Mankurtlarve zombiler
İlk bakışta mitolojik bir hikâye izlenimi edinsek de yaradılış anından (hatta öncesini de dahil edelim) itibaren insanların ortak belleğinde kendisine yer bulan, Avusturyalı psikanalist Carl Gustav Jung’un arketip olarak adlandırdığı ve hemen her kültürde varoluşumuzla ilgili en temel meraklarımıza ilişkin algı ve kavrayışımızı kolaylaştıran ortak imgelerin durup dururken oluşmadığı -tabiri caizse uydurulmadığı- bugün pek çok düşünürün üzerinde hemfikir olduğu bir konudur.
Mankurt kavramı, Kırgız Yazar Cengiz Aytmatov’un pek çok dilde yayımlanan ve geniş okur kitlesine ulaşan kült romanı Gün Olur Asra Bedel ile dünyaya yayılmış ve günlük dilde kendisine yer edinmiştir. Aslında bu romanın bir bölümü olarak yazıldığını öğrendiğimiz ancak dönemin Sovyetler Birliği gizli servisinin gözünden kaçırmak maksadıyla daha sonra incecik bir kitap halinde yayınlanan Cengizhan’a Küsen Bulut ise ana romanın devamı niteliğindedir ve okurun aynı düzeyde ilgisiyle karşılaşmıştır.
Gün Olur Asra Bedel, sürgün olarak geldiği Boranlı İstasyonu’nda ömrünü geçiren istasyon görevlisi Yedigey’in, büyük saygı duyduğu bir diğer görevli Kazangap’ın ölüm haberini almasıyla başlar. Yedigey eski dostunun vasiyeti gereği onu yaşadıkları yere yarım gün uzaklıkta olan ve tüm atalarının gömülmüş olduğu Ana Beyit Mezarlığı’na İslâmi usullere uygun biçimde defnetmek ister. Roman,7 Yedigey ve arkadaşlarının bu amaçla yaptığı yolculuğun anlatıldığı tek bir günde geçer. Yedigey ölüm haberini aldığı andan itibaren geçmişi hatırlayarak, hiç durmadan doğudan batıya, batıdan doğuya trenlerin gelip gittiği ve bu trenlerin gerekli olmadıkça durmadıkları, resmi yetkililerin sadece denetim yapıldığında hatırladığı, aslında bir sürgün yeri olan Boranlı’dan yolu geçmiş az sayıda insan üzerinden, bütün bir ülkenin yakın dönem siyasi tarihini ve sosyal hayatını okurun gözleri önüne serer.
Romanda, ana izleğe paralel olarak ilerleyen bir de Rus-Amerikan ortak uzay araştırması söz konusudur. Okyanus açıklarında iki ülkeye eşit mesafede bulunan meridyenin üzerinde demir atmış olan gemiden fırlatılan ve Dünya yörüngesindeki uzay istasyonuna gönderilen iki kozmonot, farklı bir galaksiden gelen mesajların peşine düşerek uzayın derinliklerinde uzaktaki bir medeniyet ile irtibat kurarlar. Her şeyi göze alıp, gelen daveti kabul ederek görev yerlerini terk eden bu iki kişi, Dünya dışındaki yaşamı keşfetmek üzere aldıkları hayati kararın geri dönüşü mümkün olmayan bir yolun ilk adımı olduğundan habersizdirler.
Cengiz Han’a Küsen Bulut’un varlığından, romanın Türkiye Türkçesi çevirisinin son yaprağına geldiğimizde haberdar oluruz. Ana romanda akıbeti meçhul bırakılarak, hakkında verilmiş olan resmi bilginin güvenilirliğinden alttan alta kuşku duyduğumuz bir roman kişisi vardır: Kuttubayev. Sürgün edilmiş savaş gazisi bir öğretmen olan Abutalip Kuttubayev, çocuklarına tek bırakabileceği mirasın kendi kültürüne ait türküler ve destanlar olduğunu düşünerek onlar için bir defterde sağdan soldan soruşturup öğrendiklerini yazmaya başlar. Cengiz Han’la ilgili hikâye de bunlardan birisidir ve Sovyet yetkilileri Kuttubayev’i milliyetçilikle suçlar. Akıl almaz suçlamaları, insanlık dışı bir sorgu izler. Rus Gizli Servisi görevlisi olan ve yükselme hırsıyla yanıp tutuşan sorgucunun Aytmatov tarafından ustalıkta çizilen psikolojik portresi sayesinde komünizmin tepe taklak çöküşe doğru gidişini adım adım izleriz. Neticede geldiğimiz noktada bir kez daha görürüz ki tarih boyunca yaşamış zalimlerin hepsi aynı dili konuşmuş ve aynı akıbete uğramış; bazı insanlar diğerlerini tahakküm altına alma eğilimi sergilerken, başka bazı insanlar da adlarına mankurt denilsin ya da denilmesin, otorite karşısında farklı farklı sebeplerle kendi benliklerini yok saymaya kimi zaman zorlanmış kimi zaman da gönüllü olmuşlardır.
- Aytmatov, çocukken duyup aklının bir köşesine yerleştirdiği bu mankurt sözcüğünü seneler sonra bir Manas Destancısına sorar ve yaklaşık bin yıllık bir tarihçe ile karşılaşır. Efsaneye göre Kalmaklar ve Kırgızlar arasındaki savaşlarda savaş ganimeti olarak alınan esirlerin aradan birkaç yıl geçince kızlarını kaçırması, yurtlarına geri dönmek istemesi ya da efendilerine baş kaldırması ihtimallerini bertaraf etmek için, taraflar “mankurtlaştırma” olarak anılan işkence yöntemine başvururlar.
Buna göre şire denilen deve derisi, saçları sıfıra vurulmuş olan esirin kafasına geçirilir, sıkıca sarılıp bağlanır ve esir günlerce aç ve susuz olarak güneşin altında başındaki şire ile bekletilir. Deri sıcakta büzüşüp esirin kafasına yapışır ve tekrar uzamaya başlayan saçlar deve derisinden nüfuz edemeyince saç derisinden içeri her biri birer iğne ucu gibi batmaya başlar. Bu yönteme tabi tutulanlardan büyük bir kısmı dayanılmaz acılar içinde ölür; hayatta kalanlar ise artık mankurt olmuştur. Geçmişini, soyunu, yurdunu, boyunu, ailesini, insanı “ben” yapan her türlü bellek kaydını yitirmiş, efendisine tam itaat sergileyen insan görünümlü bir robot haline gelmiştir.
İlk bakışta mitolojik bir hikâye izlenimi edinsek de yaradılış anından (hatta öncesini de dahil edelim) itibaren insanların ortak belleğinde kendisine yer bulan, Avusturyalı psikanalist Carl Gustav Jung’un arketip olarak adlandırdığı ve hemen her kültürde varoluşumuzla ilgili en temel meraklarımıza ilişkin algı ve kavrayışımızı kolaylaştıran ortak imgelerin durup dururken oluşmadığı -tabiri caizse uydurulmadığı- bugün pek çok düşünürün üzerinde hemfikir olduğu bir konudur. Buradan yola çıkarak diyebiliriz ki mankurt efsanesi de zamanın bir yerinde ve izini sürebildiğimiz kadarıyla Orta Asya’nın ucu bucağı olmayan bozkırları üzerinde yaşanmış bir hakikatin günümüze ulaşan yansımalarıdır.
Acımasız hayat şartları ve kısıtlı kaynaklar, insan gruplarının hayatta kalma ve neslini sürdürebilme amacıyla birbirlerine yönelik uyguladıkları sert savaş yöntemlerini anlamayı bir dereceye kadar mümkün kılsa da mankurtlaştırma gibi bilişsel ve psikolojik unsurlar da içeren bir yöntemin daha derinlikli bir değerlendirmeyi hak ettiği ortadadır. Burada kişinin otorite karşısında koşulsuz ve tam itaatini sağlamak üzere, onu benliğinden sıyırma ve dünya üzerinde köksüz ve bağsız bırakma motivasyonu belirgindir. Dolayısıyla sosyal antropolojik bir bakış açısıyla denilebilir ki asırlarca önce insanın idiyet duygusu ile onun kimliği ve kişiliği arasındaki ilişki çözümlenmiş ve ne kadar vahşi de olsa bunu ortadan kaldırmak için bir yöntem geliştirilerek, uygulanmıştır. Destanlar aracılığıyla günümüze kadar taşındığına bakılırsa, yöntem işe yarıyormuş da…
Aytmatov sözü geçen romanlarında kelimenin ve onun içinde saklı bin yıllık niyet tarihinin çarpıcılığına kapılmakla birlikte, tarihi ve toplumu incelikle analiz eden bir edebiyatçı olarak insanın idiyet duygusunu yok etme ve onu kimliksizleştirme isteğinin günümüzdeki uygulama biçimlerine de kafa yormuş.
Bunu Kazak şair Muhtar Şahanov ile karşılıklı sohbetlerinden oluşan, ülkemizde Şafak Sancısı adı ile yayımlanan nehir söyleşiden öğreniyoruz: “Bir gün Moskova’ya trenle gidiyordum. Kızılorda vilayeti üzerinden geçerken radyo Baykonur Uzay İstasyonu’ndan füze fırlatıldığını anons etti. Vagon camından engin bozkıra bakarak derin düşüncelere daldım. Gün Olur Asra Bedel romanını kaleme alma fikri o anda aklıma gelmişti. Diğer gezegenlerde de akıllı varlıkların olduğundan bahsediyoruz. Peki bir gün yerküre onların kozmik kıskaç dairesine denk gelirse n’olacak diye, şüphelerimden sıyrılamadım. Gençken duyduğum mankurt hikâyesi hayalimde bir daha canlandı. Eski zamanlarda bilek gücüne sahip olanlar, insanın kafasına bir şire geçirerek onu aklından, zihninden etmiştir. Bu, çoğunluğu kapsamayan, belirli şahısları içine alan bir olay. Ya şimdi birbirine zıt ideolojileri savunan iki sistem ihtilafa girerek uzayda yerküreye şire geçirirse ne olacak?”
Aytmatov ve Şahanov’un söyleşilerinde mankurt efsanesini izleyen sayfalarda, konuyla ilgili daha önce bilgisi olmayanlar için çok şaşırtıcı bir başka bilgi de var. Son yıllarda dünya sinema perdeleri ve televizyon ekranlarını istila eden zombi figürlerini, kurgubilimin ilgi çekmeye dönük bir tüketim unsuru olarak düşünenler için Afrika’daki bazı kabilelerde ve Avustralya Aborjinlerinde kayıtlara geçmiş vakalar olarak zombi varlığından söz edilmesi ilk anda “Acaba yanlış mı okudum?” tepkisine neden olabilse de konuyu irdeleyen iki isim son derece saygın iki aksakal olunca okumaya devam ediyorsunuz. Neticede anlaşılıyor ki, bir tür balık zehriyle ölü görünümü verilen kişiler, kabre konup, üzerleri toprakla örtüldükten birkaç gün sonra şamanlar tarafından mezardan çıkarılıp, çeşitli ritüellerle geri uyandırılıyor. Ancak işlem sırasında nörobiyolojik düzeyde her ne oluyorsa, tekrar dirilen (!) kişiler hayattayken yerine getirebildikleri hiçbir zihinsel aktiviteyi gerçekleştiremiyorlar. Tıpkı işkence sonunda hayatta kalıp, sadece fizyolojik olarak komutları yerine getirebilen mankurtlar gibi, sözü edilen bu zombiler de tam itaat halinde, beden gücü olarak kullanılmak üzere şamanlar aracılığıyla dönemin otoritesine sunuluyorlar.
- Bu örnekler, insanın gerek varoluşu gerekse de içinde dünyaya geldiği, büyüdüğü ve yaşadığı ortamla olan ilişkileri üzerine uzun uzun tefekkür etmesinin önünü açar nitelikte. İlk akla gelen soru belki de şu; hadi işkence ve zor kullanım yoluyla mankurt ve zombi olunuyor, pekiyi modern dünyada ve sözüm ona akıl ve bilgi çağında insanlar nasıl oluyor da “mankurt” haline getiriliyorlar?
Robotlaşma düzeyindeki koşulsuz itaatin, kişinin idiyet bağları ile olan ilişkisi çok etkileyici. Yakın çevrelerinde Alzheimer Hastalığı ya da demans gibi belleğe ilişkin rahatsızlıklar yaşayan yakınları olan kişiler, hafıza içeriği fakirleştikçe karşılarındaki insanın nasıl da bir zamanlar bildikleri tanıdıkları kişiden farklı, yabancı birisine dönüştüğünü somut olarak izlerler. Bellek, kimlik ve kişiliğimizin en önemli bileşenlerinden birisidir ve kimileri için belleğini yitirmek, ölümcül düzeyde korkutucu olabilmektedir. Tıpkı kişisel belleğin insanı ailesi ve yakın çevresine bağladığı gibi, toplumsal bellek de insanı yaşadığı medeniyet çevresine bağlar ve onun işlev gören, üreten, paylaşan, irade sahibi bir birey olarak hayatını sürdürmesini mümkün kılar.
Pandemi süreci devam eder ve tüm dünya tek yürek olmuş etkili bir aşının bulunmasını beklerken, yakın gelecekte hastalıkların (?) tedavisi amacıyla beyinlerimize yerleştirilmesi tasarlanan küçük çiplerden bahsedilmeye başlandı. Bilim ve teknik alanlarındaki ilerlemeler kullanım alanı ve niyeti bağlamında, her zaman büyük riskler taşımıştır. Uzun süredir maruz kalınan “kültür emperyalizmini” ve önümüze hep olumlu pekiştiricilerle sunulan ilerleme adı altında, insanların yaşadığı toprağın altını oyan görsel ve sosyal (!) medya içerikleri ile çiplere belki de sandığımız kadar iş düşmeyecek. Bizim hikâyemizin sonu nereye doğru evrilir, şimdilik sadece cümle içinde geçen çipler ileride karşımıza hangi gerçeğe dönüşmüş ihtimallerle çıkar bunu yaşarsak göreceğiz.