Korku pazarının tuhaf tüneli

BEYZA KARAKAYA
Abone Ol

Sigorta reklamları, güvenlik sistemi reklamları, ultra lüks güvenlikli site reklamları, çelik kapı reklamları… Hepsi aynı misyonu üstleniyor… Zira reklamlar, korkudan beslenen, korkutarak beslenenler için en büyük vasıta. Korkular arttıkça, pazar büyüyor… Pazar büyüdükçe korkular artıyor… Sonra…

Dışarıda… Tatlı neredeyse pembemsi bir rüzgâr, bizi kanatlandırıp başka diyarlara uçuracakmışçasına dolaşıyor etrafımızda… Rüzgârı hissetmek için kapadığımız gözlerimizi hafifçe araladığımızda pembemsiliğin sebebini anlayıveriyoruz… Meğer adımlarımız bizi etrafı çocuklarla sarılmış, pamuk şekercinin önüne getirmiş. Çocukların cıvıltıları, çığlıkları neşeyle sarmalıyor bizi. Az ötede bir çocuk, bir eliyle annesini, bir eliyle babasını peşi sıra sürüklüyor. Hadi baba, “Şuna da binelim” diyor, yorgunluktan bitap düşmüş babasına, buyurgan bir sesle…

Evet, tam da düşündüğünüz gibi atlıkarıncalar, dönme dolaplar, çarpışan otolar, sihirli aynalar, gondollar, balerinler ve korku tüneli ile donatılmış bir lunaparktayız… Ağlayan, kikirdeyen, çığlık atan, neşeyle haykıran çocukların arasından yönümüzü bulmaya çalışıyoruz bu eğlence pazarında…

İçeride… Zifiri karanlık… Türk filmlerinin kabus sahnelerinden aparılmış çirkin yapış yapış kahkaha sesleri kulaklarımızı tırmalıyor.

Hiçbiri ilgimizi çekmiyor fakat… Yapacaklarımız ve de yapamayacaklarımızı, satın alacaklarımızı ve de alamayacaklarımızı bize fısıldaması, uzak duracaklarımızı listelemesi gereken bir motivasyon kaynağına ihtiyacımız var… Hayatın ortasında bir yerde, neşeli çocuk seslerinin mutlu ettiği insanların ortaya çıkardığı sahnenin, perde arkasında saklı olan bu motivasyon kaynağını ararken, adımlarımız bizi “korku tüneline” getiriyor…

İçeride… Zifiri karanlık… Türk filmlerinin kabus sahnelerinden aparılmış çirkin yapış yapış kahkaha sesleri kulaklarımızı tırmalıyor. Az ileride yanıp sönen ucube maskeleri hayal meyal seçiyoruz. Sonra, yanımızda birden bir goril bitiyor ve “gorilce” haykırarak göğsünü yumrukluyor. Zavallı, belli ki kendisini Godzilla zannediyor… Varsın Godzilla olsun, hatırı kalmasın, diyeceğiz ama “gövde gösterisi” kısa sürüyor, kenara çekiliveriyor. Sonra bir yerlerde biri çığlık atıyor. Sanıyoruz ki karanlık ziyaretçilerden birini içine çekiverdi. “Korkmayın” öyle hemen canım. Meğer, sağımızda duran sandığın kapağı açılmış da içerisinden çığlıklar atarak bir iskelet arzıendam eylemiş… Karanlığa gözlerimiz neredeyse alışmışken, tren duruveriyor birden… Her şey duruyor o anda… Kaç dakikadır, bizi itinayla korkutmak için bir pazar düzeni ve dahi düzensizliği içinde oraya buraya bırakılan, büyük bir kısmı Hollywood’un düşük bütçeli korku filmlerinden mülhem olarak tasarlanan “şeyler”in bıraktığı yapay korku hissi ve hazzını çocukluk korkuları olarak addedip gülüp geçen amigdalamız bu karanlıkta kalakalış, belki kayboluşla birlikte dakikalardır ilk kez gerçekten korkuyu hissedip, kulelerine haber gönderiyor ve korku çanları “bizim için” çalmaya başlıyor.

  • Neden lunaparktayız ve neden korku tüneline gidiyoruz, diye sorabilirsiniz pekâlâ. Hakkınız… Biz her gün sabah ve akşam hayatı lunaparkta oradan oraya koşturan çocuklar gibi yaşayanlar… Yaşadığımız parkı sevebilmek, parka daha iyi tutunabilmek için her gün sabah ve akşam mutlaka iki doz, zaman zaman da doz aşımı olarak “korku”yu üretiyor ve dahi başkaları tarafından üretilen korkuyu itinayla tüketiyoruz…

Üretilen korkular bizimle, kaçınmamız gereken, kaçınmamız gerektiği söylenen “şeyler” arasında “korkuluk” vazifesi görüyorlar. Yok “hortkuluk” demiyorum, Hayri Çömlekçi’den özenip. “Korkuluk” diyorum. Bildiğimiz kargaları tarladan uzak tutmak için üretilen korkulukla teoride aynı işlevi görüyor gibi ama değil. Böylesini ben uydurdum az evvel… Siz ona “öcü” falan diyor olabilirsiniz. Bu başka bir şey. Hobsbawm’ın kulakları çınlasın ki artık çınlayamaz, o zaman da kemikleri sızlasın. (Ne istiyorsam elin sosyal bilimcisinden) Bahsettiğim “korkuluklar” bir toplumu bir arada tutabilmek, çocukları terbiye edebilmek ya da sade ve sadece pazarını devam ettirebilmek ve bu pazardan beslenebilmek için yeniden ve yeniden icat edilen korkulardan mürekkeptir. The Village filmini izlediyseniz bu icat edilen korkuların, “korkuluk” olarak nasıl tasarlandığını hatırlayacaksınız.

Şimdi, ürettiğimiz ya da bizim için üretilen korkuları, “korkulukları” görmek, belki korkup titremek belki korkuyu yerinde sıcak sıcak tüketmek için bir korku tüneli tasarlayalım birlikte, neşeyle kikirdeyen çocukların hemen yanı başında... Yalnız girmeye korkarsınız diye, tünel boyunca ben de eşlik edeceğim size… Unutmadan söyleyeyim, içeride yaşanacakların kimisi gerçek, kimisi aklınızın kimisi hayal gücünüzün bir oyunu… Şimdi trendeki yerlerimizi alıp, kemerlerimizi bağlayalım. Ve en önemlisi sıkı -çok sıkı- tutunalım...

Aşırı önemli not: Bu tünel kalp hastaları ve çocuklar için tavsiye edilmez. İş bu uyarı yazarın sorumluluğunu ortadan kaldırır…

Biz büyürüz, korktuklarımız da büyür içimizde-bizimle

“Çocukluğumuzda hissettiğimiz korkular, her önüne gelen şeyden korkmamız, acaba birisinin bizi yemesinden duymuş olduğumuz korkudan mı kaynaklanıyor? Karanlıktan ve yalnız kalmaktan korkmamız da acaba bize o geçmişte kalan terk edişi mi hatırlatıyor? Büyüyünce eski korkaklar olan bizler, etrafa korku salmaya başlıyoruz. Av avcıya dönüşüyor, ağızda çiğnenen yiyecekse onu çiğneyen ağıza. Dün bizi çok korkutan canavarların hepsi bugün bizim tutsağımız; hayvanat bahçelerimizdeki kafeslerde yaşıyorlar, bayraklarımızı ve marşlarımızı süslüyorlar.” Eduardo Galeano, Aynalar

Çocukluğumuzda hissettiğimiz korkular, her önüne gelen şeyden korkmamız, acaba birisinin bizi yemesinden duymuş olduğumuz korkudan mı kaynaklanıyor?

Tünelin başında, çocukluğumuz, çocukluk korkularımız selamlar bizi. Hemen sağımızda, ev sakinlerinin bulunmadığı karanlık odaya girmekten korkan bir çocuk, odanın eşiğinden içeriye bir türlü adım atamaz. Zira kapının hemen arkasında saklanan “öcünün” onu yakalayacağından korkar… Bir zamanlar o çocuğun siz olduğunuzu unutmuş olmalısınız ki gülümsüyorsunuz şimdi… Hiç düşündünüz mü çocukluğa dair bu evrensel “karanlık oda” korkusunun nasıl üretildiğini. Durun ben size anlatayım. Evlerin sobayla ısıtıldığı zamanlarda, tüm aile fertlerinin aynı odada oturduğu ve uyuduğu gün ve gecelerde çocuklar sobanın etrafından ayrılmasınlar ve böylece hasta olmasınlar diye diğer odalarda “öcü” olduğuna inandırılırlardı… Diğer, karanlık odalarda “öcü” olduğuna inanan çocuklar büyüdüklerinde bu masalı anlatmaya devam ettiler ve kültürel hafıza vesilesiyle bu korku, çocuklarda kalıtsal hâle geldi… Tabii gece lambası üreticileri de bu masalı, ürünlerini pazarlamak için epeyce desteklediler. Yok canım, atıyorum tabii ki, bakmayın siz bana… Ama böyle bir şeyler olmuş olabilir değil mi? Çok da akla zarar değil.

Şimdi solumuzdan gelen sese kulak verelim. Türlü değer ve normları çocuklara kazandırmak için ve bunların 'değilleriyle' çocukları uyarmak için anlatılan korku dolu masalları, hikâyeleri anlatan, kimi zaman müşfik kimi zaman heyecanlı, kimi zaman azalan kimi zaman yavaşlayan ama durmadan ve durmadan anlatan 'bu sesi' hatırladınız mı?

Hani… Çocukken bize masal anlatırdı büyüklerimiz. (Şanslı nesildik vesselam) Masalda normlarla antinormlar arasındaki geçişi engellemek için dikilen mutlak kötülük ve bu mutlak kötülükten doğan mutlak karanlık olurdu. Yalan söyleyeceğimiz zaman, kurtlara yem olan yalancı çoban hikâyesini, kötü söz söyleyeceksek kötü söz söylediği için nefesi kötü kokan oğlanları ya da dili kopan kızları hatırlardık. Tanımadığımız biriyle konuşmaktan ve onların verdikleri şeyleri almaktan, anlatılan karanlık hikâyeler sebebiyle imtina ederdik…

Ehem ehem… Kem küm… Seslerinin geldiğini duyar gibiyim… Bu bölümü hızlıca geçmek istiyoruz galiba, zira dışında türlü eğlenceler, mutluluklar yaşanan; içiyse korku tüneli olan “bu lunapark”, çocuklara anlatılan korku masallarının çok da beklenilen sonuca ulaşılmadığının en somut delili gibi.

Tünelde biraz ilerleyince, başka diyarları da görebildiğimiz “kara ayna” çıkıyor karşımıza. Cadılar, gerçek yüzlerden yapılan maskeler, dönüşen patatesler, yaratığımsı deterjanlar, kurt adamlar, konuşan bal kabakları… Hâlâ bir şey çağrıştırmadı mı? 90’larda yaşayan çocuklardansanız şayet, adını bir türlü hatırlayamadığınız o korku dizisinden bahsediyorum. Hani, okuldan eve heyecanla gelir, çantanızı attığınız gibi ekranın başına koşardınız. Koşardık… R. L. Stine’ın çocuklar için yazdığı korku hikâyelerinden uyarlanan Goosebumps isimli bu dizi, tıpkı büyüklerimizin bize bir davranıştan kaçınmamız gerektiğini kısaca söylemek için anlattığı o korku masallarına benziyordu. Çocukları, yalan söylemek, eşek şakası yapmak, birini dışlamak, intikam almak, hırs yapmak, büyüklerin sözünden çıkmak, gidilmemesi gereken yerlere gitmek gibi davranışlardan uzak tutmak, kıssadan hisse çıkarmak için her bölüm bir davranış ve bir korku teması üzerinden işleniyordu. Dizinin uyarlandığı kitabın yazarı ve aynı zamanda anlatıcı rolündeki R. L. Stine “Herkese korku dolu bir gün” dilemesiyle bölüm sona eriyordu. İliklerimize kadar korkup, diğer bölümünü heyecanla beklediğimiz ilk “şeylerden” biriydi… Biz çocuklar, bir eğlence biçimi olarak korkuyu henüz keşfetmiştik o yıllarda…

Hadi… Çocukluğumuzda daha derinlere dalmadan çıkalım buradan…

Korku-(tu)cu teyzeler

Tünelde ilerlerken tam karşımızda, yaşlı bir kadın beliriyor. Yerlilere özgü bir dans yapıyormuş ve bir ayinin olmazsa olmazı olan kendi dilindeki o efsunlu sözleri haykırıyormuş gibi ellerini beline koyup bir öne bir arkaya sallanıyor. Bir yandan da haykırıyor:

“Evvel zaman içinde, var imiş bir dunganga, alırmış çocukları atarmış sepetine, yaparmış hep dunganga, dunganga, dunganga…”

Aahh Belinda! Filminde, çocukları uyumadan önce bir doz korkutmak için söylenen bu tekerleme, halkın kendi içinde ürettiği korkuları birinci elden yayması için sözcülüğü “teyzelere” bırakmasının fragmanı âdeta…

Hadi… Çocukluğumuzda daha derinlere dalmadan çıkalım buradan…

Mesela… Büyüklerin kahve içmelerine imrenip, içmek isteyen çocuklara orada bulunan “teyzelerden” illa ki bir tanesi “Kahve içme bak. Sonra nişanlın esmer olur” demez miydi? Sizi kahvenin zararlı etkilerinden korumak isterken, esmerliğin kötü, korkulacak bir şey olduğuna ikna etmek isteyen teyzenin sözlerini kulak ardı ettiğinizi kanıtlamak için önünüze gelen kahveyi onun gözlerinin tam içine bakarak yudumlar, bittiğinde ise, yine gözlerinizi ondan ayırmadan parmağınızı fincana daldırıp telvesini sanki çikolataymışçasına yerdiniz belki… Siz de…

Korkunun üretiminde tek sorumlu medya, sosyal medya, siyaset, filmler, reklamlar değildi hasılı; konu komşu, akraba eş dost da korkuyu birinci elden servis ediyordu. Yalnız çocukken de değil üstelik… Büyüdüğünüzde ve şimdi de… Sizin aklınızda olmayan bir korku aklınıza mıhlanıveriyor ve düğünlerde anons edilen takı törenlerindeki gibi komşunuzdan, teyzenizden size bir tane tazecik, nur topu gibi bir korku hediye gelebiliyor bir anda… Yani… Korku medyada-medyaca üretilip, sözlü kültürle besleniyor…

Sonra… Tünelde, karşımızda duran yaşlı kadın, arka arkaya boşaltıveriyor tüm cephaneliğini. “Çok güldük, kesin başımıza bir şey gelecek…”, “Bir evde bir çocuk sürekli ağlıyorsa o evden mutlaka cenaze çıkar”, “Yatarken çorapları baş tarafa koymak iyi değildir, insan çabuk ölür”, “Tencerede su boşu boşuna kaynarsa düşmanlar çoğalır”, “Elleri diz üzerinde kavuşturmak, parmakları birbirine geçirip el bağlamak iyi değildir, insanın kısmeti kapanır”, “Kapı eşiğinde oturulmaz, insan fakir olur.”

Korkudan öleceğiz neredeyse! Hortuma şahit olan Sinoplu teyzeden replik çalarak, “O anda bir elaaamet geldiii. Vhuuuu” diye çığlıklar atarak uzaklaşıyoruz oradan…

Tırnak diplerinde korku saklayan ve ağzı olan eller

Tünelin belki de en –korkunç- yerine geldik… Karanlığın içinde nereden çıktığı ve kime ait olduğu belli olmayan yüzlerce el bizi çekiştirmeye başlıyor birden. Bize doğru uzanan her elde, aynı zamanda bir de ağız var. Ağzı olan eller bizi oradan oraya çekiştirirken bir yandan da kulağımıza avaz avaz haykırıyor… Önce ne söylediklerini anlayamıyoruz ama söyledikleri “şeyler” yüzünden korkudan ölmek üzere olduğumuzu biliyoruz.

Tünelin belki de en –korkunç- yerine geldik… Karanlığın içinde nereden çıktığı ve kime ait olduğu belli olmayan yüzlerce el bizi çekiştirmeye başlıyor birden.

Neden sonra anlıyoruz onları… Ağzı olan ellerden bir tanesi “TERÖR” diye haykırırken diğeri “KADINA ŞİDDET” diye haykırıyor. Bir tanesi “ÇOCUK İSTİSMARI” diye çığlık atarken, bir tanesi “İŞSİZLİK” diye bağırıyor. “SAVAŞ” diyor bir tanesi, diğeri “GASP VE KAPKAÇ” diyor. “TECAVÜZ” diyor bir tanesi diğerlerini bastırmak için olabildiğince yüksek sesle… Diğeri onu duymamış gibi “HIRSIZLIK VE DOLANDIRICILIK” diyor. Diğerlerini susturmak için bir tanesi en üste zıplayıp “TRAFİK KAZASI” diyor. Bir başkası “ALKOL VE UYUŞTURUCU” diyor. “EKONOMİK KRİZ” diyor bir tanesi ağladı ağlayacak sesiyle… “KÜRESEL ISINMA” diyor cool sesiyle bir tanesi… “DEPREM” diyor bir tanesi sinirlenmiş belli ki… Sonra sesler birbirine karışıyor…

Boğulacak gibi oluyoruz. Nefesimiz kesiliyor. Bacaklarımız titriyor korkudan… Bize haykırılan tüm korkuları bir çuvala doldurup sırtlanıyoruz hemen… Bizi oradan oraya çekiştirirken, tırnak diplerine korku dolan bu ağzı olan ellerin, sosyali ve de asosyali ile medya olduğunu biliyoruz fakat. Haber spikerleri, TV programı sunucuları, gazete haberleri, sosyal medya fenomenleri, trolleri… Bir yerlerde özenle üretilen korku, tüketiciye ulaşmadan evvel son kez onlara ulaşıyor… Onlar tarafından dağıtılıyor, fısıldanıyor belirsizliğe… Bir parfüm gibi dağılıyor havaya korku… Kendileri bu süreçten nasıl çıkıyordur gibi soruların müphemliği başımızı döndürse de, yolumuza devam etmeye karar veriyoruz. Fakat hiçbir şey eskisi gibi değil… Ne biz aynı biziz ne de yol aynı yol…

Korku pazarı veyahut korkuyu pazarlamak

Tünelin çıkışına az kalmış olmalı, hava akımından bunu anlıyoruz... Bir rahatlama kaplıyor içimizi. Bitecek az sonra diyoruz… Bitecek…

Fakat bitmiyor. Tam karşımıza bir sahne kuruluyor birden. Sahnede iki kişi oturuyor. Işık sahnenin üzerinde. Ama yalnızca birini aydınlatıyor. Aydınlık tarafta bir kadın, karanlık tarafta bir erkek oturuyor.

Karanlığın içinden en karanlık hâliyle “erkek” sesi aksiyon müziği eşliğinde anlatıyor: O gece çocuklarla takılıyorduk. Ama bayağı bir ağır takılmışız…

Kadın ise vakur ve mazlum tavrını kuşanmış, “Eşim vefat ettikten sonra kızımın hem annesi hem babası oldum.”

Karşılıklı diyalogmuşçasına konuşuyor karanlık ve aydınlık taraf… Belli ki bir gölge oyunu…

  • Erkek: Artık bana ne verdilerse…
  • Kadın: O gün de geç saatlere kadar ödevini yapmasına yardımcı oldum.
  • Erkek: Benim gözüm bir şey görmez oldu.
  • Kadın: İçim geçmiş.
  • Erkek: Gözümün kestirdiği bir ev vardı zaten.
  • Kadın: Tam uykuya dalacaktım.
  • Erkek: Evde ana kız yalnızlar.
  • Kadın: Bir tıkırtı duydum.
  • Erkek: Evde ne var ne yok alır giderim, diyorum.
  • Kadın: Acaba, dedim, kızım mı kalktı.
  • Erkek: Dayandım kapıya.
  • (Müzik korku efekti hâlini alıyor burada.)
  • Kadın: Baktım tıkırtılar kapıdan geliyor.
  • Erkek: Bir iki hoop, kapı açıldı.
  • Kadın: Kızımın yanına nasıl koştum, bir Allah biliyor bir ben. (Kadının gözlerinden yaşlar akmaya başlar.)
  • (Korku efekti yerini ilk baştaki müziğe bırakıyor.)
  • Erkek ve kadın birlikte: Sonra bir alarm çalmaya başladı.
  • Sahne alarm sesiyle yankılanır.
  • Kadın: Nasıl yüreğimize indi…
  • Erkek: Ben o alarm sesini üretenin var ya…
  • Erkek kaybolur…
  • Kadın: Çok şükür “Korkma biz varız” güvenlik sistemi var…
  • Dış ses: İnsanlarla korktukları arasında neyse ki, “Korkma biz varız” var…

Donuk yüz ifademizin derinlerinden bir şeyler bulup çıkarmaya azmetmiş olmalı, sahnedeki kadın gözünü bizden ayırmıyor. Pes etmemizi bekliyor belli ki… Reklamları izlediğimizi biliyoruz elbette.

Bu birden fazla basma kalıp yargının sarmalanmış hâli reklamı nereye koyacağımızı bilmiyoruz… Yalnız yaşayan kadına her türlü kötülük musallat olabilir mi diyor? Başında bir “erkek” olmayanlar kötülüklere açıktır mı diyor? Yalnız başına çocuk yetiştirmek zordur mu?… Hele kadınlar için mi?… Kadının hem ana hem baba olması gerekir mi? Çocuklar ödevlerini tek başına yapamazlar. İlla ki başında durup yaptırtmak gerekir mi? G hiçbiri mi? H hepsi mi?

Bunların hepsinin hem hiç önemi yok hem hepsi her şeyden önemli… Fakat reklamı izleyen bekâr bir anne ya da yalnız başına yaşayan bir kadın için iki şık kalıyor geriye. Ya gidecek o malum güvenlik sistemini alacak ya da evlenecektir…

Sigorta reklamları, güvenlik sistemi reklamları, ultra lüks güvenlikli site reklamları, çelik kapı reklamları… Hepsi aynı misyonu üstleniyor… Zira reklamlar, korkudan beslenen, korkutarak beslenenler için en büyük vasıta. Korkular arttıkça, pazar büyüyor… Pazar büyüdükçe korkular artıyor… Sonra…

Tam gökten üç elma düşecekken, biz korkmayalım diye gökten düşen elma savıcı paratoner icat ediliyor… Sonra “Kurtlu” pazar bunu da pazarlıyor…

Tünelin sonu- The end of the story

Bu sefer tünelin sahiden sonuna geliyoruz… İçimizde kaynayan onlarca korku ile. Çocukluğumuzun korkuları, geleneksel korkular, korkucu teyzeler, tırnak diplerinde korkuyu saklayan medya, korkuyu pazarlayanlar… Amigdalamıza dadanan onlarca ünlem, soru işareti var. Fakat olsun, diyoruz, tünelden çıkıyoruz ya…

Modern bir helak hikâyesi
Nihayet

Tekrar neşeli cıvıltıların ortasına, lunaparka döneceğimizi düşünerek tünelden çıkıyoruz…

Tünelin çıkışının başka bir tünele bağlandığından –henüz- habersiziz…