Kiyarüstemi'nin dinlediği son şarkı ve sanatıyla Solmaz Naraghi

ZEYNEP ÖZEL
Abone Ol

Çoğumuz onu bir hastane odasındaki Abbas Kiyarüstemi’nin başucunda,Namcu’nun bestelediği Sa’dî’nin bu sözlerini okuduğu videoyla tanıdık.Kiyarüstemi hasta yatağında, beyazlar içinde, koyu renk gözlüğünün ardındakigözyaşını silerken, onun filmlerinden bir sahnede gibiydik. İzleyenlerde de aynı etkiyi uyandıran bu sahne, Solmaz Naraghi’nin bu şarkıyı seçme sebebi, nasıl tanıştıkları ve nicesi… Kafamda sorular, içimde Kiyarüstemi’nin bir başka etkileyici filmi olan “Şirin” in kapanış şarkısı “Gum şodem”deki sesiyle, Solmaz Naraghi’nin peşine düştüm ve neden sonra kendisine ulaşabildim.

  • “Vefatımızdan sonra bir ömür daha lazım bize
  • Çünkü bu ömrü böyle geçirdik ümit etmekle”

Çoğumuz onu bir hastane odasındaki Abbas Kiyarüstemi’nin başucunda, Namcu’nun bestelediği Sa’dî’nin bu sözlerini okuduğu videoyla tanıdık. Kiyarüstemi hasta yatağında, beyazlar içinde, koyu renk gözlüğünün ardındaki gözyaşını silerken, onun filmlerinden bir sahnede gibiydik.

İzleyenlerde de aynı etkiyi uyandıran bu sahne, Solmaz Naraghi’nin bu şarkıyı seçme sebebi, nasıl tanıştıkları ve nicesi… Kafamda sorular, içimde Kiyarüstemi’nin bir başka etkileyici filmi olan “Şirin” in kapanış şarkısı “Gum şodem”deki sesiyle, Solmaz Naraghi’nin peşine düştüm ve neden sonra kendisine ulaşabildim. Yazışmalarımız boyunca o kadar sıcak ve doğaldı ki kendisine bir kez de buradan teşekkür etmek istiyorum. Sadece Kiyarüstemi ile tanışıklığı ve birlikte yaptıkları işler değil, Solmaz Naraghi’nin birikimi, farklı alanlardaki yetenekleri, gelenek ve modernizm hakkındaki fikirleri, kaligrafiye bakışı da beni oldukça etkiledi. Katkılarından dolayı Nazanin Nikeghbal’e teşekkür ederim.

Solmaz Hanım bu söyleşi için teşekkür ederek başlamak istiyorum. Siz bir şair, yazar, kaligraf, setar virtüözü ve bir ses sanatçısısınız. Ama ben sizi ilk Abbas Kiyarüstemi’nin Şirin filminin son sahnesine karışan muhteşem sesinizle dinlemiştim.

Film oldukça ilginçti. Hiç konuşmaksızın 113 aktrist, Nizâmî-i Gencevî’nin Hüsrev u Şirin’ini izliyor bizse sadece onların yüz ifadeleri eşliğinde fondaki Hüsrev u Şirin’in seslendirilişini dinliyorduk. Kiyarüstemi’nin yakaladığı mimiklerden müteşekkil muhteşem bir filmdi. Bu etki altındayken filmin sonunda Attar’ın

  • “Kendimde öyle bir kayboldum ki kendime de görünmez oldum
  • Denizde bir damlayken boğulup denizin içinde deniz oldum”

dediği, o efsane şarkı başlıyordu.

Siz Kiyarüstemi ile 2008 yapımı bu film vesilesiyle mi tanışmıştınız? Bu şarkıyı seçmenizin özel bir sebebi var mıydı?

Ben de size teşekkür etmek istiyorum. Rahmetli Abbas Kiyarüstemi’yle tanışıklığımız daha öncelere dayanır. Onunla ilk, benim organizasyonunda, onun da danışma kurulunda bulunduğu, Tahran’da düzenlenen uluslararası bir heykel sempozyumunda tanışmıştık. O zamanlar bu konu üzerinde çalışıyor ve sanat videoları izliyordum. Sempozyumdaki boş vakitlerde kendisine heykel ve sanat üzerine sorular soruyordum. O da bir gün konuyla ilgili ayrıntılı bir şekilde konuşmak için vakit ayırabileceğini söyledi. Bir bahar günü ziyaretine gittim. Uzun bir söyleşiden sonra kendi şarkılarımdan birini söyledim.

Solmaz Naraghi

Oldukça ilgisini çekti ve “Şirin” filminin müziğinde sesimden istifade etmek istediğini söyledi. Başta bu teklife karşı biraz çekimser davrandım. Açıkçası kendimi usta bir ses sanatçısı olarak görmüyordum. Aynı gün birlikte Şehr-i Kitab kitabevine gittik. Ona İran’ın senfonik müziklerini tanıttım. Aralarında Hüseyin Dihlevî’nin eseri olan, sözleri Attar’a ait ve Hüseyin Serşâr’ın söylediği “Aşk Işığı” isimli bu eser de vardı. Yani bu eseri o seçmiş oldu. Kiyarüstemi “Şirin” filminin müziği için bir kadın sesine ihtiyaç duyduğunu söylüyordu ama tabi İran’da kadınların solo olarak şarkı söylemesinin yasak olduğunun da farkındaydı. Bu yüzden Hüseyin Serşâr’ın sesi üzerine sesimi düet gibi kullanmaya karar verdi. Bense sürekli, gerçekten usta bulduğum ses sanatçısı hanımlardan bahsederek, onlarla çalışmasının daha iyi olacağını söylüyordum. Hatta Kiyarüstemi’nin vefatından birkaç ay önce bir kazada kaybettiğimiz asistanı Hamide Razavi’nin evinde bu işe uygun adaylara yönelik bir buluşma bile düzenlenmişti. Tüm çekincelerime rağmen Kiyarüstemi’nin ısrarı devam etti. Bir gün kendi kendime, Kiyarüstemi’nin profesyonel oyunculardan ziyade, profesyonel olmayan hatta oyuncu bile olmayan karakterlerle çalıştığını düşündüm ki zaten onu özel kılan da buydu. Ben de profesyonel bir şarkıcı değildim işte ve böyle bir sanatçının tercihine saygı duymaya karar vererek teklifini kabul ettim. Hatta bir gün stüdyodan çıktığımda işin içime sinmeyişi yüzüme yansımış olacak ki, kendisi şakayla karışık “bugüne kadar benimle çalışırken bu kadar huzursuz görünen kimse olmadı” demişti. Tabi takılıyordu. Aslında ben huzursuz değildim, sadece hakkıyla söyleyebilir miyim diye tedirgin oluyordum. Hala daha en iyi seçenek ben miydim emin değilim ama sanırım Abbas Kiyarüstemi şarkıdaki teknik hakimiyetten ziyade sesimin rengini beğenmişti.

Özellikle bir dönem İran sanatına etki eden ve gelenek ile modernizmi buluşturan Sakâhâne ekolünün sizin üzerinizde etkisi var mı? Siz de bu modern zamanda İran’ın geleneksel müzik aletlerinden setar çalıyorsunuz ve bugünün çocuklarına yönelik şarkılar söylüyorsunuz. Aynı zamanda hat çalışmalarınızın çizgisinde de modern vurgular var. Bu sentez hakkında ne düşünüyorsunuz? Bu tarzınızı besleyen kaynaklar neler?

Bu, zamanın gerektirdiği bir sentez aslında. Zaten yaşadığımız hayatlara bakacak olursak da bu etkileşimi görürüz. Benim çocuklara yaptığım müzik ve hat çalışmalarım, sakâhâne ekolünden ziyade avangart edebiyatla ya da kelimeleri süslemek yerine görsel, fonetik ve performans ilave edilen “multimedya şiir”le ilişkili. Hatta şiirde kelimelerin rolünü azaltarak sadece kelimelerle değil de sesle, görüntüyle ve bedeni performans ile bir metin kurmaya çalışıyorum. Yıllardır klasik hat sanatı, geleneksel İran müziği aynı zamanda Fars Dili ve Edebiyatı alanındaki eğitimim, İran’ın sanat tarihi üzerine çalışmalarımın da katkısıyla sözlü edebiyatın, şifahi geleneğin potansiyel gücünü ve hat sanatının benzersiz görsel kapasitesini de kullanarak somut şiir, performans şiir ve hepsinin senteziyle de video şiir çalışmaları yapıyorum. Hat sanatındaki tüm bu birikimim resim-hat sentezi olan Sakâhâne’den ziyade edebiyatla, İran’ın geleneksel figüratif hat sanatıyla (ki Osmanlı hattatları bu sanatı zirveye taşımıştır) ve de eski kitaplardaki süsleme sanatlarından aldığım ilhamla daha çok ilişkili.

Solmaz Naraghi

Çocuklara yönelik olan çalışmalarım da bu şiir performansıyla ilgili tecrübelerime dayanıyor. Burada da geleneksel Fars şiirinin perdehânî (Bir tür meddahlık Z.Ö.) ve nakkalî gibi anlatıcılardan oluşan icra geleneğini bu güne uyarlamaya çalışıyorum. Modern bir şiiri bir nakkâl gibi ya da bir perdehânî gibi yarı müzikal bir şekilde sahnedeki tasvirlere işaret ederek icra ediyorum. Ama benim arkamdaki tasvirler, resimler Marc Chagall, Frida Kahlo, Henri Rousseau gibi modern ressamlara ait olabiliyor. Bu yüzden ben hala kendimi tam anlamıyla müzisyen olarak görmüyorum. Aslında daha çok çocuklar için müzikal bir performans sergileyen, sözleri ve müziği, sahne performansı bana ait bir kıssa anlatıcısı gibiyim. Melodilerim oldukça sade, neşeli, ritmik, genellikle mutriban tarafından eğlence meclislerinde çalınan 6/8’lik notalar. Ayrıca perdehânilerin gösterisine başlamadan önce yöneticilerin uygulamalarını hicivsel bir biçimde eleştirme biçimlerinden de ilham alıyorum. Ben disiplinler arası çalışan bir sanatçıyım ve tüm bu kaynakların sentezinden faydalanıyorum. Tüm bunları kaligrafi ile birleştirmek ve çocuklara Fars kaligrafisini müzikal bir şekilde dans ile de birleştirerek ulaştırmak en önemli projem haline geldi. Çünkü uzun süredir Fars harflerinin figüratif kapasiteleri üzerine çalışıyorum ve harflerin bedenle nasıl taklit edilebileceğini biliyorum.

Çok etkileyici. Peki herkesin sizi tanımasına vesile olan Abbas Kiyarüstemi ile olan videoya gelecek olursak; Türk izleyiciler tarafından da oldukça ilgi görmüştü. Özellikle siz şarkının

  • “Vefatımızdan sonra bir ömür daha lazım bize
  • Çünkü bu ömür böyle geçirdik ümit etmekle”

dediği nakaratını söyledikten sonra, Kiyarüstemi’nin duygulandığı an. Kaç kere izlediğimi bilmediğim bu videoyu her izlediğimde aynı etkiyi hissediyorum. Bize o anı ve ortamı anlatabilir misiniz? Bu şarkıyı söylemenizi Kiyarüstemi mi sizden istemişti?

Abbas Kiyarüstemi hastaneye yatırılmadan bir ay önce kendisini telefonla aramıştım. Son filminin son sahnesinin içine sinmediğinden ve bir şeyler yapmak gerektiğinden bahsetmişti. Çinli bir çiftin birbirlerine ayrılırken ki son aşk mesajını içeren bir sahneydi ama Kiyarüstemi bu sahneyi yeterince görsel bulmuyordu. Ben de tesadüfen o dönemlerde kaligrafi ve yazı tarihi üzerine çalışıyordum. Ona Çin alfabesindeki harflerin taşıdığı sembolik ve figüratif önemden bahsettim. Sadece dinledi ve yorum yapmadı. O günlerde ağırlaştı ve hastaneye kaldırıldı. Tahran Cem Hastanesinde yatıyordu ve bir gün arayıp beni görmek istediğini söyledi. Gittiğimde o an senaryoyla ilgili endişesinin yerini bir an evvel iyileşip ayağa kalkma ve çalışmaya devam edebilme arzusu aldığını gördüm.

Beni çağırmasının sebebi senaryonun sonuna dahil etmeyi düşündüğü bir sahneyle ilgiliydi. Sahnede bir üniversite hocası dersinde, harflerin kaligrafisini anlatacaktı ve ben de bu metni yazacaktım. Böylece son sahne izleyicinin zihninde daha manidar olacaktı.

İlk günler iki üç kere davetine icabet ettim ama davetinin sebebi neydi bilmiyordum. Nevruz bayramı boyunca hali daha da kötüleştiği bir gün üzüntüyle çok sevdiği, Sa’di’nin sözleri ve Muhsin Namju bestesiyle: “Ey bahar rüzgarı, bahçenin hali kim bilir nasıldır, söyle” diye başladığı şarkısını mırıldanırken ziyaretine gitmeye karar verdim. Durumunun kötü olduğunu gelmememi söylediler. Evde bu şarkıyı kaydederek, nedense birden yanındaki yardımcıya bu kaydı göndermeye karar verdim. Bir saat sonra beni arayıp “Abbas Bey sürekli telefondaki bu kaydınızı dinliyor, eğer mümkünse sazınızla gelebilir misiniz?” dediler.

Bu şarkının Abbas Bey ve bende ayrı bir yeri vardır. On yıl önce yukarda bahsettiğim asistanı rahmetli Hamide Razavi’nin evindeki toplantıda sürekli benden bu parçanın

  • “Vefatımızdan sonra bir ömür daha lazım bize
  • Çünkü bu ömür böyle geçirdik ümit etmekle”

dediği nakaratını söylememi istiyordu.

Böylece ne zaman kötüleşse hasta bakıcısı beni arayıp sazımla gelmemi istiyordu. Ben de evim hastaneye yakın olduğu için yürüyerek gidiyordum. Hasılı o hüzünlü video, böyle acı hastane günlerinden bir yadigardır.

Biraz da sizin yazarlık serüveninize dönecek olursak, Hâfız’ın şiirlerinin sembolü Şah-ı Nebâttır. (İran’a özgü doğal bir şeker) Kaligrafik, modern bir Falnâme diyebileceğimiz kitabınızın adını da Şah-ı Nebât koymuşsunuz. Bu kitap fikri nasıl oluştu?

Yukarda da işaret ettiğim gibi kaligrafiye olan ilgimle bir tür görsel bir şiir yarattım. Şah-ı Nebât isimli kitabım Hâfız’ın şiirinden ilhamdan ziyade bizim kültürümüzde yazılan ve söylenen sözlü bir kültürden esinlenerek yazıldı. Bizim kültürümüzde tefe’ül çekme diye bir adet var.

Solmaz Naraghi

Ya Kur’an’dan tefe’ül çekilir ya Hâfız Divan’ından. Kişi içinden bir şeye niyet eder. O niyetle bir sayfa açar ve çıkan şeyi yorumlayarak zihnindeki o şeye bir cevap bulmuş olur. Zihnindeki şey geleceğe yönelik bir mesele ya da aldığı kararın doğruluğu- yanlışlığıyla alakalı olabilir. Artık günümüz insanının eski insanlar gibi şiiri okuyup özümseyip şerh edecek sabırları yok maalesef. Bu yüzden de falnâme isimli kitapçıklar yazıldı. Ama bu falnâmeler Hafız’ın çok yönlü ve katmanlı şiirini oldukça basit ve amiyane bir üslupla, ilgisiz bir şekilde şerh ediyor. Korkularımızı, endişelerimizi şüphelerimizi hafifleten şiirlerin ve onların amiyane şerhlerinin yer aldığı küçük ucuz paketleri caddelerde satan sokak çocuklarını, çingene kadınları görmüşsünüzdür. Paketlerin üzerinde Hâfız’ın kabrinin kötü baskılı bir resmi ya da İran minyatürlerinden soluk renkli bir figür göze çarpar. Ben Şah-ı Nebât isimli kitabımda bu falların hem metinlerini hem figürlerini hicvettim ve oluşturduğum görsel şiirle bir tür Hâfız falnâmeleri parodisi ortaya çıktı.

Meşrutiyet döneminin önemli simalarından Mîrzâde-i Işkî hakkında da bir kitabınız var. Kendisini yıllarca İstanbul’da yaşamış, şiirlerinde İstanbul’a yer vermiş, hatta İran Şahları’nın Dirilişi isimli operasını da bir rivayete göre İstanbul’da yazmıştı. Mîrzâde-i Işkî’yi yazmaya nasıl karar verdiniz?

Aslında bu operayı İstanbul’da yazmamıştı ama Türkiye’de iken Daru’l Elhan’ları görmüş ve onlardan ilham almış, İran da böyle köklü bir kültüre sahip diye düşünerek neden böyle bir opera İran’da sahnelenmesin demişti. İran’ın operaya en yakın sanatı, dini bir temaya sahip olan mersiye ve taziye formuydu. Işkî de bu formlara tarihi bir içerik de ekleyerek İran’ın eski hükümranları dilinden mersiye/taziye formuna benzer hüzünlü bir opera yazdı. O dönemlerde İran oldukça fakirken İstanbul’da büyük bir medeniyet vardı ve o da bu medeniyetten ilham aldı. O günlerde onun gibi özgürlüğün peşindeki bir şair için İstanbul büyük bir medeniyet aynı zamanda Batı’ya açılan bir kapıydı. Işkî’yi yazma sebebim ise 23 yaşında üniversiteden ilk mezun olduğumda Kültürel Miras ajansında gazeteciliğe başlamıştım. O zamanlar İran’ın tarih ve kültür haberleri üzerine çalışıyordum ve Meşrutiyet dönemine odaklanmıştım. Hatta o zaman ajans benden Furuğ Ferruhzad hakkında bir kitap yazmamı istemişti ama ben Meşrutiyet Dönemi dışına çıkmak istemiyordum. O yüzden de Furûğ yerine Mirzâde-i Işkî hakkında yazmaya karar verdim onlar da kabul etti. Aslında onu seçme nedenim biraz komik. Çünkü onu diğer Meşrutiyet Dönemi yazarlarından daha az tanıyordum ve onu yazdıkça anladım ki aslında ben onu seçmemişim o beni seçmiş. O da benim gibi tek bir alana bağlı kalmamış. Hem şair, hem gazeteci, hem opera yazarı hem tiyatro yazarı ve de oyuncusu. Hem yeni deneyimlerin peşinde bir şair hem de sosyal değişimin izinde. O da benim gibi Hemedan’da doğmuş. Yeğeni ile tanışma fırsatı buldum. Bu operanın unutulmuş melodilerini onlar hatırlıyordu. Ben de o melodileri notaya döküp kitabımda yayımladım. Işkî’nin hiç bir yerde yayımlanmamış resimler ve belgelerini de bana verdiler. Böylece kitabım bir tür tarihi belgeye de dönüşmüş oldu.

Son olarak hangi İranlı sanatçı, yazar ve yönetmenleri sevdiğinizi sorabilir miyim?

Çok zor bir soru. Eğer kastınız günümüz sanatçıları ise zihnimde uzun bir liste var. Ama ancak bir kaçını sayabilirim. İran’da çok iyi yönetmenlerimiz var. Duayen Abbas Kiyarüstemi’nin ardından edebiyat ve tarih alanındaki çalışmalarından da tanıdığımız önemli bir sima olarak Behram Beyzayi’yi, hem yapımcı hem yönetmen olan İbrahim Gülistan’ı, şair ve yapımcı olan Feridun Rahnema’yı, Perviz Kimyavî, Ali Hatemî ve daha yeni dönem olarak da Asgar Ferhadî’yi beğeniyorum. Oyuncu olarak Susan Taslimî, Fatıma Mutemed Arya, Ali Nassirian, merhum Perviz Pur-Hüseynî, merhum İzzetullah İntizamî.

Müzikte bestekar Fevziye Mecd, Kamerü’l-Mûlük (şarkıcı), Ruhullah Halikî, Ebu’l-Hasan Saba, Celil Şehnâz, Hurmuz Ferhat, Anuşirvan Ruhanî, Ali Tecvidî, Humayun Harem, Hüseyin Alizâde, Keyhan Kalhor, M. R. Şeceryan, Guguş, Giti Paşayi, Hayede, Feramerz Aslani, Daryuş İkbalî, Perisa, Sima Bîna, Simîn Kadiri, Perî Zengene, Hengâme Müfid …

Şair ve yazar olark da Furûğ Ferruhzâd, Gazâle Alizâde, Sadık Hidâyet, Rıza Kasımî, Nîma Yuşic, Şahrûh Meskûb, Ahmed Şamlû, Behrâm Sadıkî, Ebuturab Hüsrevî, Rıza Beraheni, ve daha nice nice nicesi…

Bu güzel söyleşi için tekrar çok teşekkür ederiz.