Likya Yolu: Kırmızı beyazlı rotadan mavi yeşil fragmanlar
2013 Nisan Bahar tatili dönüşü Tuba’yı bronzlaşmış görüyorum. Ne güzel yanmışsın, tatilde neredeydin diye soruyorum. “Arkadaşlarla Likya Yolu’nu yürüdük” diyor. “Likya Yolu demek” diyorum.2013 Mayıs Üç kişi bir kafede oturuyoruz. Önümüzde Likya Yolu yürüyüş rotasını parkur parkur tasarlayan, eski Roma yollarından, çobanların patikalarından, ormancıların dağ yollarından turizme uygun bir güzergâh çıkaran Kate Clow’un Likya Yolu kitabı var. Tuba bize çantamızı nasıl hazırlayacağımızı, yürüyüşte nelerle karşılaşabileceğimizi anlatıyor. İlk uzun mesafe yürüyüş denememiz olacağı için heyecanlıyız. “Yaparsınız ya, zor bir rota değil” diyor.
3 Haziran 2013
Ölüdeniz’in yukarısında, Fethiye’den Antalya’nın içlerine kadar uzanan beş yüz küsur kilometrelik Likya Yolu’nun başlangıcındayız. Dallarının arasından sütliman maviliklerin görüldüğü iğne yapraklı çamların dibinde, rotayı gösteren ilk kırmızı beyaz çizgiyi görünce bir sevinç çığlığı atıp önünde birbirimizin fotoğrafını çekiyoruz.
O sırada ters yönden gelen, devasa çantasına rağmen dinamik adımlar atan bir turist, el hareketleriyle resmimizi çekebileceğini anlatıyor. Gülümseyerek makineyi ona uzatıyoruz. Birkaç pozun ardından makineyi bize teslim edip uzaklaşıyor.
Bizim başladığımız noktaya doğru ilerleyen tozlu kamp çantasına bakarken. “Aslında onun fotoğrafını çekmemiz gerekirdi” diyorum kendi kendime. Öbür yönden bakıldığında, yolun sonuna varmış çünkü.
5 Haziran 2013
Ölüdeniz’den birazcık daha güneydeki, yüksekçe bir dağ yamacına kurulmuş Fethiye köyü Faralya’da, Kelebekler Vadisi’nin üzerine döşeğimizi seriyoruz. Kamp yatağımızı dürerken, gördüğümüz manzara yüzünden karnımızda kelebekler uçuşuyor.
Kelebekleri takip edip yamaçtan aşağı inmek istiyoruz. “Zor mu?” diyoruz. “Yok canım,” diyorlar, “bizim her gün kaç defa gidip geldiğimiz yol.” İnerken karnımızdaki bütün kelebekleri korkudan öğütüyoruz. Dönüşte, vadiyi güvenli bir uzaklıktan seyredebildiğimiz yere vardığımızda, “O kadar da zor değilmiş gerçekten” diyoruz. Faralya ahalisinin her gün kaç defa gidip geldiği o yolda çok turistin telef olduğunu ancak dönünce öğreniyoruz.
6 Haziran 2013
Biz İstanbul’dan ayrıldığımızda, Gezi Parkı olayları en hareketli günlerini yaşıyordu. Kelebekler Vadisi’nden bir sonraki durak olan Kabak Koyu’nda, bulabildiğimiz her kablosuz ağ ile sosyal medya hesaplarımıza girip İstanbul’da neler olduğunu takip etmeye çalışıyoruz. Kahvaltıda yan masamızda oturan yaşlı amcanın İstanbul umurunda değil besbelli: Alçak ağaçların bittiği yerde başlayan, üzerine parıl parıl güneş vurmuş denize bakıp, Devlet Opera ve Balesi’ne iki yıldır yeni sanatçı alınmamış olmasını bir kıyamet alameti olarak yorumluyor. Çayımızı yudumlayıp önümüze bakıyoruz, arkadaşlarımız post apokaliptik bir filmden kareleri andıran fotoğraflar paylaşıyor.
8 Haziran 2013
Patara’da bize kamp yeri gösteren genç adam, “Buraya niye geldiniz ki!” diyor. “Gençsiniz siz, esas macera şimdi İstanbul’da.”
Kamp yerinde karşılaştığımız üç kafadar ise tanışmamızdan on dakika sonra, “Seneye Karadeniz’i otostopla gezelim, siz de gelin” diyorlar. “İnşallah” diyoruz, “neden olmasın.”
Yürüyüşçülerin ve kampçıların kardeşliği diye bir şey var, anlıyoruz. Bu kardeşliğin bir simgesi olacaksa, çizgilerin silindiği yerlerde her geçenin bir taş ekleyip dik durmasını sağladığı babalar olabilir o ancak.
23 Eylül 2015
İki sene önce Kabak Koyu’na kadar yürüdüğümüzde, deneyimsizliğimiz ve yanlış ekipmanlar yüzünden iki günde ayaklarım haşat olmuştu. Kabak Koyu’ndan neredeyse bin metre yukarıda ve epeyce içerideki bir sonraki durak olan Alınca’ya yükselen dik rotayı tırmanmayı gözüm kesmemişti.
Ben de geri kalan günlerde su toplamış, tabanları soyulmuş ayaklarımı Patara’nın dalgalı sahilinde dinlendirmeye karar vermiştim. İki yıl sonra daha hafif ve daha konforlu malzemelerle bıraktığımız yerde bizi bekleyen yokuşa hazırdık. Bir de gök gürültülü sağanak yağış olmasa…
Alınca’ya çıkarken, üzerimize kovalarca su dökülüyor gökten. Üzerini çam iğnelerinin bir halı gibi kapladığı, yabani siklamenlerle süslü yamaçlar sanki aşağı, artık kilometrelerce ötedeki koyu mavi bir noktadan ibaret kalmış denize doğru akıyor. Yağmur dinince iki kuzen ve bir arkadaşlarıyla karşılaşıyoruz. En az bizim kadar ıslaklar. “Önümüze yıldırım düştü” diyorlar heyecanla. “Siz de ağaç çatırtılarını duydunuz mu?” “Onu bilmem ama,” diyorum içimden, “ben hareket eden bir ent kafilesi içinde olduğuma yemin edebilirdim.”
Hepimizin aklındaki soru: Yağmurdan yarım saat sonra yüzlerce metre yükseklikteki bir dağ yamacında sakin sakin otlayan keçiler bir anda nereden çıkmış olabilir?
23 Eylül 2015
Aynı çılgın yağmur tekrar başlamadan Alınca’ya varmayı başarıyoruz. Oldukça fakir bir köy evi kapılarını açıyor bize. Sahibini ormanda defne toplarken görmüştük, tarif etmişti bize yolu. Evin kapalı balkonunda çayın demlenmesini bekleyen İngilizce, Almanca ve Türkçe konuşan on kişilik bir grup oluşturuyoruz. “Ulaşacağımız bir sonraki köy olan Gey’e ne kadar kaldı, yağmur dinince tekrar yürümeli miyiz acaba, hadi bir bakalım” diye haritayı çıkarıyoruz. Bir anda rota üzerindeki farklı noktaları farklı dillerle işaret eden bir sürü parmak toplanıyor etrafımıza.Harita okumanın dili yok.
24 Eylül 2015
Bizi Gey’den ilçe merkezine bırakan amca köyün önde gelenleri hakkında bilgi veriyor. Zenginliğinden bahsetmek istediği insanların sahip olduğu küçükbaş hayvan sayısını söylemesi hoşumuza gidiyor.
Ömrü hayatım boyunca varsıllığın koyun ve keçi cinsinden ifadesini belki de ilk ve son kez duyduğumu düşünüyorum. Sonra kızıyorum kendime, “Bırak şu köy romantizmini Hüsna, kaç yaşına geldin sen.”
22 Nisan 2017
Üçüncü kez yola çıktığımızda bıraktığımız yerden devam etmiyoruz. Gey’e ulaşmanın zor olacağını düşünerek birkaç günlük mesafeyi atlıyoruz. Antik kent Zantos’tan başlıyoruz kırmızı beyaz işaretleri takip etmeye.
Zantos’un ardından içinden geçtiğimiz, halkının seracılıkla uğraştığı Çavdır’ı geride bırakınca, ormanların, yabani patikaların tanıdık manzaraları ve kokuları bizi sanki yürümeye hiç ara vermemişiz gibi içine çekiveriyor.
Suyun kokusu var. Ama koklayarak değil, bazı işaretleri görerek alıyorsunuz o kokuyu; kayaların üzerini kaplayan yosunlar, eğrelti otları, atkuyrukları ve sıklaşan, düğüm düğüm olan gölgeler, işte suyun serin kokusu.
Üzümlü’ye giderken, biliyorum, bu otların dibinde suyun kokusunu içine çeken siyah zararsız yılanlar var, “Görürsen korkma Hüsna” diyorum kendime. Ama yine de kış uykusu mahmurluğundan ayılmaya çalışan zavallı bir tanesini korkudan sıçratacak kadar yüksek sesle çığlık atıyorum.
Suyun kokusunu alınca hemen sarhoş olmamalı. Eğreltilerin, atkuyruklarının dibine çöreklenmiş, yosunlu kayalar üzerinde kayan siyah ve ürkek yılanların diyarı orası.
23 Nisan 2017
Üzümlü’deki genç ev sahibemiz “Biz muhafazakârız” diyor bana. “Öyle bira rakı filan içmem ben, içinde ne olduğu belli değil. Sadece evde kendi yaptığım şarabı içerim. Yabancı turist gelirse ona da veririm. Türk gelir bu ne derse hoşaf der geçerim. Neme lazım şimdi, daha marka tescilini yaptırmadım şarabımın.”
24 Nisan 2017
Kalkan’a doğru giderken orta yaşlı Avustralyalı bir çiftle karşılaşıyoruz. “Biz sizi uzaktan gördük, arayı kapattınız” diyorlar. “Ben her gördüğüm çiçeğin resmini çekiyorum, o yüzden yavaş yürüyoruz” diyor kadın. Adam da neşeli bir ifadeyle “Karıma çiçek almak yerine onu çiçeklere getirdim” diyor. Kocasının esprisine zoraki gülmesine bakılırsa besbelli “Arada çiçek de alsa fena olmaz” diye düşünüyor kadın.
25 Nisan 2017
Bezirgan Yaylası’na çıkan Roma yolu kalıntıları üzerinde güneş o kadar sıcak ki, aralıksız süren vızıltının kaynayan beynimizden mi yoksa her çalı demeti üzerinde onlarcası titreşen arılardan mı geldiğini anlayamıyoruz.
Beyaz taşlar üzerine içi su dolu bir balon gibi çarpıp seken parlak ışıklar önümüze bakarken, kör olacağımızı düşündürüyor bize. Uzaktaki deniz o kadar mavi, hemen önümüzdeki tepeler arasında kalmış yüksek ova o kadar yeşil ki, atalarının sahiden de Orta Asya’dan geldiğine inanıp, denizin de ovanın da aynı renk olduğunu söyleyesi geliyor insanın; kök rengi.
26 Nisan 2017
Yükseklerde hava çok hızlı değişiyor. Denize bakan yamaçta dört bir yanımız güneş iken dağın kolları arasındaki bir düzlükten biraz içeri kıvrılıyoruz ve bir anda sis, incili bir taç gibi donuk ışıltısıyla başımıza oturuyor.
Bir su deposu üzerinde yorgun ayaklarımızı ovalarken, sisin içinden bir çoban çıkıyor. İnsanın başının göğe ermesinin mistik bir yanıltıcılığı var hakikaten. En yakın köyden kilometrelerce uzakta, dağ başında gördüğünüz yalnız bir insanın, verecek önemli bir haberi olduğunu düşündürüyor size. Oysa çoban bize tek bir meraksız bakış fırlatıp, ardından sisin içinde kayboluyor.
27 Nisan 2017
Kalkan’la Kaş’ı birbirine bağlayan rota Fethiye-Patara rotası kadar işlek sayılmaz belki ama rota üzerindeki köy pansiyonları arasında kesinlikle yoğun bir dedikodu trafiği var. Sarıbelen’de evsahibi amca, yer sofrası üzerindeki tabak sayısını gösterip, “Gökçeören’dekiler bu kadar çeşit çıkarmayacak önünüze, iyi yiyin” diyor. Teyze de, “Şimdiki onun ikinci karısı” diye ekliyor, yemek yapmayı pek beceremiyormuş.
Gökçeören’deki amca da, “Bakın çorba tavuklu” diyor. “Saribelen’de et vermemişlerdir size, hem bizim ısıtıcımız var.” Abla ise hiçbir şey söylemiyor. Evin içinde ürkek bir gölge gibi dolaşmasından anlaşıldığı kadarıyla, birinci eşlere düşenin cefa, ikinci eşlere düşenin sefa olduğu bilgisi henüz bu köye ulaşmamış.
27 Nisan 2017
İki dağ köyü arasında, beş yüz metre ötedeki Romalı lahitlerin, dev bir çoban köpeğinin, ağıldaki keçilerin, kümesteki tavukların ve asmanın altındaki tembel kedilerin eşliğinde, altyapı hizmetlerine ve komşulara ihtiyaç duymadan yaşayan bir aile var. Asmanın altında verdiğimiz öğle molası sırasında, yıllar içinde hanelerine uğramış turistlerin bıraktıkları eşyaları bize göstermekten mutluluk duyuyorlar.
Dünyanın Batılı kısımlarından yollanmış imzalı hatıra fotoğraflarına bakmak gerçekten mutluluk verici. Ama İngilizce, Almanca ve Fransızca hazırlanmış Likya Yolu haritalarında, rehber kitaplarında, çeşit çeşit cep sözlüklerinde ve amcanın hepsini birden boynuna astığı altı yedi düdükte beni rahatsız eden bir şey var.
Dağ köylerinin sakinleriyle çay içerken, çobanlara kaç saatlik bir yürüyüş kaldığını sorarken hep içimde tuttuğum ve varlığından habersizmişim gibi davrandığım o şey, birdenbire sözlüklerin ve haritaların aynasından bana göz kırpıyor belki de. Yabancılar arasında bir yabancı olduğumu mu hatırlıyorum yoksa?
Düdükleri tek tek elden geçirirken, “Bunlar kışın lazım oluyor” diyor amca. “Kışın kurt oluyor mu burada?” diye soruyorum. “E kızım, burada olmayacak da nerede olacak” diye cevap veriyor bana. Amcanın alaylı bir şaşkınlıkla cahilliğimi yüzüme vurması, nedense içimi rahatlatıyor.
28 Nisan 2017
Pansiyoncular bizle birbirleri hakkında, birbirleriyle de bizim hakkımızda konuşuyor anlaşılan. Gökçeören’e adım attığımızda ilk gördüğümüz kişi, pansiyoncu oluyor çünkü. Dağ patikasının köye vardığı yerde amaçsızca dolaşırken buluyoruz onu. Dahası steyşın Toros’u, sadece iki yüz metre ötedeki evine bizi götürmek için yolun kenarında bekliyor. Anlaşılan müstakbel konuklarının doğru kapıyı çalacağından emin olmak istiyor.
28 Nisan 2017
Bütün gün sımsıkı kavradığımız yürüyüş sopalarımıza ağırlığımızın hatırı sayılır bir kısmını yükleyen ellerimiz çıplak. Çay sırasında gelen, tanışmamızın ve düğünümüzün ayrıntılarıyla ilgili sorular, Sarıbelen’dekilerin bu konudaki şüphelerini Gökçeören’dekilerle paylaştığını söylüyor bize.
Evin şehirden dönen genç oğlu aramıza katıldığında, “Bak, düğün yapmamışlar, belediye nikâhıyla evlenmişler” diyor amca hevesle. “Dinle bak, ailesi altın istememiş.” Ertesi akşam genç oğlanın sevgilisinin ailesiyle tanışmaya gideceklermiş meğer. “Ben sana kaç defa al getir dedim, dinlemedin, bari düğün yapma bunlar gibi.” Aramızda oğlunu kız kaçırmaya ikna etmeye çalışan biri var. Oğlanın umurunda değil Allah’tan. Arkadaşlarını sarhoş olma fırsatından yoksun bırakmayacak belli.
29 Nisan 2017
Antalya’nın dağ köylerinde annesi ölmüş oğlaklar annesiz kalmıyor. Sabah yürüyüş ayakkabılarımızın iplerini sıkıştırırken, kocaman boylarına aldırmadan sanki hâlâ bebekmişler gibi Sarıbelenli teyzenin kucağına tırmanmaya çalışan iki keçi görüyoruz.
Bir başka iki yavrunun kahvaltısını, Gökçeörenli abla minik bir süt tenceresinde ısıtıyor. “Bugünkü yolumuz uzun” diyorum ona, “Çok isterdik ama yavruları izleyemeyiz, gitmemiz lazım.”
29 Nisan 2017
Fellos’ta, yürüyüş boyunca onlarcasının yanından geçtiğimiz anıt mezarlardan birinin içine girmek istiyorum nedense. Kapkalın mermer blok üzerindeki, hazine avcılarının mücadeleci ruhunun nişanesi olan oyuğun kenarında durup içeri bakıyorum.
Birkaç içecek kutusu ve yiyecek ambalajıyla birlikte kim bilir ne zamandan kalma bir kamp ateşinin izlerinin bulunduğu boş odaya bakıyorum ama içeri girmeye cesaret edemiyorum. Aradan kaç asır geçmiş olursa olsun, bedeni böyle devasa taşlar içine mühürlenmiş birinden geriye tek bir zerrenin bile kalmamasını bir türlü aklım almıyor.
29 Nisan 2017
Fellos’a varana kadar önce çamların altında, sonra çalıların arasında, en son da iri beyaz taşlardan başka hiçbir şeyin olmadığı yamaçlarda saatlerce tırmanmamız gerekiyor. Bu taşlar ürpertiyor beni. Belki de yürürken çok sayıda ören yerinin içinden geçtiğimiz için, taş taş üstünde bırakmayan bir felaketten arta kalanlar gibi geliyor bu görüntü bana.
O yüzden şırıl şırıl bir çoban çeşmesine, dev bir çınara ve çınarın gölgesine kurulmuş altından sular akan yüksek bir oturma yerine rastlamak, bir tanıdıkla karşılaşmak kadar mutlu ediyor beni. Bu ağaç gölgesinde, bu suyun başında saatlerce, günlerce oturabilir insan, diye düşünüyorum.
Sonra oturma yerinin diğer ucunda, yerde siyah bir şey fark ediyorum. Besbelli kalın tabanlı bir çift botun ağırlığı altında yere, tahta zemine yapışmış, avuç içi büyüklüğünde siyah bir akrep bu.
Muhtemelen bir iki gün önce, isimleri tahta duvarları dolduran turistlerden birinin öldürdüğü bu talihsize bakarken, günlerce değil, soluklanıp bir keyif sigarası tüttürecek kadar oturabilirim burada, diye düzeltiyorum kendimi.
29 Nisan 2017
Çukurbağ’a inerken dağ patikasında karşılaştığımız çoban “Yaban domuzu duydunuz mu?” diye soruyor bize. “Hayır” diyoruz. Dün gelen turistleri çok korkutmuş domuzlar meğer.
Bir anda, sesleriyle domuzları kaçırmak için avaz avaz bağırarak, kendilerini sakınmadan panikle aralarından geçtikleri çalılar yüzünden kolları bacakları çizik çizik olmuş hâlde köyün üzerinde belirmişler.
Kafamızda canlanan görüntüyü komik bulduğumuzu fark ettirmemeye çalışarak, “Biz domuz filan duymadık” diyoruz. Çok sonra aklımıza geliyor, duysak bile domuz olduğunu anlamazdık ki.
30 Nisan 2017
Çukurbağ’da kaldığımız pansiyonun sahiplerinden, Kate Clow’un kitabında yaşlı bir karı koca olarak şöyle bir bahsediliyor sadece. Artık o pek nazik İstanbul beyefendisi dede, evinin önündeki çiçeklerle süslü hoş gölgelikte yalnız oturuyor.
Hayır, aslında kuyruğunu sallayarak kapının önünde dolaşan, arada âdet yerini bulsun diye geçenlere havlayan sarı, tatlı bir köpek var. Bir de yolun ortasına kadar seke seke yürüyüp gözlerini kapının önündekilere diken saksağan var. Antrede, yerde çalan radyodan gelen türkü sesi de var.
Doksanına yaklaştığı hâlde dedenin parmaklarından düşmeyen sigaranın dumanı var. Sigaranın, bir domates konservesi kutusuna silktiği külleri var. İçerdeki işini bitirdiğinde gelip dedeyle oturan abla var. Evin hanımefendisi de var aslında; arkada, mutfağın hemen karşısındaki oturma odasının duvarında, bir fotoğraf çerçevesinin içinde.
30 Nisan 2017
Çukurbağ’dan Kaş’a yürüyorsanız eğer, Kaş’ı ilk defa ilçenin üzerinde bir duvar gibi yükselen, yüzlerce metre yukarıdaki bir uçurumun tepesinden görüyorsunuz. Manzaranın harikuladeliğine, Çukurbağ Yarımadası’nın, Meis Adası’nın parlak güneş altında mavi mavi tüten Akdeniz içindeki güzelliğine, birazdan o uçurumdan yürüyerek ineceğinizi bilmenin heyecanı karışıyor, nefesiniz kesiliyor.
Bir şeyi başka bir şeye benzetmeden tarif edemeyen, bir manzarayı diğeriyle kıyaslamadan kaydedemeyen beyniniz, size yolun önceki duraklarını gösteren bir slayt şov sunuyor. İyice emin olasınız diye, ne Babadağ eteklerinden Ölüdeniz’e bakmak ne de Faralya’dan Kelebekler Vadisi’ni izlemek, gördüğünüz en muhteşem manzara burada, bu uçurumun tepesinde.