Âliminyedi vasfı

BEDRİ GENCER
Abone Ol

Külli ilim perspektifinden mahrum çağdaş bilginler, ilahiyatçılar, modern akademik ihtisas anlayışınca dünyayı, şeyleri bütünlüğü içinde tanımakta ve tanımlamakta aciz kalmaktadırlar.

Modern çağda dinle özdeş sayılan ilmin mahiyetine bağlı olarak âlimin kimliği de unutulmuş; âlim, âdeta geçmişte Ebu Hanife,Gazâlî, Birgivî gibi simalarla hatırlanan, ancak artık günümüzde tanıtılamayan ve tanınamayan meçhul bir şahsiyet, bir muamma hâline gelmiştir. Bu makalede veliyle ayrıldığı ve birleştiği yönlere de temas etmek suretiyle âlimliğin yedi şartını sayarak bir âlim tarifine, portresine ulaşmaya çalışacağız. Böylece bu tarife uygunluk derecesine göre günümüzde âlim olup olmadığı hükmünü vermek kolaylaşacaktır.

Âlimin vasıfları veraset kavramınca belirlenir. Kur’an ve Hadis’te Allah’a ve nebilere olarak iki faile verasetten söz edilir: “Biz zikrden (Tevrat’tan) sonra Zebur’da, yeryüzünde kullarımız içinde salihler vâris olur diye yazdık” (Enbiyâ, 21/105). Abdülkerîm Cîlî ’nin beyan ettiği gibi, “salihler”den kasıt, ilahi verasete salih kimse demektir.

  • Seyyidü’l-Âlemîn aleyhi’s-salatü ve’s-selam da şöyle buyurur: “Şüphesiz ki âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygamberler altın ve gümüşü miras bırakmazlar; sadece ilmi miras bırakırlar. O mirası alan kimse, bol nasip ve kısmet almış olur”.

Veraset, nebi/rasule her yönden vâris olmayı gerektirir. Âlimliğin şartları, âlimin vasıfları olarak nebîlere veraset yönlerini yedi maddede toplayabiliriz.

Âlimliğin birinci şartı: İlim=hadis

Felsefede otorite olan merhum Ahmed Naim’in de Sahîh-i Buhârî muhtasarı Tecrîd-i Sarîh tercümesine başladıktan sonra şöyle hayıflandığı söylenir: “Hadis tercümeleriyle meşgul olmaya başlayınca ondan önce vaktimi ne kadar zayi ettiğimi anladım. Bu iş dururken başka şeyle uğraşmak ne boş şeymiş! Büyük âlimlerin bu işe verdikleri ehemmiyetin sebebini de şimdi anladım.”

İbnü’l-Arabî’ye göre “Kün=ol” emrine işaret eden kavl, maduma vücut vermeyi, “Üktüb=yaz” emrine işaret eden kelam ise mevcuda ilim vermeyi ifade eder. Mevcuda ilim vermeyi ifade eden kelam ise, “kelam-ı kadim/kelam-ı hadîs” olarak ikiye ayrılır.

Kelam-ı kadim kelamullah=Allah’ın kelamı, kelam-ı hadîs ise kavl-i rasul=Peygamber’in kelamıdır. Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber’in kıraatine kelamullah denmiştir: “Eğer müşriklerden biri eman dileyerek sana sığınırsa ona eman ver ki Allah’ın kelamını işitsin...” (Tevbe, 9/6). Tercümanın kelamı kendisinden tercüme edilenin kelamının yerine geçmiştir.

Çünkü insan-ı kâmil olarak Hz. Peygamber, vücudi kelimelerin zuhurunda Hakk’ın vekili olduğu gibi sözleriyle de nutk bakımından Hakk’a niyabet etmekte ve bizim için onları tercüme etmektedir.” Dilimizdeki “Allah’ın emri, Peygamber’in kavli” sözü de aslında bu hakikati ifade eder.

Bu itibarla hadis, bizzat ilim ve din sayılır. Mesela ilim tarihindeki “er-Rıhle fî talebi’l-ilm” (ilim talebi yolunda yolculuk) ifadesindeki ilim, hadis demektir. Klasik İslam literatüründe bazen bölüm, bazen kitap başlığı olarak kullanılan “Talebü’l-ilm, kitâbetü’l-ilm, takyîdü’l-ilm, tahammülü’l-ilm, beyânü’l-ilm, ahzü’l-ilm, cem‘u’l-ilm” tabirlerinin hepsinde ilim, hadis manasındadır. Keza bizzat hadislerde ve selefin sözlerinde geçen, “İlmi insanlardan, ağızlarından alın” ifadesindeki ilim hadis demektir; şu hadis-i şerifte olduğu gibi: “İlim dindir, namaz dindir; şu hâlde bu ilmi kimden aldığınıza ve bu namazı nasıl kıldığınıza bakın, zira kıyamet gününde bunlardan sorguya çekileceksiniz (…) İlim, benim ve benden önceki peygamberlerin mirasıdır”.

Keza İbni Sîrîn“Bu ilim (hadis) dindir. Dinini kimden aldığına dikkat et”, eserinin Takyîdü’l-ilm başlığındaki “ilm”i “hadis” manasında kullananHatîb el-Bağdadî de “İlim ancak âlimlerin ağızlarından alınır” der.

İlim hadis olduğuna göre âlim de aslında muhaddistir. “Bir kimse zühdle işe başlar, sonra hadis yazarsa ayağı sürçer, fakat ilk defa hadis tahsil eder de sonra zühd ve tasavvufa intisab ederse sağlam bir görüşe sahip olur” diyen Seriyyü’s-Sekatî yeğeniCüneyd ’e şöyle dua ederdi: “Allah, seni sufi muhaddis değil, muhaddis sufi kılsın”. Felsefede otorite olan merhum Ahmed Naim’in de Sahîh-i Buhârî muhtasarı Tecrîd-i Sarîh tercümesine başladıktan sonra şöyle hayıflandığı söylenir: “Hadis tercümeleriyle meşgul olmaya başlayınca ondan önce vaktimi ne kadar zayi ettiğimi anladım. Bu iş dururken başka şeyle uğraşmak ne boş şeymiş! Büyük âlimlerin bu işe verdikleri ehemmiyetin sebebini de şimdi anladım.”

Âlimliğin ikinci şartı: İsnad=icazet

Saraybosnalı Sipâhîzâde Hasan Hüsnü’nün 16 Şâban 1303 (20 Mayıs 1886) tarihli umumi ilmî icâzeti (Saraybosna Gazi Hüsrev Bey Ktp., nr. 2862)

Mutlak olarak Allah’tan çıkan ilim, vahiy meleği Cebrail vasıtasıyla Hz. Peygamber aleyhi’s-salatü ve’s-selama ve ondan vârisleri âlimlere intikal eder. İslam’da hadis bizzat ilim ve din sayıldığı gibi “Hadisi=ilmi raviler silsilesiyle kaynağına, peygambere dayandırma” manasına gelen isnad da din sayılmıştır.

Abdullah İbnü’l-Mübarek’in “İsnad dindendir; o olmasaydı, isteyen istediğini söylerdi”, Süfyân Sevrî’nin de “İsnad müminin silahıdır” sözleri bu hakikati ifade eder. İbni Hazm ’ın dediği gibi sika kişilerin, yine sika kişilerden, Hz. Peygamber’e kadar muttasıl olarak haber nakletmeleri, Allah’ın Müslümanlara bahşettiği bir nimet, imtiyazdır.

Sair milletlerde bu yoktur. Her ne kadar Yahudilerde irsal ve i‘dal yolu ile bazı nakiller görülürse de hakikatte, rivayet başlangıcı ile Hz. Musa arasında otuz asırlık bir mesafe vardır; bu, Müslümanlarla Rasulullah aleyhi’s-salatü ve’s-selam arasındaki yakınlık gibi değildir.

  • Dolayısıyla bir öğrenci, ancak öğrendiği ilmin=hadisin böyle muttasıl bir hocalar=raviler silsilesiyle Rasulullah aleyhi’s-salatü ve’s-selam ve Cebrail vasıtasıyla Allah’a isnad edildiği icazet (diploma) ile sahih ilme ve bu ilmi aktarma/yayma (tedris=tahdis) yetkisine sahip bir âlim olur. Bu isnadi icazetle kazanılan, sahih ilim; modern üniversitede olduğu gibi anonim bir merciden alınan bilgi ise isimsiz, gayr-i sahih ilim, daha doğrusu zandır.

Âlimliğin üçüncü şartı: Külli nazar

Hz. Ali’nin buyurduğu gibi, “İlim, cahillerin çoğalttığı bir noktadır.” Dolayısıyla âlim, bir ilim dalında mütehassıs değil, vârisi olduğu Peygamber gibi külli ilim nazarıyla dünyaya bakan kişidir. Külli ilim, her şeyi bilmek değil, neyi bilip bilmediğini, neyi nerede bulabileceğini bilmek; bütün ağaçları görmek değil, bir bütün olarak ormanı görebilecek bakışa erişmektir.

Âlim:İlmiyleamil
Nihayet

Her konu, mesela tüketim konusu, fıkhi, iktisadi, psikolojik, sosyolojik, tarihî, edebî vs. bütün yönleriyle ele alındığında ancak hakkıyla anlaşılabilir. Ahmed Cevdet, Mahmud Es’ad Seydişehrî , İsmail Hakkı İzmirli, Elmalılı Hamdi Yazır, Ahmed Naim gibi son Osmanlı âlimlerine kadar devam eden bu kadim külli ilim perspektifi, dünyayla birlikte ilmin de parçalandığı modern çağda kaybedilmiştir. Bu kadim külli ilim perspektifinden mahrum çağdaş bilginler, ilahiyatçılar, modern akademik ihtisas anlayışınca dünyayı, şeyleri bütünlüğü içinde tanımakta ve tanımlamakta aciz kalmaktadırlar. Bunun somut sonucu ise kavramların “efradını cami, ağyarını mâni” hadlerinin=tariflerinin yapılamaması, sonsuz kavram kargaşasına düşülmesidir.

Âlimliğin dördüncü şartı: Amel=hikmet

“Amelsiz ilim vebal, ilimsiz amel de sapkınlıktır.” Rasulullah Efendimiz dedi ki; “Ameller niyetlere göredir.” “Amelsiz ilim, oksuz yay gibidir.” “Dünyanın izzeti mal ile, ahiretin izzeti ise salih amel iledir.” “En hayırlı amel, dünyadan ayrılırken dilinin Allah'ın zikriyle meşgul olmasıdır.”( Hat: Topçu Ahmed Şükrî Efendi, Kaynak: ketebe.org)

Aralarındaki iştikakın da gösterdiği gibi, ilmin gayesi ameldir; Şeytan’da olduğu gibi, amelsiz ilmin bir kıymeti yoktur. Dolayısıyla ilimde olduğu gibi amelde, hikmette de nebinin vârisi olmayan âlim olamaz. İlim/amel ayırımının hususi adları hadis/sünnet ile hadis/fıkıhtır. Amelin genelde Peygamber’e izafe edilen hususi adı sünnet, ümmete izafe edilen umumi adı fıkıhtır. Dinin bir ağaç gibi organik yapısındandır ki hadis/fıkıh ayırımı kavramların kendi içlerinde de yapılabilir. “Hadis” kavramıyla geniş manada “rivayetü’l-hadis/dirayetü’l-hadis” ayırımının her iki boyutu, dar manada rivayetü’l-hadis, fıkıh ile dirayetü’l-hadis kasdedilir. Hadis/fıkıh, rivayet/dirayet ayırımı, epistemolojik ilim/rey (episteme/doxa) ayırımına tekabül eder .

Dinde ilim/amel, Kur’an/Hadis, hadis/fıkıh ayırımlarında kavramların asıllığı, ön/son (sıra/gaye) münasebetine göre değişir. Sıra olarak ilim, ancak gaye olarak amel asıldır.

  • Keza teşrî’de asıl kaynak, sıra (icmal) bakımından Kur’an, fakat gaye (beyan) bakımından Hadis, keza dinde asıl ilim, sıra bakımından hadis=rivayetü’l-hadis, fakat gaye bakımından fıkıh=dirayetü’l-hadistir. Burada zaten birinciler/önler içlerinde mündemiç olduğu için ikincilere/sonlara asıl denir; yani, zaten ilim, Kur’an, hadis olmadan amel, Hadis, fıkıh olmaz. Bu manada hadis eczacılık, fıkıh da tıbba benzetilmiştir: Muhaddislerin büyüklerinden A‘meş, Ebu Hanife’den sorduğu bazı meselelerin fetvasını almıştı. A‘meş, “Bunun böyle olduğunu nereden biliyorsun” diye sorunca İmam, “Sen bana İbrahim’den böyle hadis rivayet ettin, Şa‘bî’den şöyle hadis rivayet ettin” demişti. Bunun üzerine A‘meş, “Ey fakihler topluluğu! Siz tabipler, biz eczacılarız” diye takdirlerini ifade etmişti.

İlim/amel münasebeti, ilmü’l-kâl/ilmü’l-hâl ayırımına tekabül eden fekuhe/fekıhe ayırımıyla daha iyi anlaşılır. Kadim dünyada fıkıh, ilmü’l-kâl (fekıhe) olarak objektif disiplini değil, ilmü’l-hâl (fekuhe) olarak sübjektif fazileti temsil ediyordu.

Seyyidü’l-Âlemîn aleyhi’s-salatü ve’s-selam,“Nice fıkıh taşıyıcısı vardır ki (aslında) fakih (fıkhı yaşayan) değildir” hadis-i şerifiyle bunu ifade ediyordu. Tercümanü’l-Kur’an İbni Abbas radıyallahü anh ve Serahsî gibi âlimlere göre ilmü’l-hâl=hâl ilmi olarak fıkhın umumi adı hikmettir. İmam Şafiî de er-Risâle’de Kur’an’da çeşitli ayetlerde geçen “Kitap ve hikmet” ifadesindeki hikmet’e sünnet manası verir (Bakara, 2/129, 151, 231; Âl-i İmran, 3/164; Nisâ, 6/113; Cuma, 18/2; Ahzâb, 33/34).

Bu noktada âlim ile veli arasındaki farka da dikkat çekmek gerekir. Âlim ile veli arasında ilim ve istidlal yönünden farklılık var, amel yönünden yoktur. İkisi arasındaki ilim ve istidlal yönünden farkı Kütahyalı Sunullah Gaybî şöyle icmal eder: “Zira ehl-i sünnet ve cemâ‘at ‘ulemâsının ilimleri ancak ‘ılme’l-yakîndir. Ve sûfiyye-i muvahhidenin ‘ilm ü ma‘rifetleri hem ‘ilme’l-yakîn, hem ‘ayne’l-yakîn ve hem hakka’l-yakîndir. Sebebi budur ki, bunların ‘ilm-i billâhda seyr ü sülûkleri sırr-ı murabba‘ât üzere dâir, ma‘rifet-i zât u şıfâtda mücâhede vü müşâhedeleri çâr-ı erkân üzere sâirdir ki, şeriat ve tarikat ve hakikat ve ma‘rifetden ‘ibâretdir (…) ‘Urefâ, şohbet-i ‘ulemâyı su‘ûbetde şişe içre zekerlik itmeğe teşbîh buyurmuşlar. Zira her söze burhân taleb iderler”. Bu farkın farkında olan İbni Kemal gibi âlimler, hadlerini bilerek velilere hürmet ederler, ancak bilmeyenler onlara hücum ederler ve dolayısıyla İsmail Hakkı Bursevî gibi sufilerin husumetlerini üzerlerine çekerler.

Ancak hikmet kavramında sünnet ve fıkıh, dahası ilim ve velayet birleşir ve amel bakımından âlim/veli ayırımı ortadan kalkar. Veli, ilmiyle âlim, rabbani âlim demektir. Bu ortaklığı bilhassa cesetlerinin korunması bakımından da nebilere vârislikte görmek mümkündür. Seyyidü’l-Âlemîn aleyhi’s-salatü ve’s-selam, “Allah Teâlâ, Arz’a peygamberlerin cesetlerini yemeyi haram kıldı” buyurmuştur. Taşköprülüzade, Molla Fenârî’nin bunu merak ederek hocası Alaeddin Esved’in mezarını kazdırdığı için bir süre gözlerinin kör olduğunu kaydeder.

Âlimliğin beşinci şartı: Sünnet=suret

İnsanın “İtikad, Suret, Amel” denen üç boyutu ile bunlara karşılık sünnetin “Millet, Şemail, Siret” denen üç boyutu arasında kuvvetli irtibat vardır. Lügat âlimlerinin “yüz”, suretin içinde mi dışında mı diye ihtilaf etmelerinin sebebi budur.

Yüz, suretin parçası, ama özüdür. O yüzden “zikr-i kül, irade-i cüz” kabilinden suret kelimesi surat şeklinde yüz manası kazanmıştır. Sünnetin bâtını, akidevi sünnet (millet), zâhiri amelî sünnet (siret), ikisinin izdivacı ise suri sünnet (şemail)tir.

Mevlânâ’nın “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” sözündeki “olmak/görünmek” ayırımı, bâtın/zâhir ayırımına karşılık olarak alınabilir. Bâtın, inanış tarzı, zâhir ise görünüş ve yaşayış tarzını kapsar; onun “olmak” dediği itikad, “görünmek” dediği suret ve amele mütealliktir. İnsan şuurunun temeli olan inanca “asıl” dendiğinde “suret” ve “siret”le münasebeti daha iyi anlaşılır.

Lafzen siret, “yürüyüş tarzı” demektir. Asıl sureti, suret sireti, siret vuslatı belirler. Nasılsan öyle görünür, nasıl görünürsen öyle yürür, nasıl yürürsen öyle varırsın. Dolayısıyla Peygamber gibi inanmayan O’nun gibi görünemez, suret (sakal gibi) olarak O’na benzemeyen de O’nun gibi davranamaz. Büyüklerin dediği gibi:

  • Suretin siretine şahittir
  • Başka şahit aramak zaittir

Demek ki bir âlimin ilim ve amel olarak Peygamber’e vârisliğinin göstergesi suret ve erkekler için suretin özü sakaldır. Bunu en somut Arapça “lihye” (sakal) ile lügatte “süs, yaratılış, sıfat, şekil ve güzel sıfatlar, güzel yüz” manasına gelen “hilye”nin aynı kökten gelişinde, sırası değişik aynı üç harften (h-l-y) teşekkülünde görmek mümkündür. “Sakalımız yok ki (mahkemede) sözümüz dinlensin” sözünün ifade ettiği gibi fıkhen sakalsız biri şahit kabul edilmez ki âlim kabul edilsin. Kısaca Peygamber’in gösterdiği bir tutamdan kısa sakallı birinin âlim olması imkânsızdır.

Âlimliğin altıncı şartı: Hasbiyet

Kur’an’da “De ki: Sizden bir ücret istediysem, o size olsun. Benim ücretim ancak Allah’a aittir. O, her şeye şahittir” (Sebe, 34/47) ve “Ve onun üzerine sizden bir ücret istemiyorum. Benim ecrim ancak âlemlerin Rabbine aittir” (Şuarâ, 26/180) ayetlerinde buyurulduğu gibi âlim, vârisi olduğu nebî gibi hasbidir; ilim öğretme karşılığında ücret almaz. Âlimler, ya hayırseverlerin desteğiyle veya son Osmanlı âlimlerinden Fatih dersiamlarından Mehmed Rebîî Molla gibi süt satarak geçimini sağlarlardı.

Âlimliğin yedinci şartı: Salah=ıslah

İslam geleneğinde peygamber vârisi ideal âlim, doğrudan “salih” kelimesiyle anlatılmıştır. “Mescid-i cami” gibi “âlim-i salih” terkibinde de zamanla mescid yerine câmi gibi, salih sıfatı da “ilmiyle amil rabbani âlim” manasında âlim yerine isim olmuştur. Mesela Abdullah İbni Mesud radıyallahü anh bunu şöyle ifade eder: “Sizden hüküm vermek durumunda olan kimse önce Allah’ın kitabına baksın, aradığı orada yoksa onun Rasulü’nün hükmüne müracaat etsin, bunların her ikisinde de yoksa salihlerin hükmettiği ile hüküm versin. Şayet bunların hiçbirinde bir hüküm bulamıyorsa, kendi görüşüne başvursun. Bunu da beceremiyorsa hüküm vermekten vazgeçsin.” Halk diline “Âlimin salahı âlemin salahı, âlimin fesadı âlemin fesadıdır” olarak tercüme edilen hadis-i şerifinde Seyyidü’l-Âlemîn aleyhi’s-salatü ve’s-selamın buyurduğu gibi: “İnsanlardan iki sınıf vardır ki onlar düzelirse insanlar da düzelir; onlar bozulursa insanlar da bozulur: âlimler ve emirler” (Müttakî 2004: X/83). Bu bakımdan ancak salih âlim, vücudun sıhhati gibi bir ülkenin salahını sağlayan tuzun işlevini görerek âlemi ıslah edebilir. “Et kokarsa tuzlarsın, ya tuz kokarsa” şeklinde dilimize tercüme edilen Süfyân Sevrî hazretlerinin beytinde olduğu gibi:

  • Ey ulema topluluğu! Ey beldenin tuzu!
  • Eğer tuz kokarsa tuzu ne düzeltir?

Hakikatte çağdaş Türkiye’de bile, Veyis Kurucu (Hacı Veyis Efendi, 1858-1935) gibi, bu vasıflara sahip âlimin çok az olduğu görülür; torunu Ali Ulvi Kurucu’nun ifade ettiği gibi: “Hacı Veyis Efendi dedem, bana sanki Anadolu’nun âlimleri bir araya gelmiş yahut hülasa edilmiş, özü çıkarılmış da ruhu bir damla hâlinde onda tecessüm etmiş, onun şahsında temsil olunmuş gibi geliyor. Dedem cidden sanki bir iman kütüphanesi yürüyor gibiydi.!”

KAYNAKÇA

• Ahmed Emîn (2004) Zuha’l-İslâm. Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyye.

• M. Mustafa Çakmaklıoğlu, (2007) İbn

Arabî’de Ma’rifetin İfadesi. İstanbul: İnsan.

• Abdurrahman Doğan, (2001) Kütahyalı Sunullah Gaybî Hayati, Fikirleri, Eserleri. İstanbul.

• M. Ertuğrul Düzdağ, (1983) Şeyhülislâm Ebusuûd Efendi Fetvaları Işığında 16. Asır Türk Hayatı. İstanbul: Enderun.

• —— (yay.) (2012) Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar, 1. İzmir: Kaynak.

• Muhammed Hayr Ali Ferec, (2012) Târîhu Mustalahi’s-Sünneti ve Delâletühû. Beyrût: Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiyye.

• Hüseyin Hansu, (2006) Babanzâde Ahmed Naim Bey. İzmir: Kaynak.

• Kemaleddin Muhammed İbnü’l-Hümâm, (1993) Fethul-Kadîr, I-X. Beyrût: Dâru’l-

Kütübi’l-‘Ilmiyye.

• Talat Koçyiğit, (1967) Hadîs Usûlü. Ankara: Ankara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi.

• ‘Alâeddîn ‘Alî el-Müttakî, (2004) Kenzü’l-

‘Ummâl fî Süneni’l-Akvâli ve’l-Ahvâl, I–XVIII. Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-‘Ilmiyyye.

• Ebû Bekr Muhammed b. Ahmed es-Serahsî, (2005) Usûlü’s-Serahsî. Beyrût: Dâru’l-Fikr.

• Muhammed b. İdris eş-Şâfiî, (2010) er-Risâle. Abdülfettah b. Zâfir Kebbâre (yay.), Beyrût: Dâru’n-Nefâis.

• Taşköprülüzâde (2007) Osmanlı Bilginleri (Eş-Şakâiku’n-Nu’mâniyye fi Ulemâi’d-

Devleti’l-Osmâniyye). Muharrem Tan (trc.), İstanbul: İz.

• Arif Ulu, (2006) “Cerh ve Ta’dil Kriteri Olarak Ehl-i Sünnet ve Ehl-i Bidat,” Dinî Araştırmalar 8/24: 133-142.

• Süleyman Uludağ, (1979) İslâm Düşüncesinin Yapısı. İstanbul: Dergâh.