Kendini yollara vurmak

CİHAN AKTAŞ
Abone Ol

Benjamin Ladraa Yahudi asıllı bir İsveçli aktivist. Ladraa 2018’de, İsveç’ten Kudüs’e yürüme eylemi sırasında Türkiye’den geçmişti. Kudüs’e girmesine izin verilmedi Ladraa’nın, İsrail sınırında altı saat sorgulandı. Şüphesiz bir eserdir Ladraa’nınki gibi bir yürüyüş, onu dikkatle okuduğunuzda dünyayı eskisi gibi göremezsiniz, siz de onunla yol almış, mesafe katetmişsinizdir.

Silvan Alpoğuz’un Kimse Kalmadığında Bunu Hatırla isimli romanını okurken bir kez daha düşündüm bunu. Söyleşilerinde bir yüzyıl romanı olarak söz etti sonuncu romanından Silvan.

  • Toplumsal kırılmalar ve yeniden toparlanmalarla günümüze kadar ilerleyen bir akışı kişisel ve toplumsal dramlar eşliğinde açıyor Alpoğuz bu son romanında.

Bu eserde bana ilginç gelen pek çok unsurdan ilki, bozkıra yürüyen çocuklar imgesi oldu. Savaş, kıtlık ve kriz dönemlerinde yapayalnız kalan, hamileri tarafından zulme uğrayıp nihayetinde isyan bayrağı açarken de bir umudun muştusunu veren çocuklar bunlar. Yürüyüşleri ilk anda kayboluş gibi görünse de daha iyi bir dünyanın harcını karmaktadır her adımlarında.

  • Romanın baş kahramanı Hakkı, “bozkıra çağrılan öksüzlerden” biridir. Açlığın ve azarın altında ezilen bu kimsesiz çocuk, annesinin vefatının ardından bir süre onu yanına alıp himaye eden Kadıncık Ana namlı bir ihtiyarın anlatılarıyla belki de daha sonra uğrayacağı zulümlere direnme gücünü bulacaktır.

Benjamin Ladraa.

Yıllar sonra oğlu Mustafa, tezi üzerine çalışırken, Arapça bir el yazmasında dedesinin hikâyesiyle çok fazla benzerlik taşıyan bir soylamayla karşılaşır. “İkisi de eski bir yasadan ve yaşam ihtimali olan tuzak yerine bozkıra doğru yürüyerek ölümü tercih eder gibi görünen çocuklardan” bahsetmektedir. Babasından dinlediği hâli basit bir mesel gibiyken bu metin bir tür antropogoni mitini, bir kavmin türeyişini andırmaktadır. Yine de benzer tarafları büyülemiştir Mustafa’yı. Çıkış noktalarının aynı olduğunu düşünür. Bir varyant Kaşgar’da kalırken, bir varyant Anadolu’ya kadar gelip Kadıncık Ana’dan Hakkı’ya geçmiştir. Savaştan sonra ortalıkta kalan çocukların da romanıdır bu: “Vakfiyeler mezata düşüp pul olduktan ve Kadıncık Ana vefat ettikten sonra, yörede öksüzler ortalık malına dönmüş, ucuz iş gücünün yerine geçmişti.” Hakkı da böyle bir iş gücüne zorlanan çocuklardan biriydi.

Kaşgar’da, tarihsiz bir zamanda surla çevrili bir şehirde bozkırın ortasında öksüzleri bulma işini kendileri re’ye başvurarak, içtihad ederek Tanrı emrinin bir gereğine dönüştüren, “Leşçilerden önce süt kokan ağızlara ulaşmak gerektiğini düşünen” insanların ellerinde Tanrı’dan sadece birkaç kelime vardır: “Öldürmeyin ve emanete sahip çıkın.”

Onlar, bozkıra yürüyen çocuklar için yürümezler sadece, koşarlar. Çocukların köleleştirilmesine engel olmak veya onları kölelikten kurtarmak için. Kimse Kalmadığında Bunu Hatırla’da Alpoğuz, konuya uygun bir tempoyla yüz yılın hikâyesini bir aile çizgisi üzerinden anlatırken savaşta ve barışta insan olmanın ve insan kalmanın icaplarıyla da yüzleştiriyor.

*****

Pippa Bacca, arkadaşı Silvia Moro ile birlikte 8 Mart 2008’de Barış Gelini adını verdikleri proje için İtalya’dan yola çıkmıştı. Milano’dan başlayan yolculuklarını Slovenya, Hırvatistan, Bosna, Bulgaristan, Türkiye, Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin üzerinden sürdürerek, Tel-Aviv’de sonlandırmayı planlıyorlardı. Otostopla yaptıkları yolculuklarında “İnsanlara güvenmek” sloganını benimsemişlerdi. Pippa, Kocaeli’nin Gebze ilçesine bağlı Tavşanlı köyü yakınlarında Ballıkayalar mevkiinde bir tır şoförü tarafından kaçırılıp tecavüze uğradı ve boğularak öldürüldü. Katili ile gelinlikli aktivist arasındaki uçurumu hiçbir iyi niyet cümlesi kapatamazdı.

Bizim kuşağın annelerinin çoğunluğu, sokaktan/ipsiz sapsızlardan gelen tehlikeler konusundaki uyarılarıyla yetiştirdi kızlarını ve sokak korkusunu onlara da aktardı. Yeşilçam’ın uyarıları da destekliyordu bu korkuları. Çok uzak bir geçmişten söz etmiyorum. Daha 2010’ların başlarında, iyi tanıdığımı sandığım akranım bir kadının kızını, okul yıllarında ve daha sonra da işe gidip gelirken gizli saklı takip ettiğini öğrenip yadırgamıştım.

Bütün bunları, Gülhan Tuba Çelik’in ilk romanı Kafandaki Ağaçlar’ı okurken hatırladım. “Hiçbir yere varamayan yürüyüşlere, sokak aralarına, çıldırtıcı sessizliğim içindeki ev içlerine, kesintisiz ertelemelere boğulmuş bir bilinç kendini eyleme vuruyor.” diye geçiyor 2023’te yayımlanmış kitabın arka kapağı yazısında. Bizi takip eden kuşaklar, sokaktan gelen tehlikeler konusundaki uyarılara metelik vermek istemiyorlar. Birçoğu da muhakkak ki saflıkla veya yetiştirilmenin etkisiyle insanlara kötülüğü konduramıyorlar; Pippa gibi… Çelik’in bu romandaki kahramanı Seren aktivist değil ancak yola düşmeyi, kendini ve dünyayı keşfetmenin bir yolu gibi benimsemiş seyyahlar misali…

Kafasında sürekli yollar, yolculuk planları, koşturmalı molalar… “İstersen izninde çık gel” denildiği için, kalacak bir yer de var diye Malatya’nın en uzak ilçesine bile daha uzak bir dağ başındaki köye gider mesela, adını ömründe ilk kez duyduğu, bundan sonra da muhtemelen ayak basmayacağı bir köye… “Dağların arkasına atıyordu Yusuf’un gösterdiği yol. İnsan kalbi de bir dağdan başka bir dağa atıyordu kendini. Yol hiç bitmiyordu.”

Dünya karşısında bir küçük kız çocuğu gibi hissediyor kendisini oysa “içten içe başarısız olacağını bilen, kalbi çoktan paramparça” bir çocuk. “Belki de bu hayatta sadece bir çamurun içinde durmayı, orada umutsuzca debelenmeyi ve bazı parçalarını orada bırakarak yarım yamalak kaçmayı biliyordu.” Yürümek, gitmek, yolculuk, bir kaçış ama belli ki aynı zamanda bir şifa; gördükçe, tanıdıkça, kendinize dönük acıma nitelik değiştirir, başkasına da yönelir. Bir kız çocuğu dünyaya getirme isteği de bununla ilgili: Yetiştiği “çürümüş” bir evi zihninden söküp atabilmek için bir kız çocuğu ister ki onu büyütürken kendisini de büyütsün.

  • Yolculuk burada sadece bir ev değil bir sevda, bir aile arayışıdır da… Kadınların sahici rızasını talep ediyor evlilik kurumu ve erkeklerin bir kısmı (aileleri de) buna hazır değil.

Gençlerin bir kısmı da boşanma ihtimaline açık diye çoğu zaman evlilikten uzak duruyorlar. Seren ise çocuk sahibi olmayı istiyor. Kamusal alanda atılgan veya atak olma hakkı için büründüğü harbi kıyafetten kolaylıkla vazgeçebilir bunun için. Cinsel içerikli küfürler, yollarda veya kent mekânlarında maruz kalabileceği cinsel tacizlere karşı bir zırh gibi dilinde, nahiflikten uzak gösteren bir zırh. Kurban olmamak için erkeklik olgularından devşirilmiş zırhlarla yürümek gerekir sanki yaban hayattan daha da korkutucu hâle gelen beton cangıllarda...

Önceki kuşakların göz yumarak geçiştirdiği ekonomik ve sosyal sorunlar birikerek gençleri bir kısır döngüye kapatıyor. İçten gelerek, coşkulu bir şekilde sürdürmek istiyor hayatı Seren oysa, bekleyerek, kırılarak değil. Harekette arıyor teselliyi, yorulduğu yere kadar yolculukta. Tek başına bir sonuca ulaşabilir ama bu bir kuşak sorunu, kuşakların sorunu.

*******

Hangi gezgin flanör için söylendiği gibi durumlara sonuna kadar yansız bir gözle bakabilir ki… Bir sahne, bir olay flanörü kendinden alıp başka bir yere taşıdığında ister istemez şahit ister istemez taraflı olmaya sevk eder. Bu “kendi kendinin” tarafı bile olsa…

Naime Erkovan Ve Şehre Bir Flanör Gelir isimli sekizinci öykü kitabında, düzen ve temponun dağıldığı, güvenin yerini korkuya terk ettiği şehirde flanör tecrübelerini öyküleştiriyor. “Biraz distopik biraz bilim kurgu biraz muhatap olduğumuz gerçek hayat diyebilirim.“ diye anlatıyor kendisi Litros Sanat’ta.

Kitaptaki ilk öykü olan “Sarı Terzi”nin aynı adı taşıyan kahramanı, dükkânından çıkarken kapıyı kilitlemiyor, insanlar da biliyor bunun ne demek olduğunu: Gecikmeden geri dönecek. Öyle mi olacak acaba? Bu konudaki belirsizlikler distopik metinlere has sanırdık, korona yıllarına kadar; bunu da vurguluyor Erkovan. Gelgelelim, akşamüstü iskelede yapılacak toplantıya katılma isteğini bildiren üniformalılarca kesiliyor önü. Bu istek karşısında ilk sorusu ne olmuştu: “Bu akşam mı?” Oysa önce “Neden?” diye sormalıydı ya da “Siz kimsiniz?”

İlk sorudaki yanlışlıkla açılan gediği kapatamıyor Sarı Terzi de daha sonra. Akşamüstü iskeleye vardığında da kalabalıkla birlikte sorgulanırken, sırf yalnız başına oraya geldiği, yanında kimse olmadığı için varlığı “rakamları yabani kuşlar gibi ustalıkla yakalayıp kâğıda geçiren adam” tarafından “prosedür gereği” yok sayılıyor. Aslında daha önce gerçekten var mıydı… Gelip geçerken bir köşedeki kurumaya yüz tutmuş çiçeğe su verir, yavru kediyi doyurur, sevgi açı bir köpeğe hoş sözlerle dokunur muydu?

İçi içini yiyor Sarı Terzi’nin, düşünceler içinde dönüp duruyor yatakta sabaha kadar. Sayılmayışıyla birlikte, komşu ve ahbaplarla birlikte geçirdiği güzel yılları da bir yalana dönüşüyor. Ömründe bu şehirden başka yuva tanımamışken, şehrin müfettişleri, şehrin kayıtlarından düşürmüş, saçma bir gerekçeyle namevcut bir yere itelemiştir onu. Şu da var ki, kalabalıklar da üniformalıların mantıksız komutlarına uydukça bölünüp, gruplara ayrılmakta, sayılmayı kolaylaştıracak şekilde küçülmektedir. Üniformalıların uğrayacağı şehirlere doğru yola düşüyor o da bir sayı olmadan dönmeyecektir eve. Üç şehre uğruyor, dördüncü şehirde yakalıyor onları. Fakat nafile. Zamanında söylenmiş söz, zamanında gösterilmiş vefa gibisi yok… Sevdiği kadına pekâlâ bir zamanlar bunu belli edebilirmiş, geç de olsa bunu öğreniyor. Sarı Terzi, “sevilene yönelik borcu” düşündürmek adına kurgulanmış sanki. Keşke sevdiği için düşmüş olsaydı ya yollara, niye yapmadı, nasıl oldu da mıhlandı kaldı taburesinde, sevdiği hâlde, sevilmese bile…

*****

Aşk acısı gibi vicdan sızısı da sayıklamalara yol açar yollarda. “Geceleri sahibi olduğum sokakları gündüzleri bir misafir gibi geziyorum” diye anlatıyor, Sema Bayar’ın Hüseyin’in Boynundaki İp (Vakitsiz Ölüler Yurdu) başlıklı öyküsünün kahramanı. “Karanlık heyulaları andıran demir parmaklıklar güneşin altında tebessüme duruyor. Songüz bütün kızıllığıyla sırnaşıyor sarmaşıklara. İzbe köşeler, güneşin ışıklarıyla bütün gücünü yitiriyor. (…) Gündüzleri uyurken çok şey kaçırdığımı zannediyordum. Halbuki gündüzler pek de ardından ağır yakılacak türden değilmiş.”

Yine de delirmediğine şükreder ve sahilden gelen seslerle hayata bağlandığını duyarken, aynı sesler bir yandan da karısına düşman etmektedir gece adamını. Niye? “Karşısındakinin mağduriyet devşirmesine izin vermeyecek bir mazlumluğu vardır Zahide’nin.”

Radyo ve televizyonlardan Hasan Mutlucan türkülerinin yükseldiği dönemlerden biridir. “Kireç duvarların ardında neler olup bittiğini kimse bilmiyor.” Öylesine bir yalnızlık, çaresizlik; sanki resmi gayriresmî bütün başarısızlıkların sorumlusu onlarmış gibi kanları deli dolu akan, bir şeyleri kurtarma derdi içindeki gençleri idam sehpasına savuran bir yürek tutulması hâli…

Gece bekçiliğini aşıyor karanlıkla ilişkisi. Karanlığa sığınıp deli dolu yürürken şehir orman demeden geçmişin puslu sayfalarına dalıp çıkıyor? İp uçları: Kitaplar okudu, çoğu, bilmediği bir ülkenin hiç de bilmediği düzenine dair kitaplar. İp ademelmasına gelip dayanınca herkesten önce kendi ipini çekti, yani aslında başkalarını gammazladı. Yer altı canavarlarının aç midelerine âdem taşıdı. Tanıdık tanımadık herkesin ipliğini pazara çıkardı. Sonra da boynuna ip yerine asılan düdüğü çaldı gecelerde. Hınçla çaldı ki kafasındaki sesleri bastırabilsin. Ancak zihni yine de yollar boyunca görünmez misinalarla peşinden sürüklenen düşüncelerden kurtulamadı. Peki, “Masum çocuklar nasıl kurtulurdu ki onca hengâmeden, yara almaksızın…”

Anlatıcı, evini hurdacıya sattığı tenekelerle geçindirmişken bunu oğlunun yüzüne vurmamış, lakin boynundan ip gırtlağına dayandığında kessin diye eline makası tutuşturmuş bir adamın “ruhu kararmış” oğludur. Geceleri peşinde “uyuz köpekler gibi gezindiği” adamları tespit eder, “doyumsuz efendileri” için.

Arkadaşları acayip hâllerine anlam veremeseler de, nihayet, “orman yürüyüşü” der, geçerler. Her yerde boyunda âdemelmasına dayanmış iplerin hareketini görürken nasıl sevinebilir insan, nasıl hüzün duyabilir… İşin kötüsü, bütün bunlar ne zaman nerede yaşandı, nasıl olabilir ki böyle şeyler, diye sormayız. Bütün bunlar hiç yaşanmamış gibi kelimelerin aynı anlama gelmeyi sürdürmesinin dehşetine uyanmış bir gammazın sürekli bir muhakeme hâlini okuruz Hüseyin’in Boynundaki İp’te. Katman katman olur öykü, bir öyle anlarız bir böyle, gerçi hepsi aynı kapıya çıkar. Olmuş bitmiş bir şey değil varlığımız, insan olmak daimî bir çaba istiyor.

*******

“Biz bize benzeriz” sözü kadar olumlu değişimlere ayak bağı olan bir klişesi yok dilimizin. “Biz de boş adam değiliz” elbette aşık atar bu klişeyle. Erhan Genç’in dört öykü kitabı üzerinden kaleme aldığı ilk novellası Biz de Boş Adam Değiliz’i okurken sık sık Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü çağrıştırdı bana. Bir dernekte yapılan faaliyetlerin işler oluruna bırakıldığı için nasıl da çıkmaza girdiğini bir Don Kişot uyarlaması oyun eşliğinde anlatıyor Genç. Yaptakçı, şaşaalı, göz kamaştıran faaliyetler… Hayri İrdal’ın enstitüde zorlukla alıştığı faaliyet için faaliyet hâli, Adalılar Derneğinde olağan bir hâl almıştır. Adalılar Derneğinin yeni başkanı Doğan’ın, seçimlerde kendisini başkanlığa layık buldukları için halka yaptığı teşekkür konuşmasıyla başlıyor kitap. İkinci bölüm ise ilk Yönetim Kurulu Toplantısı’na ayrılmış. Görev dağılımları, yenilenecek dernek tabelası, yeni döneme yeni logo ile girilme gereği, dernek yönetimi ile WhatsApp grubu kurulması -yakın iletişim hâlinde olmak iyidir-… Önceki yönetimin en son Tweeti 2018’de attığını da öğreniriz. Her açıdan enkaz devralınmıştır ki kasa tam takır kuru bakraçtır. Adanın iki asma köprüsünün inşası ve bunun için hemşerilerden destek talep edilecektir.

Bürokrasinin adımlarını ağırlaştıran dili, Doğan’la yardımcısı Sinan kaymakamı ziyaret için hükûmet konağına doğru giderken yağmura yakalandıklarında daha bir belirginleşir. Sığındıkları milyoncu dükkânından ıslanmamak için satın aldıkları iki tepsi, kaymakamlık girişinde başlarına bela olur. Polis memuru tepsileri yukarı göndermez ancak “Gerçekten tepsi olduklarını nerden bilebilirim.” diyerek yanında tutamayacağını da belirtir. Randevu teyit edilince yukarı çıkma izni alırlar ancak tepsilerle ilgili bir tutanak hazırlanması gerekmektedir. Nihayet özel kalem tarafından içeri alınıp da oturduklarında ise kaymakam uzun uzun açılacak okullara ilişkin hazırlıklardan söz eder. Sonra hep birlikte demokrasinin faziletlerini konuşurlar. Doğan, dernek başkanlığına çaycılıktan gelmiştir, bununla övünür. Sebebi ziyarete gelir sıra: Hemşerilerinden Emel Hanım’ın Hemşeri Gecesi için hazırladığı Don Kişot oyununun sahnelenmesi konusunda yardım talep etmektir. Derken çiçek, (fotoğraf çekimi için maketten) plaket, fotoğraf…

Doğan, en tepeye kadar yükselmenin savaşını vermiş, bu savaşa kutsal nitelikler atfetmiştir. Yardımcısı Sinan’a söylediği üzere, hedefi Ankara’dır, oradan çağrılmayı beklemektedir ve giderken yardımcısını da yanında götürecektir. Bunca çağrılma beklentisi içinde kelimelerini ölçe tarta yaşayan Doğan, ironik bir şekilde en dar zamanlarında kalbinin bir köşesinde sakladığı gençlik aşkı Dürdane’sinin hatırasına tutunmaktadır.

Don Kişot ise metroda bir bulur bir kaybetmektedir Dulcinea’sını. Oyunun sahnelendiği gece, hakkında hiç de iyi şeyler konuşmadığı selefini sahnede görür Doğan ve ona haddini bildirmek için koşar. Hasbelkader o da yan bir rol için selefiyle sahnede yerini alır. Ancak oldukça rahatsızdır. Oyun bittikten sonra sahneden inip de yapayalnız karanlığa doğru ilerlerken, dağılan kalabalıkta Dürdane’sini görür gibi olup ona doğru koşmaya başlar. Bir tür kabuk kırımına yol açar, bir çağrı/müjde beklentisiyle mevzuat içinde devinip duran şehirde, Emel Hanım’ın zar zor sahne bulunan oyunu. Bakış açısını geliştirmek için yola düşmeniz gerek, salim düşünmek için de dere tepe yürümek.