konuya ilgi duyanlar için önemli bir kaynak olma hüviyetini haizdir. Keza burada fasıl şeklinde başlıklar verilmek yerine, rakamla başlıklar tespit edilmiş, günümüz okuyucusunun kolayca anlayacağı bir dil kullanılmaya gayret edilmiştir.
Eserde, vahdet-kesret, zuhûr, tecellî, mutlak varlık, kâinat, felekler, dünya, âhiret, ahlâk, nebî, velî, insân-ı kâmil, seyrüsülûk, yakîn, ilâhî aşk gibi tasavvufî konulara dair Mevlânâ’nın orijinal fikirlerini okumak mümkündür (Demirci: 1996, 58). Bu kavramlar yahut menkıbeler veya kıssalar anlatılırken “dost” ve “dostluk” kavramlarına da işaret ettiği görülmektedir.
Burada “dost” kavramının etimolojik tahlilini yapacak değiliz. Lakin dost kavramının, öncelikle ahlak metinlerinin temel kavramlarından biri olduğunu söylemek gerekir. Dost olmak, ahlaki bir değerdir. Bilhassa Ahlâk-ı Adudiyye ve şerhlerinde dost kavramı, üzerinde uzun izahların ve çözümlemelerin olduğu bir kavramdır. Bu metinlerde dostluk, adalet konusu içinde ele alınmaktadır. Zira adalet, “bütün erdemleri toplayan erdem” olarak tanımlanır (el-Kazarûnî: 2014, 66). Mamafih İbn Sinâ, adaletin hikmet, cesaret ve iffetin toplamı olduğuna işaret eder (Toktaş: 2016, 46). Bu tanımlamaya göre, insanın müdrikesinde bu üç temel erdemin bir ahenk içinde bulunmasıyla adalet tamamlanacaktır. Diğer bir ifadeyle hikmetin, cesaretin ve iffetin olmadığı yerde adalet olmaz. Keza bu türden temel insani erdemlerin olmadığı yerde dostluk da olmaz.
Adalet, düşünen nefsin muvazeneli olmasıyla sağlanır. Nefse etki eden en önemli iki güç, öfke ve arzulardır. Öfke ve arzularını kontrol edebilen kişi iç âleminde adaleti tesis edecek, adaleti tesis eden de dostluğu sağlam bir zeminde tutacaktır.
Zira dostluk, bir yönüyle sadakattir. Sadakatte, kötü niyetin (sû-i niyet) karışmadığı hakiki bir sevgi vardır. Öyle ki sadık kişi, nefsi için arzuladıklarını arkadaşı için de arzu eder.
Keza nefsi için gerçekleşmesini istemediklerini, arkadaşı için de istemez. İşte gerçek dost da bu vasfa haizdir. Bu dostluğu hükema, saf dostluk yahut sadık dostluk ve hakiki dostluk gibi kavramlarla tavsif eder (İstanbuli: 2014, 84). Mevlânâ saf dostluğun eseri olarak Divân-ı Kebîr’i nazmetmiştir. Onun bu cephesiyle dostluğu dillere destandır (Çetinkaya: 2021). Hikmet, cesaret ve iffet kavramları etrafında muvazeneli bir adalet bilincine sahip olan Mevlânâ’nın dostları, hocası Seyyid Burhaneddin Muhakkik Tirmîzî’den başlayarak, Selahattin Zerkûbî, Hüsâmeddin Çelebi, İbnü’l-Arabî, Sadreddîn-i Konevî ve Emir Pervâne gibi devrini aşan isimlerdir. 2 Onun bu kitabı, esasen bir sohbet kitabı olması hasebiyle, dost meclisinde söylenen sözler ve tutulan notlardan ibarettir.
Dost, bahse konu eserlerde, hakiki dostluk ve sahte (yapmacık) dostluk olarak iki grup içinde ele alınarak değerlendirilir. Hakiki dost, yukarıda da işaret edilen saf dostluktur ki salt hayır için ve sırf hakikat için kurulan dostluğa işaret eder.
Dostlukları hakiki olanlar, senlik ve benlik kavgasını aşmış kişilerdir. Bu dostlukta muhabbet esastır; orada külfet de bulunmaz.
Mamafih bu dost birdir, biriciktir. Bir anlamda hakiki dostluk, sufî lisanında, Hak ile kurulan dostluktur. Hak ile kurulan dostluk, tevhidi bihakkın idrak anlamına gelir. Bu ise, mücahede ve mücadele gerektiren bir bilgilenme hâlidir. Bu mücahedenin temelinde “aramak” vardır; lakin her arayanın da mutlaka bulacağı bir bilgilenme süreci değildir. Takdire sığınmak gerekir. O, kendine dost olanı bulur seçer. Bu meyanda ellinci fasılda,
“Her şeyi aramadıkça bulmazsın; ancak bu dostu bulmadıkça aramazsın”
beyti izah edilir. Allah, el-Vâcid’dir; O, istediğini istediği vakit bulan ve kimseye muhtaç olmayandır. Yine O, el-Mâciddir; ulular ulusu, cömertler cömerdidir. O, bulan ve her şeyi bulmuş olandır. Bununla birlikte yine de “arayan”dır. Dolayısıyla insanın da araması, dostu bulmak için cehd etmesi gerekir; ancak bu arayış, geçici bir arayış olmak yerine Hak talebine matuf olursa bir netice hâsıl olacaktır.
Bu arayışa örnek olma cihetiyle, Belh hükümdarı iken “arayış” yoluna düşen İbrahim Ethem’i hatırlamak mümkündür. Nitekim kırkıncı fasılda avlanmak için askerleriyle yola çıkan ve bir âhûnun peşine düşen İbrahim Ethem’in kıssası konu edilmektedir. Hükümdar, askerlerinden ayrılarak ahunun peşine düşer; uzun bir takipten sonra ahu dile gelerek, “seni bunun için yaratmadılar” diyerek haykırır. Av, avcıyı irşad ederek; “Beni avlamak için yaratılmadın… Beni avlasan da eline ne geçecek?” yollu telkinleriyle asıl çıkması gereken “arayışı” ona telkin eder. Böylece o, avcıyken av olur. Dost, kendi yoluna seçer, alır.
Bu meyanda çokça örnek zikredilebilir. Zira sohbetlerin temelinde bu hakiki dostu, fiil ve sıfatlarıyla tanıyarak marifete erme ideali bulunmaktadır. Ancak hakiki dostluğun, evvelemirde insani tarafının olduğuna da işaret etmek gerekir. Bu meyanda numûne-i timsâl, “yâr-ı gâr” kavramına hayat veren hicret yolundaki, Hz. Peygamber’in Hz. Ebû Bekir’le olan arkadaşlığıdır (Uzun: 2013, 324). Mesele bu dostluğa kavuşmaktır. Hakkın dostlarıyla dost olmak, salihlerle, muhsinlerle yol almak zaman içinde Hak ile dost olmaya da vesile olacaktır. Daima dost olmayı ve dost kalmayı telkin eden Mevlânâ, sohbetlerinde bu konuya çokça temas eder. Bir yerde, “azîz bir dervîş” olarak tavsif ettiği Şeyh İbrahim’den söz ederken, “onu gördüğüm vakit dostlar hâtıra gelir” der. Hakiki dost, dostları hatıra getirmeye de sebep olur. Nitekim Şeyh İbrahim’i görmek, onun da dostu olan Şems-i Tebrizî’yi hatırlatmaktadır.
Şeyh İbrahim’e ve dostluğuna dair konuşmanın yapıldığı kırk beşinci fasılda, “mü’minler nefs-i vâhide gibidir” ifadesinden hareketle tahsil ve talim edilmesi gereken hakiki dostluğa atıfta bulunarak, “dervişler bir ten hükmündedir” düşüncesini dile getirir. Nasıl ki bir bedende uzuvlardan birisi hasta yahut arızalı olur ve diğer uzuvlar da bundan etkilenirse; tıpkı bunun gibi, hakiki dostun yahut derviş canlardan birinin mustarip olduğu dert, diğerlerini de etkileyecektir. Ona göre, “dostluğun şartı, kendisini dosta feda etmek ve dost için kendisini kavgaya atmaktır.” Burada o, hakîkî dostluğu, can dostluğu; geçici dostluğu ise ten dostluğu olarak tasnif ve tarif eder (Konuk: 1994, 161).
Hakiki dostluk yahut onun ifadesiyle can dostluğunda teklif aranmaz; o, daima dosta ayna olur. Dolayısıyla “dost acı söyler” fehvasınca Emir Pervâne’ye meclisine gelmemesini, devlet işleriyle meşgul olmasını telkin eder ve geldikçe de onu bekletir (Konuk: 1994, 36). Bahse konu hadise on birinci fasılda tafsilatlı bir şekilde izah edilirken, Emir’in huzur içerisinde beklediğini ve bundan bir ders çıkardığını da zikreder. Hakiki dostun acı şerbeti, içmesini bilen için baldır. Bilindiği gibi Emir Pervâne, Fahreddîn-i Irâkî’nin mürididir. Ancak farklı mana pınarlarından su içmek, dost olmaya ve dost kalmaya mâni değildir. Nitekim bu dostluk sebebiyledir ki Alâeddin Keykubât ve Sultan Sid Rükneddin’e hizmet eden bu Emir’e, daima hayrı tavsiye eder. Dost, hayrı ve sabrı tavsiye edendir. Keza daha ilk fasılda, Emir’in İslam’a ve Müslümanlara hizmet ederken aklına güvenerek Moğollarla ittifak etmesini tenkit eder. 3 Fakat o, olumsuzlukları dile getirerek sözü orada bırakmaz; muhatabına bir çıkış kapısı da gösterir. Nitekim Emir Pervâne’ye sadakalar vererek Hakk’a iltica etmesini telkin ve tembih eder. Dostluk budur; dosta ayna olmak… Tenkit kolaydır, tamir zordur. O, tamir etmeyi bilen bir dosttur.
Mevlânâ’nın, “ten dostu” şeklinde nitelendirdiği, yapmacık, geçici dostluk, sahte dostluk gibi ifadelerle tavsif edilen dostluğa dair, genel ahlak metinlerinde zikredilen ilkeleri benimsediği görülür.
Zira ten dostu olduğu bilinen kişiyi, içinde taşıdığı öfke ve kini dışa vurmaması için maslahat gereği idare etmek kemâlin işaretidir. Bu türden kişilere sözde, davranışta iyi muamele etmek, imkân ölçüsünde yardımcı olmak ve “yüze gülmek, ilmin yarısıdır” fehvasınca hareket etmek tavsiye edilir. Keza “hediyeleşin ki, birbirinizi sevesiniz” emri gereği, muhatabın nazarını muhabbete dönüştürmek arzulanır. Bu çerçevede Mevlânâ, bir sohbette kendisine Kadı İzzeddin’in selamı iletildiğinde şu beyti okumuştur:
Bizi her kim ki hayır ile ede yâd Hayr ile yâd olunsun olsun şâd
Bu beytin akabinde, “eğer bir kimse birisi hakkında hayır söyler ise, o hayır ve iyilik kendisine ait olur; ve hakikatte o senâyı ve hamdi kendisine söyler” (Konuk: 1994, 182) demiştir. Bu telkin, dostluğu korumaya matuf derin bir mana taşımaktadır.
Korunmayan her şeyin durumu kötüye gider. Korunmayan dostluk da düşmanlık sebebi olur.
Bu meyanda dostluğa halel getiren şey, gıyapta yapılan konuşmalardır. Bu konuşmalar dedikodu yahut gıybet gibi kavramlarla izah edilmiş ve terk edilmesi gereken kötü ahlak unsurları olarak kayda alınmıştır. Mevlânâ, bahse konu sohbetinde, “insanlar hakkında hayır söylemeyi i’tiyâd edince, birinin zikr-i hayriyle meşgul olduk da o kimse onun mahbubu olur ve onu yâd edince mahbubu yâd etmiş olur” demektedir (Konuk: 1994, 182). Bu ilkeyi ortaya koyduktan sonra, “daima gül ve gülistan içinde olmak için cümleyi dost tut!” tavsiyesinde bulunmaktadır.
Fîhi Mâ Fîh dost ve dostluk kavramı etrafında okunduğunda, hemen her bölümde bu kavramların veya eş anlamlılarını kullanıldığı görülmektedir. Bu kavramların zikredilmediği yerlerde ise anlatılan konu bir şekilde dostlukla ilişkilendirilmektedir. Bu vesileyle şunu da ifade etmekte yarar vardır: Ahlak metinlerinde dostun emin, liyakatli ve ehliyetli olmasından söz edilir. Bu özellikler sadık dost için aranan vasıflardır. Bu vasıfları çeşitli vesilelerle dile getiren Mevlânâ’ya göre dost, âdeta ilaçtır. Nitekim bir sohbetinde, “Dostların gönlünde rencler vardır ki, hiçbir ilaçla iyi olmaz; ancak dostun cemâliyle şifa bulur.” demektedir (Konuk: 1994, 200). Bu cümleden sonra, “el-halîlu şifâ’ü’l-‘alîl” yani “dosta kavuşmak, hastanın şifasıdır” cümlesini zikretmektedir. Öyle ki saf dostluğun tesir halkası sadece iki dostla sınırlı değil, bulundukları muhiti de tesir altına alacak yetkinliktedir. Diyor ki saf dostluğa sahip iki mü’minin arasında bir münafık otursa, “o münafık bir lahza mü’min olur.”
Dipnotlar
1. Genel olarak eserin Sultan Veled tarafından derlendiği kabul edilmekle birlikte, Hazret’e yakın başka mürid yahut müridler tarafından derlenmiş olması da muhtemeldir. Öyle sanıyoruz ki bu farklı isimlerce derlenen metinler Sultan Veled tarafından tasnif edilmiş olmalıdır. Nitekim yazma nüshalardan birinde Risâle-i Sultan Veled isminin kayıtlı olması da bu ihtimali çağrıştırmaktadır. Ancak bahse konu nüshayı tetkik edemediğimiz için, şimdilik bu mütalaamızı ihtiyatlı olarak burada dile getiriyoruz. 2. Mevlânâ’nın dostlarına ve dostluğuna dair önemli kaynaklara sahibiz. Başta Sultan Veled’in İbtidâ-nâme’si olmak üzere, Sipehsâlâr Mecdeddin Ferîdun’un Risâle-i Sipehsâlâr’ı, Ahmed Eflâkî’nin Menâkıbu’l-Ârifîn’i ve Abdulvehhâb bin Celâleddin Muhammed Hemedânî’nin Sevâkıb-ı Menâkıb’ı gibi eserler bu dostları ve dostluğu tafsilatlı bir şekilde dile getirmektedir. 3. Burada kaynakları taraflı okuyarak Mevlânâ’yı Moğol muhibbi ve hatta ajanı olarak takdim etme gayretinde olanları hatırlamak gerekir. Onlar, Mevlânâ’nın en azından bu eserdeki Moğol eleştirilerini dikkate alsalardı daha sağlıklı ve insaflı tenkitler getirebilirlerdi.