Kara, deniz ve kaynak
Deniz mi dedin ne denizi Ben Kristof Kolomb’un uşağı değilim Ben ırmakçıyım denizci değilim Sezai Karakoç.
Carl Schmitt, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ilk olarak Berlin yerle bir olduğu için zorunluluktan ve geçici olarak döndüğü memleketi Plettenberg’de Birleşik Devletler tarafından ikinci defa tutuklanıp salıverildikten sonra artık süreklilik kazanmış bir inzivaya çekildi. 1954 yılında “Welt grossartigster Spannung” (En Muhteşem Gerilimin Dünyası) adıyla bir dergide yayımladığı küçük bir yazıyı Schmitt, gönüllü bir sürgünle geri dönmek zorunda kaldığı memleketine ve daha çok da onun manzarasına hasretmişti. Fakat bu memleket manzarası hakkındaki satırlar, yazının başlığınında ima ettiği üzere cennet gibi bir tabiatın güzellikleri hakkında olmaktan çok uzaktı. Bu satırlar doğayı daha çok, Schmitt’ten beklenebileceği üzere, bir kavga ve mücadele alanı olarak sahneliyordu: Doğal unsurların birbiriyle çarpıştığı bir mekân, en çok da ikisinin yani kara ve denizin. Eğer bu manzarada bir güzellik mevcutsa, bu güzelliği yapan doğal unsurlar arasındaki belli bir ahenk ve uyumdan çok, kavga ve mücadele, bu iki unsurun, Kara ve Deniz’in asla tükenmeyen birbirine galebe çalma girişimleriydi.
Memleketi hakkındaki bu küçük yazının henüz başında 1942 tarihli Kara ve Deniz eserine geri dönüyordu Schmitt. Bu eser her ne kadar kökeninde Schmitt’in kendi çocuğuna anlattığı bir hikâye olan küçük bir düşünce deneyi, dünya tarihsel gelişmeleri iki unsurun Kara ve Deniz’in ilişkisinden ve daha çok da mücadelesinden yola çıkarak düşünmek için küçük bir “jeo-felsefi” deneme gibi gözüküyor olabilir. Ancak Schmitt’in düşünce seyrinde önemli yapı taşlarından birini, daha sonra Schmitt’in son büyük eseri olacak olan Der Nomos der Erde’de daha ayrıntı kazanacak bir devletler hukuku tefekkürünün çıkış noktasını ve temel tezlerini sunmaktaydı.
Kara ve Deniz, her şeyden önce ufukların ve ölçeklerin ve bununla birlikte mekân tasavvurunun dönüşmesiyle ilgili bir kitaptır. İlk balina avcıları ve deniz haydutlarından itibaren, tekinsiz bir su kütlesi olarak okyanusların adım adım keşfedilip, -deniz unsuru için söz konusu olabildiği kadarıyla- ele geçirilmesiyle ve bunun dünya tarihsel sonuçlarıyla ilgilidir. Kelimenin gerçek anlamıyla dünyanın “küreselleşmesiyle” ilgilidir yani. Fakat her temel düzen, bir mekânsal düzen olduğu için, ölçeklerin ve ufukların değişmesinin kaçınılmaz hukuki-siyasi neticeleri vardır.
Schmitt, burada Kara ve Deniz zıtlığından polemik bir içerik de çıkartır elbette. Kara, sabitliğin, teritoryal hakimiyetin, sınırların ve hukukun alanıdır. Deniz ise sınır çizilemez, sabitleştirilemez, akışkan bir alan olarak neredeyse karada geçerli hukukun dışında kalmış, serbestliğin ve “özgürlüğün” alanı. Bu iki unsurun yakın ve dinamik ilişkisi ve alışverişi, belli bir ana dek Avrupa siyasi-hukuki tarihine damgasını vurur. Okyanusların keşfi ve dünyanın “küresel” mahiyetinin kavranmasıyla ve bunun dayandığı en başta Avrupa’da vuku bulan çok boyutlu, bilimden sanata her insani uğraşa erişen bir “mekân devrimi”yle birlikte “dünya” hâkim olunabilir, üzerinde egemenlik kurulabilir “sonsuz boş bir mekân” olarak kendisini gösterir. “Her büyük devrin başlangıcında … büyük bir toprak alımı vardır” der Schmitt ve “16. ve 17. yüzyıllardaki gibi şaşırtıcı ve eşi benzeri olmayan mekân devrimi, aynı derece şaşırtıcı, eşi benzeri olmayan bir toprak alımına yol açmalıydı.” diye devam eder. Bu şaşırtıcı, eşi benzeri olmayan toprak alımı, bu dönemde Avrupalı devletlerin giriştiği büyük sömürgecilik yarışıdır. “Yeni dünya”- nın keşfi ve sömürgecilik yarışı, bütün dünyayı Avrupa talanına açar. Bu Avrupa içinde, klasik Jus Publicum Europaeum’un devletlerarası hukuk boyutunun kurumsallaşması bakımından da çok önemlidir. Avrupalı devletlerin, okyanusların kendilerine açtıkları dünyayla ve o dünyanın yerlileriyle girdikleri kanlı ve vahşi “savaş” onlara, kendi aralarında egemen devletler arası bir hukuki ilişkiyi stabilize etme ve bir şekilde “insancıl” kılma imkânı vermiştir. Dışarı doğru ve ekseriyetle karada egemen olan “hukuk”tan bağımsız bir alan olan deniz üzerinde verdikleri “savaş”, onları içeride bir araya getirmiş ve belli bir “hukuki düzenin” yaratılıp kurumsallaşmasına imkân sağlamıştır.
Dünya tarihi boyunca pek çok devlet, bir unsur olarak denizle irtibat kurmuş olsa da varoluşunu ve temel tavır alışını karadan denize taşıyan ilk devletin İngiltere olduğunu söyler Carl Schmitt. Yani yukarıda andığımız deniz kaynaklı büyük enerjilere, İngiltere tarafından bütün varoluşunu denize taşımasıyla el koyulacak ve bu süreç, ona dünya hakimiyetinin yolunu açacak deniz hakimiyetini ele geçirmesiyle neticelenecektir. Bu aynı zamanda, Schmitt’in metnine nostaljik tonunu veren, Jus Publicum Europaeum yani teritoryal egemenliğe sahip ve başka egemen devletlerle “savaş” da dahil olmak üzere eşitler arası bir ilişki yürütebilen modern devlet tasavvuru için sonun başlangıcı anlamına gelmektedir. İngiltere’nin temsil ettiklerini hesaba kattığımızda bu dönüşümün Carl Schmitt için pek çok olumsuz çağrışımla birlikte geldiğine işaret etmek gerekir. Quaritsch’in işaret ettiği gibi Schmitt’in düşüncesi üç temel entelektüel kaygı yani Devletçilik, Katoliklik ve Milliyetçilik tarafından belirleniyorsa, bu üç entelektüel kaygı da her ne kadar soğukkanlı bir inceleme gibi gözükse de Kara ve Deniz kitabında bir şekilde ifadesini bulur. O bir yandan toprağa bağlı modern devlet formunun, deniz unsuru tarafından nasıl istikrarsızlaştırıldığının ve bir biçimde miadını doldurduğunun, diğer yandan Protestan özellikle de Kalvinist denize yönelmeyle, Katolik yeryüzüne kök salmanın zıtlığının serimlemesini yapar. Almanya’nın “düşmanı” İngiltere’ye karşı yani evrenselciliğin, liberalizmin ve özgür ticaretin sınırlarını çizdiği bir İngiliz dünya tahayyülüne karşı toprağa bağlı, totaliter bir karşı kuvvet olarak Almanya’nın çıkarıldığı felsefi bir polemik hâlini alır. Deniz, İngiltere referansıyla birlikte bir şekilde evrenselciliğin, liberalizmin, bir tür ticaret ve kârperestliğin ve giderek sanayi devriminin enerjisinin devşirildiği bir unsura dönüşür. İngiltere, bütün varoluşuyla denize döndükçe köksüzleşmiş, dünyaya yayılmış bir ağın yerinden kımıldatılıp, başka bir yere taşınabilir metropolüne, seyyal bir balığa dönüşmüştür. Schmitt’in daha önce ele aldığı pek çok başka tema da bu ikili karşılık içine akmaya başlar. Örneğin deniz unsurunun ağırlığını arttırmasının en önemli neticelerinden biri, savaşların sınırsızlaşmasıdır. Karada yürütülen savaşlar sivillerin dışarıda bırakıldığı iki ordu arasındaki mücadele olarak gözükürken, deniz savaşları ablukayla öne çıkar. O, sivil asker ayrımı yapmaz, bütün nüfusu, ortak bir şekilde hedefine koyar, bu anlamda daha sonra teknolojik imkânların gelişmesiyle korkunç boyutlar kazanacak Vernichtungskrieglerin (imha savaşlarının) de ön modelini sunar.
Fakat bu öyle bir süreçtir ki içinde barındırdığı imkânlarla, onun taşıyıcısı olan İngiltere’yi bile giderek marjinalleştirecek güçlerin önünü de açmıştır. Sanayi devriminin, denizlerde (ve karalarda) hakimiyet kurulmasını sağlayacak buharlı gemi, tren vs. gibi ilk buluşları kısa sürede yeni sanayi ve teknik gelişmelerle birlikte hızla geride bırakılmıştır. Bu yeni dönem, eski kara ve deniz antagonizmasının da yeni unsur boyutlarının katılmasıyla büyük oranda şekil değiştirdiği, havanın hem uçaklar hem de radyo sinyalleri ve elektromanyetik dalgalarla kat edilerek denizi ve karayı bir anlamda birleştirdiği, bu şekilde küreyi daha da küçülttüğü bir dönemdir. Ve bu “ilk mekân devriminin yeni bir safhasını başlatacak şekilde bütün mekân tasavvurlarının dönüşmesi” anlamına da gelmektedir Schmitt için. Schmitt, henüz İkinci Dünya Savaşı bitmemiş ve sanayileşmeyle mekanikleşmenin yarattığı büyük güçler arası mücadele henüz tam karara bağlanmamışken, 1942 tarihli metnini bu şekilde ucu açık, ve hatta önceki Grossraum ve Reich üzerine yazdıklarını düşündüğümüzde belki de yeni bir “Reich” düşüyle noktalar.
Savaş sonrasında yani denize dayalı bir dünya İmparatorluğu olan İngiltere’nin zevali temennisi karşılık bulmayıp iki “ada” olan Amerika ve Britanya savaştan zaferle çıktıktan sonra da Schmitt, tekrar kara ve deniz tematiğine dönmüştür, fakat bunun yanına bir politik bütünlük olarak tek kutuplu dünyanın mümkünlüğünü sorguladığı çeşitli yazılar da eklenmiştir. Bu metinlerde hem daha nostaljik bir ton tutturduğu hem de bu kara-deniz çatışmasının Schmitt’in zihninde bir nebze daha keskinleştiği söylenebilir. Aşırı teknolojikleşme ve mekanikleşmenin dünyayı bir bütünlük hâline getirdiği muhakkaktır, fakat bunun Kara ve Deniz unsurları arasındaki politik çatışmayı bu iki unsuru birleştirerek nihayete erdireceğini söylemek mümkün değildir; çünkü teknik birleşme ve bütünleşmenin politik birliğe yol açacağı fikri, tarihsel olmaktan çok, kökeni Aydınlanma’da yer alan belli bir felsefi fikre, teknik determinist bir ilerleme fikrine ve teknikle dünyada yaratılabilecek bir cennet inancına yaslanmaktadır. Hâlbuki teknik bütünleşme ve teknik aracılığıyla sağlanan dünyanın birliği Schmitt’e göre, siyasal çatışmanın hiçbir surette ortadan kalkmasını sağlamaz. Schmitt’in siyasalın özgün kategorileri olarak dost ve düşman ayrımını belirlediği ve “Siyasal düşmanın varoluşsal anlamda en yoğun haliyle başka bir varlık ve yabancı” olduğunu söylediği bilinmektedir. Doğal şartlar tarafından doğrudan ve büsbütün belirlenmeyen ama arkasında bu unsurlara yönelik bir irade ve karar bulunan kara ve deniz unsurları arasındaki çatışma da iki farklı ve birbirine yabancı varoluş biçimi olarak, teknik tarafından birleştirilmiş bir dünyada siyasal kamplaşmanın önsel koşulları olarak var olmaya devam edebilecek dünya tarihsel kuvvetlere sahiptir.
İlkin denizlerin açılmasıyla birlikte neşvünema bulan, sömürgecilik ve dünya çapındaki ticaret ağlarıyla Avrupa içi bir birikim rejimine dönüşen kapitalizmin sanayi devrimiyle birlikte yeryüzü ölçeğinde ne türden devasa bir hammadde ve emek sömürüsüne yol açtığı malum. Bugün bunun acı sonuçlarını ekolojik yıkım ve paradoksal bir biçimde “su kaynaklarının” bile tükenmesi biçiminde tecrübe ediyoruz. Şimdi “Kara ve Deniz” konusundaki bu parantezi kapatıp, Schmitt’in en başta zikrettiğimiz yazısına geri dönebiliriz. Schmitt, Plettenberg civarındaki muhkem dağlar ve okyanustan gelen etkiler arasında epeyce dramatize ettiği çatışmada, Katolik bir bölgeye Bismarckçı Kulturkampftan beri Protestan nüfuz etme çabalarını da ve belki Almanya’ya okyanustan ve okyanusun ötesinden gelen Amerikancı tasallutu da birlikte ima ediyordu. Fakat dikkat çekmek istediğim husus bu yazıdan çok, yazının sonunda Schmitt’in alıntıladığı bir mısra ve bu mısraya eklediği -belki biyografik olarak bile alımlanabilecek- yorum. Okyanus ve kara arasındaki çatışmaya, bu yazısının sonunda, alıntıladığı mısra ile üçüncü bir unsur ekler Schmitt: kaynaklar.
Siyasal kavramı ve dost-düşman ayrımıyla ilgili de “Düşman, Gestalt olarak bizim kendi meselemizdir” mısraını çokça ve kılavuz olarak zikrettiği Theodor Däubler’in bir başka mısraını alıntılar bu yazının sonunda: “Okyanus özgürdür ve ondan daha özgürdür kaynaklar” Okyanusun sunduğu veya sunuyormuş gibi göründüğü sınırsızlığa, “sonsuzluğa” ve bunlarla birlikte gelen belli türden bir özgürlük kavramın karşısına, pınarların sınırlı, mütevazı ve besleyici özgürlüğünü çıkarır Schmitt. Sonu yıkım ve tükenişin sınırsızlaşmasına varan, artık neredeyse olağan hâle gelmiş sürekli bir istisna hâliyle hep öteye taşınan sınır aşımlarına karşı, bir kaynağın sabit, dayanıklı ve kararlı yeniden başlama gücüdür bu ve bu güçte bulunan özgürlüktür.
Kaynakça: Carl Schmitt, Kara ve Deniz, İstanbul, 2020 Carl Schmitt, Staat, Grossraum, Nomos – Arbeiten aus den Jahren 1916-1969, Berlin, 1995 Carl Schmitt, Der Nomos der Erde, Köln, 1950 Carl Schmitt, Siyasal Kavramı, İstanbul, 2021 Jean-François Kervegan, Carl Schmitt et “l’unite du monde”, Les Études Philosophiques, no. 1, 2004, s. 3–23