Komik-i şehir :Nâşid Efendi
Nâşid Efendi epeydir meftunu olduğu Kantocu Amelya Hanım ile evlenir. Eşinin annesi Kantocu Verjin, babası tiyatroların “yakışıklı ve usta kemancısı” Yorgi Efendi, kardeşi Niko Efendi’yi de tiyatrosuna katar. Bu evlilikten ileride isimlerinden sıkça bahsettirecek iki güzide isim doğar. Bunlardan biri 1928 senesinde dünyaya gelen usta tiyatroculardan Selim Nâşid, diğeri ise 17 Haziran 1930 ’da doğan ve canlandırdığı Hafize Ana rolüyle hafızlara kazınan Adile Nâşid’dir.
Tuluat sanatımızın en büyük isimlerinden Nâşid, 1889 senesinde Şehzadebaşı, Balaban Ağa Mahallesi’ndeki konak yavrusu bir evde dünyaya geldi. Asker bir aileye mensuptu. Babası bir dönem II. Abdülhamid’in eczacıbaşılığını da yapan Mirliva Hacı Ahmed Bey, büyük amcası ise Bahriye Merkez Hastahanesi başhekimi Rıfat Paşa’dır.
İlk eğitimini Kuyucu Murad ve Şehzadebaşı mekteplerinde tamamladıktan sonra Bâyezid Rüştiyesi’ne yazıldı. Henüz sıbyan mektebinde okurken evlerinin hemen bitişiğindeki tiyatro sayesinde tuluat sanatıyla tanıştı.
Burası Komik-i Şehir Abdî Efendi’ye aitti. Dönemin meşhur oyuncularından Kel Hasan’ı da ilk defa burada izleme fırsatı buldu. Oyunlara, babasından izin alamamasından sebep, ancak büyük bir gizlilik içerisinde gidebilmekteydi.
Abdî Efendi ve Kel Hasan’ı izlerken, bir gün onlar gibi kendini sahnede hayal etmekten kendini alamaz; evde bu ikilinin taklitlerini yapardı. Kel Hasan ne zaman sokağın başında gözükse, mahalle çocuklarının ellerine Nâşid tarafından tahta parçalar tutuşturulur ve tertip edilen tören alayı bu büyük sanatkârı selamlardı. Kel Hasan kendisine gösterilen hürmet ve teveccühü asla boş çevirmez, onları bedava oyuna alırdı.
Rüşdiye’de tahsil gördüğü sıralarda Şehzadebaşı’nda bulunan Millet Tiyatrosu’na –ki sonraları adı Turan’a çevrilecek ve Nâşid burada uzun yıllar sahne alacaktı– gidip, arka sıralarda teneke çaldığı ve Abdî Efendi’nin dikkatini ilk defa bu suretle çektiğini sık sık anlatır. Derken Rüşdiye’den de mezun olur.
Artık uzunca süredir hayallerini süsleyen tiyatro işine atılmasında bir engel kalmamıştır. Fakat babası Ahmed Bey bu işe sıcak bakmaz. “Hem tiyatroculuk illetinden kurtulması hem de askerî disiplin kazanması” için elinden tuttuğu gibi Baytar Mekteb-i Şahanesi’ne götürüp kaydettirir. Lakin Ahmet Bey’i büyük bir sürpriz beklemektedir. Mahalleye döndüğü vakit oğlu Nâşid’i sokakta, çocuklara taklit yaparken bulur.
Oğlunun tiyatro sevdasına çare bulamayacağını anlamasıyla inadından vazgeçer ve bu işe rıza gösterir. O vakitler 17 yaşında olan Nâşid, vakit kaybetmeden Mızıka-yı Hümayun Ocağı ’na intisap eder. Burada geçirdiği süre içerisinde Kuklacı Halim Bey’den tiyatro, Zeki Bey’den ise keman eğitimi alır.
Ahmed Bey’in yakın arkadaşı olan Abdî Efendi o sıralar ocağın orta oyunu kolunu yönetmektedir. Ahmed Bey, oğlunun orta oyunu koluna alınması hakkında hususen ricacı olur. Böylece Nâşid, Mızıka-yı Hümayun’un orta oyunu koluna dâhil edilir.
Fakat iki sene boyunca birkaç ufak rol dışında sahne alamaz. Zira o vakitler bir mukallidin (taklitçi) yerine geçmek, ancak onun vefatı ile mümkündür. Ama Nâşid yılmaz; sahneye çıkamasa dahi koğuş arkadaşlarına her gece türlü taklitler yapar, monologlar sergiler. Her defasında da arkadaşlarını güldürmeyi başarır. Koğuşta kazandığı şöhretin de yardımıyla Bertrand’ın salon komedisinde ufak roller almaya başlar. Bertrand onun taklit yeteneğini görmüş ve Hokkabazlar Topluluğu’nda ona pandomimsi roller vererek bu özelliğinin gelişmesini sağlamıştır. Zaman içerisinde eski hocası Kuklacı Halim Bey’le birlikte Paskal rolünde de çıkmaya başlar.
Günlerden bir gün Abdî Bey, muhacir taklitleriyle meşhur Servet Efendi’nin vefat ettiğini ve onun yerine kendisini düşündüklerini ve bir hafta sonrasına imtihan edilebileceğini haber eder. Nâşid kendisini imtihan edecek jüri heyetini görünce telaşlanır; bu telaşında haksız da değildir. Zira o jüri, devrinin en usta isimlerinden oluşmaktadır. Jüride kimler yoktur ki?
İranlı taklidiyle şöhret kazanmış Hakkı Nâci Efendi, Şarklı mukallitliğiyle meşhur Hakkı Bey, Türk benzetmeleriyle ün kazanmış “Patlıcan” lakaplı Rıfat Bey, kendisine “Kocakarı” lakabını bahşeden canlandırmalarıyla tanınan Fuad Bey… Sınav edileceği oyunu açıkladığında Nâşid’in heyecanı kemal mertebesine ulaşır. İlan edilen oyun, Nâşid’in yıllar sonra sahneye koyacağı Rüya’da Taaşşuk adlı oyununa ilham verecek olan, Meddah İsmet’in Millet Kayığı adlı meşhur eseridir.
Oyun Üsküdar’dan kalkan bir kayığa binen türlü kişilerin yolculuk boyunca kendi şiveleriyle konuşmasını konu edinir. Ustaların karşısında heyecan ve utancından istediği gibi bir oyun sergileyemeyen Nâşid, son çare olarak “İzin veriniz de arkamı dönüp oynayayım” der. İsteğinin jüri tarafından kabul görmesi üzerine rolünü ustalıkla sergilemeye başlar ve tam on iki farklı taklidi hakkıyla sahneleyerek sınavı başarıyla geçer.
Meşrutiyet’in ilanına değin Mızıka takımı sanatkârı sıfatıyla orta oyunu, operet, hokkabazlık, pandomim, dram gibi pek çok farklı oyunda yer alır. Bu esnada Muallim Zeki Bey idaresindeki dram heyetiyle, bazı hayır cemiyetlerinin yararına tertip edilen bir dizi müsamerede seyircinin karşısına çıkar.
Turan Tiyatrosu’nda sahneye koyduğu Harem Ağası Ud Meşk Ediyor ve Harem Ağası Evleniyor adlı oyunlar harem ağalarını fazlasıyla kızdırır ve nihayet Nâşid’in sahne aldığı bir gün tiyatro basılır. Nâşid olası bir dayaktan ilkinde pencereden, ikincisinde ise arka kapıdan kaçarak güç bela kurtulabilir.
Mızıka-yı Hümayun, Meşrutiyet’in ilanından kısa süre sonra dağıtılınca Abdî Efendi yeni bir heyet kurar ve Nâşid’i de burada dâhil eder. Nâşid, Pembe Kız operetinde Dalkavuk rolünü üstlenir. Rolü icabı sergilediği başına buyruk tiyatroculuğuyla büyük başarı elde eder. Bu başarısı kendisine çok önemli bir unvanı kazandıracaktır: Günlerden bir gün Fevziye Tiyatrosu’ndaki bilmem hangi temsil sonrasında perde alkışlar eşliğinde kapanır.
Abdî Bey birden Nâşid’e döner ve “Nâşid Molla, bu akşam mükemmel oynadın. Tebrik ederim” derken bir yandan da belindeki kuşağı çözmeye başlar. Kuşağını hallettikten sonra başındaki fesini de çıkartarak emanetleri Nâşid’e verir.
Böylece komik-i şehir unvanı Nâşid Efendi’ye geçmiş olur. Daha sonraları Kemal Dâvetî’nin de mensubu olduğu Nureddin Şefkatî ve Madam Hekimyan Toğluluğu’yla sahne alır. Bir aralık Müfit Ratıp tarafından kurulup, Şehzadebaşı’ndaki eski Fevziye Tiyatrosu’nda temsiller veren Amatörler Teşkilatı’nda görev yapar. Büyük Behzad, Ressam Muazzez, Benilvan ve Rozali gibi isimlerin bulunduğu bu heyet, oyunlarını Millî Sinema’nın bulunduğu yerde kurdukları Sahne-i Heves’de oynar. İlk oyunları, uzunca yıllar şehir tiyatrolarında da sahnelenecek olan Beyimin Tiyatro Merakı olur.
Nâşid’in görev aldığı ve İbnürrefik Ahmed Nuri, Ressam Muazzez, Musahibzâde Celâl, Beylerbeyili Fuad,bestekâr Kaptanzâde Rıza, Nureddin Şefkatî ile birlikte ileride Dârü’l-Bedâî’yi kuracak olan Reşad Rıdvan gibi sanatkârlardan oluşan bir orta oyunu topluluğu daha vardır. Bunlar sadece hususi meclislerde sahne alan özel bir heyettir.
Bu oyunlarda Ahmed Nuri pişekâr, Musahibzâde kocakarı, Reşâd Rıdvan ise çelebi rollerini üstlenirken, Nâşid ise bazı taklitli rolleri sahneler. Nureddin Şefkatî, Muvahhid Cemâl Bey ve Kınar Hanım “Millî Sahne” adıyla oyunlar oynadığı vakit Nâşid, Hüseyin Suad’ın Hoş-kadem Gebe komedisinde Arap Bacı rolüne bürünür. Bunların dışında Donanma Cemiyeti Temsil Heyeti, Benliyan Operet Heyeti gibi daha pek çok grupla daha çalışan Nâşid, bir ara Shakespeare’in en ağır trajedi oyunlarından Hamlet vb. temsilleri de sergileyerek gerçek bir tiyatrocu olduğunu ispatlar.
Oyunculuğunun yanı sıra hazırcevaplığı da seyircilerin ilgisini kazanmıştır. İzleyicilerin bazıları Nâşid’i sinirlendirip kendisine cevap versin diye oyunun ortasında ona laf atmayı âdet hâline getirir. Bunlar arasında Akşam gazetesi muharrirlerinden Selâmî Serdeş’de vardır.
Selâmî Bey gençliğinde Kuşdili Tiyatrosu’nda temsil edilen Âşıklar oyunu devam ederken, tıpkı bir önceki gün yaptığı gibi, Nâşid’e laf atar: “Beyitlerin hep böyle bir örnek mi/ Koca burnu papağana tünek mi?” Nâşid bu sataşma karşısında bir an bile duraklamadan şu cevabı verir: “Dün gece aheng vardı, çektim uzun bir hey hey/ Kafam kızmaya görsün fiyakanı bozarım küçük bey!” Salonda bir alkış kıyameti kopar ki sormayın. Selâmî Bey de bir daha Nâşid’le aşık atmamak adına kendine söz verir. Derken Nâşid kendi sahnesini kurar.
Tam da bu sıralarda epeydir meftunu olduğu Kantocu Amelya Hanım ile evlenir. Eşinin annesi Kantocu Verjin, babası tiyatroların “yakışıklı ve usta kemancısı” Yorgi Efendi, kardeşi Niko Efendi’yi de tiyatrosuna katar. Bu evlilikten ileride isimlerinden sıkça bahsettirecek iki güzide isim doğar.
Bunlardan biri 1928 senesinde dünyaya gelen usta tiyatroculardan Selim Nâşid, diğeri ise 17 Haziran 1930’da doğan ve canlandırdığı Hafize Ana rolüyle hafızlara kazınan Adile Nâşid’dir. Nâşid Efendi çok çabalamasına rağmen tiyatro işletmeciliğini beceremez ve eski adı Millet olan Turan Sinema ve Tiyatro’suna geri döner. Burada harika bir ekip oluşturur. Mesela kendisine eşlik eden Kel Mustafa adlı davulcusu keyfe gelip attığı sololarla ünlenir; Nergis Moğol ise dans konusunda öteden beri bilinen bir sanatkârdır. Nâşid beyaz perdede de şansını dener. Bir Millet Uyanıyor’da ufak ama etkili bir rolü vardı. Fakat beyaz sahnede de başarılı olabildiğini asıl Duvaksız Gelin adlı filminde efsane bir şekilde oynadığı kocakarı rolüyle gösterir. Bir aralık Musevi bir arkadaşının yönlendirmesiyle Beyazıt’ta piyango bayi açar ama işler istediği gibi gitmez ve kısa sürede dükkân kapanır. Bu sıralarda bir Rufai şeyhine intisap eder.
1938 yılında tertip edilen jübilesinde “Halk Sanatçısı” unvanına layık görülür. Bu senelerde iyice nükseden hastalığından sebep, zaman zaman sahnelerden uzak kalır ve nihayet 1940 senesinden vefatına kadar bir daha sahne alamaz. Nâşid’in gelemediği vakitlerde Turan Tiyatrosu, öğrencisi Dümbüllü İsmail tarafından devam ettirilir.
Nâşid hastalığı sırasında pek müşkil durumda kalır, maddi zorluklar çeker. Kendisine sahip çıkan da olmamıştır. Devrin gazetelerinde neşredilen söyleşilerinde kırgınlığını açıkça dile getirir.
Hatta bir keresinde Türk sahnesinin en büyük ismi Ahmed Fehim’in ancak son demlerinde tertip edilen jübile sayesinde kaldırılabilen cenazesinden; merhum Abdî’nin cenazesinin kimse sahip çıkmadığı için Eyüp Belediyesi tarafından kaldırıldığından ve Asım Baba’nın içler acısı hâlinden dem vurarak kendi akıbetini de pek iyi görmediğini söyler.
Söyler ama kimse oralı bile olmaz. “Ölüp gittiğimde tabutumu Turan Tiyatrosu’nda bir dakika da olsa bekletiniz” diye vasiyet eder ve 26 Nisan 1943 tarihinde bu hayata gözlerini yumar. Vasiyetine ancak ufak bir değişiklikle riayet edilebilir: Tabut Turan Tiyatrosu’nun sahnesinde değil kapısında bekletilir. Zira içeride bir Amerikan filmi sahnelenmektedir. Hilâl, Millî ve Ferâh tiyatroları ise afişlerinin üzerine siyah kumaşlar geçirip o günkü bütün gösterileri iptal ederler.
Sonunda Komik-i Şehir Nâşid Efendi, Merkez Efendi’ye defnedilir. Mezarı tam dört sene boyunca kimsenin aklına gelmez, başına bir taş bile dikilmez. Nihayet Nusret Sefa Coşkun’un köşesinden yaptığı duyurular neticesinde Hayati Boztaş adlı bir hayırsever harekete geçip mezarı yaptırır; Nâşid Efendi’nin vefatından tam dört sene sonra…
İşte yaklaşık otuz beş sene boyunca İstanbul halkını güldürmek için uğraşan ve bu uğraşısında da başarıya ulaşan usta sanatkârımızın özetlenmiş hayat hikâyesi. Komik-i Şehir Nâşid Efendi gibi adını sanını unuttuğumuz daha nice değerlerimiz vardır ki onlara bir mezarı bile çok görmüşüzdür. Oysa vefa ne bir semtin ne de bir içeceğin taşıyabileceği hafiflikte bir mefhumdur; kaldı ki “Vefâ imandandır”…