Karantina günlerimizde dizi molasına devam

SADIK ŞANLI
Abone Ol

Geride bıraktığımız ay ilkine yer verdiğimiz karantina günleri önerilerine kaldığımız yerden devam ediyoruz. Bu ay sizler için seçtiğim diziler ise birçok izleyici tarafından gelmiş geçmiş en iyi suç dizileri arasında kabul edilen The Sopranos, gerçek bir olay üzerinden ABD’deki ırkçılığın kodlarını ortaya koyan When They See Us, son dönemin popüler olamayan ancak en mükemmel dizileri arasında yer alan Sneaky Pete ve son yılların en iyi kara mizah yapımları arasında yer alan ve ikinci sezonu geçtiğimiz günlerde ekrana gelen After Life…

The Sopranos

Bugüne değin, sinemanın suç türü kategorisinde her daim büyük bir ilgi gösterdiği gangster ve mafya yapımlarına televizyon da ilgisiz kalmamış, geniş kitlelerce ilgiyle takip edilen birçok dizi çekilmiştir.

The Sopranos

Özellikle son yıllarda sayfalarımızda da yer verdiğimiz Narcos, The Making of the MOB: New York, Godfather of Harlem, Peaky Blinders, Sons of Anarchy ve devam projesi Mayans M.C. bu türdeki başarılı örneklerden yalnızca birkaçı. Ancak özellikle The Godfather ile anılan ve tüm zamanların en iyi dizileri arasında sayılan suç-mafya-gangster konulu dizi olarak The Sopranos (Soprano Ailesi)’ne özellikle dikkat çekmek gerekiyor. Zira The Sopranos, The Godfather ile benzerliklerinin yanı sıra birçok yönüyle de bu başyapıtın “tam bir anti-tezi” olan bir başka başyapıt olarak değerlendirilmeyi hak edecek ölçüde mükemmel bir dizi.

  • Kısaca; ABD New Jersey’de bir organize suç örgütünü yöneten Soprano Ailesi’nin lideri konumunda, kırklı yaşlarının ortalarındaki Anthony “Tony” Soprano isimli gangsterin hikâyesine odaklanan The Sopranos, sıra dışı anti-kahramanı Tony yoluyla, dizinin yayınlandığı 1999-2007 yılları arasında tüm zamanların en yüksek izlenme oranlarına ulaşan yapımlarından olduğu gibi, sonraki yıllarda da isminden sürekli bahsettirmeyi başaran bir diziydi.

Diziyi The Godfather’ın anti-tezi kılan elbette birçok farkı olmakla birlikte, bunlardan ilki, Tony Soprano’nun, The Godfather’ın herkesçe bilinen güçlü, ilkeli ve tutarlı baş karakteri Don Vito Carleone’nin aksine illegal işlerini tüm çevresinden gizleyen, sıklıkla yalanlara başvuran, ilkesiz, iki yüzlü, davranışları ve duyguları tutarsız, sürekli yalanlarıyla var olan, bu konularda sürekli gel-gitler yaşayan ve daha da önemlisi, Don Vito Carleone için adeta her şey olan “onur, görev ve aile” konularındaki ahlaki kuralları hiçe sayacak kadar ilkesiz ve tutarsız bir karakter olması.

Özellikle aile olgusu Don Vito Carleone için her şeyin üstündeyken, Tony Soprano için birlikte iş gördüğü insanlar ailesinden dahi önemli. Bu bağlamda The Godfather, salt Carleone ailesini merkeze alan birkaç güçlü karakter etrafında kurgulanırken, The Sopranos dizi film olması ve daha geniş yıllara yayılması nedeniyle hem daha çok karakter içeren hem de bu karakterlerin çok katmanlı hikâyeleriyle göze çarpan bir yapım.

Öyle ki, karakterlerin çokluğu ve incelikle işlenmeleri nedeniyle, ABD’li polis muhabiri ve sinema eleştirmeni George Anastasia’nın deyimiyle, “Shakespeare bugün yaşasaydı, The Sopranos’u yazan o olurdu” dedirtecek kadar karakter sayısı ve edebi yönü de güçlü bir yapım. Bu durum da, The Sopranos’u başarılı bir suç dizisi yaptığı kadar aynı zamanda sıradan bir mafya dizisi olmaktan da çıkartarak, drama çatısı oldukça iyi kurgulanmış, olay örgüsü ve karakterleri derinlemesine ele alınmış, bir grup adamın muhteşem öyküsüne dönüştürmeyi başarıyor.

Shakespearevarî zengin ve çarpıcı karakterleriyle hâlen izlememiş olanların mutlaka şans vermesi gereken muhteşem bir David Chase yapımı olarak ilgiyi hak ediyor.

Üstelik The Sopranos, izleyiciye yalnızca mafyanın ya da bir grup gangsterin gündemini değil, insana, olaylara ve topluma dair neredeyse her bölümde değişen gündemiyle de daha yakın dururken, suç ile komediyi, iktidar ile güçlükleri, pratik zeka ile akıl bulanıklığı gibi çok farklı tezatları da bir arada, mütevazı ve izleyiciyi de “meselelerine” ortak kılacak bir yakınlıkla sunabiliyor. Belki her zaman olmasa da, bazı bazı hepimizin arzu duyduğu hayatın kurallılığından kaçış noktasında da muhteşem nüanslara sahip dizi, metafizik ile felsefe, freudyen referanslar ile ahlaki normlar gibi tezatlar ve tüm bunların içinde Shakespearevarî zengin ve çarpıcı karakterleriyle hâlen izlememiş olanların mutlaka şans vermesi gereken muhteşem bir David Chase yapımı olarak ilgiyi hak ediyor.

When They See Us

Batı’daki ırkçılık, yabancı karşıtlığı ve İslamofobi gibi olgular son yıllarda sıklıkla gündeme gelen başlıklar arasında yer alıyor. Artık film ve dizi yapımcılarının da kayıtsız kalmadıkları, bazılarına yine bu sayfalarda yer verdiğimiz ve aralarında başta The Night Of, Collateral, Der Pass’ın da yer aldığı yapımlardan bir yenisi geçtiğimiz aylarda Netflix’te ekrana geldi. When They See Us isimli, tamamen gerçek olaylara dayanan dört bölümlük mini belgesel dizi, yayımlanmasıyla birlikte özellikle ABD’de büyük tartışmalara kapı araladı ve çeşitli istifaları da beraberinde getirdi.

When They See Us

1989 yılında biri 16, diğerleri 14 yaşında beş genç New York’taki Central Park’ta koşu yapan Trisha Ellen Meili isimli kadına darp ve tecavüzle suçlanmışlar, daha sonra adları “Central Park Beşlisi”ne çıkacak olan gençlere ait hiçbir kanıt bulunamamasına rağmen, siyahî olmaları ve birinin Müslüman kimliği nedeniyle 6 ila 13 yıl arasında değişen cezalara çarptırıldı. Şu an ABD Başkanı olan, dönemin işadamı Donald Trump’ın da New York Daily News’a verdiği tam sayfa reklamla idamlarını istediği ve o dönemde adeta bir kampanyaya dönüşen bu toplu linç girişimi ırkçılık ve ağır hak ihlalleri nedeniyle ABD’nin yakın geçmişinde hep tartışılagelen olaylar arasında yer aldı.

2002 yılına gelindiğinde ise Matias Reyes isimli bir şahsın başka bir suçtan yakalanması ancak Trisha Ellen Meili’ye tecavüz ettiğini itiraf etmesiyle, isimleri Raymond Santana, Yusef Salaam, Antron McCray, Kevin Richardson ve Korey Wise olan beş genç aklandı ve serbest bırakıldı. Aklanmaları üzerine yanlışlıkla suçlandıkları ve hapiste yattıkları için dava açan gençler, 40 milyon dolarlık tazminat kazandı.

Tarihe “Koşucu Davası” olarak geçen bu olayı en detaylı şekilde ele alan When They See Us, ABD özelinde Batı’daki ırkçılığın kodlarını en iyi ortaya koyan yapımlar arasında da yer alıyor.

Daha önce Central Park Beşlisi’ni konu alan Selma isimli filmiyle gündeme gelen meşhur yönetmen Ava Duvernay, geçtiğimiz aylarda Netflix için hazırladığı When They See Us isimli dört bölümlük mini belgesel diziyle yeniden tartışmalara neden oldu.

Bu da geçer
Nihayet

Dizinin yayınlanmasının ardından, beş gencin henüz çocuk yaşta, işkence altında ifadelerinin alınması, haksız yargılanmaları ve hapis yatmalarında etkili olan savcılardan Linda Fairstein hakkında yüz binden fazla imza toplandı ve Fairstein eski savcı olarak yer bulduğu iki dernekten istifa etmek zorunda kalırken, anlaşmalı olduğu yayınevinden de kovuldu.

  • Fairstein’in yanı sıra dönemin birçok tartışmalı ismi ve istifaları da tekraren gündeme geldi. Tarihe “Koşucu Davası” olarak geçen bu olayı en detaylı şekilde ele alan When They See Us, ABD özelinde Batı’daki ırkçılığın kodlarını en iyi ortaya koyan yapımlar arasında da yer alıyor.

Sneaky Pete

Son yıllarda ekrana gelen, çok popüler olamamış ancak mükemmel diziler arasında ilk sıralarda başrolünde Avatar, Public Enemies gibi yapımlardan tanıdığımız Giovanni Ribisi’nin yanı sıra I am Legend, Revolutionary Road, Homeland gibi yapımlardan tanıdığımız Marin Ireland ile Million Dollar Baby ve The Hours filmlerin yıldızlarından Margo Martindale’in muhteşem oyunculuklarıyla hayat verdiği bir yapım olan Sneaky Pete isimli dizi.

2015-2019 arasında gösterilen 25 bölümden oluşan dört sezonluk dizi, Breaking Bad’de Walter White karakteriyle efsaneleşen Bryan Cranston ile son yılların en iyi dizileri arasında yer alan House M.D.’nin yapımcısı David Shore’un senaristliği ve yapımcılığına ortak imza attıkları bir çalışma.

Sneaky Pete

Suç ve dram türlerindeki dizinin konusu ise oldukça sıra dışı. Hapishaneden yeni çıkmış oldukça da tehlikeli bir dolandırıcı olan Marius, peşinde olan alıcılardan kurtulmak adına, hapisteki eski hücre arkadaşı Pete’in kimliğini üstlenir. 20 yıldır Pete’ten haber alamayan ailesine kendisini Pete olarak tanıtarak, onları kendisinin Pete olduğunu ikna etmeye çabalar ve yanlarına taşınır. Bu süreçte, aile işini devam ettirme çabasına girişen Marius, dolandırıcılık alanındaki uzmanlığını kullanarak, çeşitli suçluların yakalanması adına polisle işbirliğine başlayıp, ödül avcılığına girişir. Yeni hayatında oldukça mutlu olan ve Pete’nin ailesinden daha önce hiç görmediği bir sevgiyle karşılaşacak Marius, bunu olabildiğince sürdürmeye çalışacaktır. Bu süreçte seyirci de Marius’un çok katmanlı ve ilginç karakterine tanıklık edecektir. Sneaky Pete bu yönüyle tıpkı Breaking Bad ve Better Call Saul gibi derinlemesine çok katmanlı karakter hikâyeleri ve çözümlerinden hoşlanan izleyicilerin kaçırmaması gereken Amazon yapımı dizilerden.

After Life

Geride bıraktığımız yıl geniş bir yazıyla ele aldığımız ve son dönemin en iyi kara mizah temalı yapımları arasında yer alan Ricky Gervais dizisi After Life’ın ikinci sezonu geçtiğimiz günlerde Netflix’te yayınlandı.

After Life

İlk sezonunda, Gervais’i Tony karakteriyle izlediğimiz dizide, kanser olan eşinin ölümü sonrası yaşadığı değişim ve edindiği yeni kimliğiyle adeta dünyaya ve insanlara savaş açan, artık herkese karşı kaba, nobran ve istediği gibi davranan ve bunu da kendisinin bir “süper güce dönüştüğü” şeklinde yorumlayan

Tony son noktada ise bu değişimdeki yanlışları yavaştan görmeye başlıyor, karşısına çıkan bazı insanlardan etkilenmesiyle, kendisine yönelik bir yüzleşmeye de girişiyordu.

Dizinin ikinci sezonunda ise Tony’nin tıpkı ilk sezonda olduğu gibi, gündelik hayatta zorlanmaya devam ettiği görülüyor. Diğer insanlara karşı oldukça basit olaylar üzerinden tahammülsüzlüğünü yansıtan Tony’nin, tahammül eşiğinin bir miktar arttığını görsek de, yine de olabildiğine alelade olaylar karşısında dahi kaba bir insana dönüştüğünü görüyoruz.

Tony, aynı zamanda intiharı düşünen ama bir türlü başaramayan, fakat buna başkalarını yönlendiren bir karakter olarak öne çıkıyor.

Yine büyük oranda Tony’nin gündelik hayatının merkeze alındığı dizide en dikkat çeken durum ise Tony’nin artık “acının beş evresi” arasında yer alan “acının inkârı” evresinden “kabullenme” evresine geçmeye başladığını gösteren birçok durumla karşılaşmamız. Tony artık içsel duygularını yansıtmaya ve yaşamaya başlıyor, dünyanın kendisinin etrafında dönmediğini yeniden fark ederek, insanlarla daha yakından, içten ve yardımsever bir şekilde temas kuruyor ve onlar için fedakârlıklar yapmaktan da geri kalmıyor. Tony’nin yeniden eskiye doğru dönüşmesiyle birlikte, ilk sezonda sıkça tanık olduğumuz ofansif mizah dili yumuşamaya başlasa da, mizah açısından herhangi bir kısırlık oluşmadığı ve ilk sezonun en çarpıcı gerçekliğini oluşturan birçok duygu durumunun benzer zenginlikte sürdürüldüğü de dikkat çekiyor.