Kan bağının yetersizliği

ÖMER YALÇINOVA
Abone Ol

Benim için akraba kavramı, olgusu, kelimesi, duygusu veya düşüncesi, onun da ötesinde akraba ilişkileri her zaman problemli olmuştur. Aynı şeyi aile kavramıyla ilgili de söyleyebilirim. Ama aile konusunda analiz yapmaya gücüm yetmez. O, şiirin konusudur. Ailenin bence yalnızca şiiri yazılabilir. Kardeş dediğin zaman durup düşünürsün çünkü. Anne ve baba söz konusuysa akan sular durur. Analitik olmak mümkün değildir bu şahıslar için. Duygusallık hat safhadadır. Ama uzak akrabaları konuşmaya başladığımızda, meselenin şekli değişir. Daha rahat hareket eder ve yargıda bulunuruz. Bunun sebebi, uzak akrabanın vazgeçilmez olmamasıdır.

Ama birincil yani yakın akrabadan vazgeçmek mümkün değildir. En fazla konuşmaz ve görüşmezsiniz ablanızla veya abinizle. Ama bu durumda bile onlara duyduğunuz sevgiyi, yakınlığı, sıcaklığı terk edemezsiniz. Ablanızla görüşmediğiniz her gün, ay, yıl içinizde kan gölleri birikir. Anne ve babayla görüşmemek zaten mümkün değildir. Onlardan ayrı kaldığınızda hemen büyük bir huzursuzluk ve umutsuzluğun içine yuvarlanırsınız. Peki, anne-babanın yanındayken çok mu mutlu olursunuz? Ne arar? Tabii ki problemler bitmez. Sadece yaranın hacmi küçülür. Yara orada durmaktadır. Anne-baban dahi olsa seni ister istemez yaralamadan bırakmaz. Kardeşler arasında da daima iyileşmeyen yaralar olacaktır. Bunun çözümü, merhemi, tedavisi yok. Bu yarayla yaşamaya alışmak zorundayız.

Akraba ilişkilerinin merkezinde anne-baba vardır. Sonra da kardeşler. Anne-baba ömürlerini tamamlayıp gözlerini yumduklarında sıra en büyük kardeşe geliyor. Bu, abla da olabilir, ağabey de. Kim daha büyükse, nasıl ki mesela bayramlarda anne-babada buluşuluyorsa, onlardan sonra en büyük abla veya ağabeyde buluşmaya başlanır. Dolayısıyla anne-babanın akrabalarıyla ilişkisi, bizim akrabalarımızla ilişkimizi de belirliyor. Çekişme her akraba topluluğunda mevcut. Ondan da kurtuluş yok. Sadece çekişme de değil, yarışma. Fakat bunların hiçbiri ayrılığa gayrılığa veya uzun süreli küskünlüğe sebep olmaz. Çünkü bir baş vardır. O, kurucu iradeyi temsil eder. O iradenin altında bütün akrabalar toplanır. Yeri geldiğinde onlar, ilişkilere müdahale eder. Ve genelde birleştirici müdahalelerdir bunlar. Orta yolu bulmak cinsinden. Tabii bu orta yola hiç kimse bütün anlamıyla razı olmaz. Sadece gönüller hoş edilir. Ve birliktelik bozulmaz. Tekrar edersek, çekirdek aile akraba ilişkilerinde bu şekilde merkez konumdadır. Ve o, bir üst mercie bağlıdır. Üst merci eğer dede-nene hayattaysa odur, hayatta değilse, ondan sonra gelen büyük evlatlardır.

Şeref Bigalı'ya ait bir eser.

Şemasını çizmeye çalıştığım ilişkiler ağı, küçük şehirlerde hâlen devam ediyor. Bütün akraba ilişkileri bu şekildedir demek istemiyorum. Veya her akraba ilişkisi küçük şehirlerde bu şablona uygundur iddiasında da bulunmuyorum. Demek istediğim, üç akraba ilişkisinden ikisi böyledir. İstisnalar her zaman vardır. Bu istisnalar, günümüzde artıyor. Bu yüzden büyükşehirlerde akrabaların birbirlerine düşkünlükleri kalmadı. Akraba yakınlığının yerini, arkadaş yakınlığı aldı. Kahramanmaraş 2013’te büyükşehir oldu. Ama Maraş’ta da durum üç aşağı beş yukarı böyle. Oysa tam bir şehirleşmenin gerçekleştiği de şüphelidir. Yani bir İstanbul veya Ankara’daki şehirleşme, sanırım Anadolu’nun diğer hiçbir şehrinde olmadı. Gaziantep’i, Konya’yı bilirim. Buralar İstanbul’dan çok farklıdır.

  • İstanbul’da tanıdığım ailelerde ise bütünüyle bir içli dışlı olmaktan ziyade, bir araya geldiklerinde latifeler, tatlı sözler, akraba olmanın getirdiği sevincin söz konusu olduğunu gördüm. Yoksa birbirlerinin işlerine karışılmasından, hatta bunların konuşulmasından bile rahatsızdılar.

İşte “Şöyle bir teyze vardı, ne oldu?” sorusuna “Aaa! O kanseri yendi.” cevabı veriliyor. Kanser olduğunda o kişinin ziyaretine gidilmemiş demek ki. Hastanede ona refakatçi olunmamış. Olan kişiler, arkadaşlardı veya iyi anlaşılan komşular. “Bu amca vardı, haberdar mısınız?” “O, öldü.” “Vah! Vah! Vah!” Büyükşehirlerde bu şekilde adı var, kendi yok bir akrabalık sürdürülüyor. İyi de oluyor, çünkü bu tür ilişkiler, büyükşehirlerin yol açtığı yalnızlık duygusunu az veya zaman zaman da olsa gideriyor. Suni teneffüs yani. Ya da “Aslen Sivaslıyız” deyip, Sivas’a gittiğinde oturup çay içeceği, hoş sohbet edeceği akrabalarının olduğunu bilmek, insana iyi geliyor. Küçük şehre dönecek olursak; akraba olmanın bir avantajı söz konusu değil artık. Yani insanlar iş yerlerindeki insanlara nasıl davranıyorlarsa, akrabalarına da aynı şekilde davranıyor. Mesela “Dezzeoğlu napıyorsun?” diye seslenebiliyor insanlar arkadaşına. Yani teyze oğlu olmak, bir yakınlıktır. Bunu biliyor. Ve teyzesinin oğlu olmayan arkadaşına bunu bahşediyor kişi. Demek ki o duygu hâlen var insanlarımızda. Ama aynı kişi teyze oğullarından yılandan kaçar gibi kaçıyor. O, teyzesinin oğlu olduğu için ayrıcalıklı bir yerde durmuyor artık. İnsanlar kendilerine nasıl davranılıyorsa, karşılarındakilere de aynı şekilde davranmaya çalışıyor. Demek ki akraba ilişkilerindeki kayıtsız şartsız kabul etme, katlanma, tahammül etme, sabretme ortadan kalkmış. İşime gelirse ilişkiyi sürdürürüm, işime gelmezse sürdürmem, şeklinde hareket ediliyor. Oysa teyze oğluyla ilişkiyi sürdürüp sürdürmeme işle değil kanla ilgilidir. O bir nevi senin kaderin gibidir. Kanla ilgilidir, çünkü eğer sen akrabalarını kollamazsan, diğer akraba toplulukları sizi içlerine alıp sindirirler. Bu sefer sizin köy, kasaba, ilçe veya küçük ilde söz hakkınız kalmaz. Hani anlatırlar ya, Oğuz Kaan ölüm döşeğinde üç oğluna, elinize birer ok alın kırın demiş. Onlar da yapmışlar bunu. Sonra üçer ok alıp onu kırın demiş, oğullar kıramamış. İşte böyle birlikte olursanız kimse sizi kıramaz, yenemez, diye nasihatte bulunmuş. Bu hikâye, aslında bütün akraba topluluklarında, bir efsane olarak devam ediyor. Ama uygulanmıyor. Aksine, ne olursa olsun devam ettirilen akraba ilişkileri, günümüzde iç zehirlenme diyebileceğimiz bir hâle dönüştü. Artık akrabasının bir başarısına sevinilmiyor. Akrabanın başarısı kendi başarısı ve rakip akraba topluluklarına karşı atılmış bir gol olarak görülmüyor. Tersine, akrabanın düştüğü zor durum, bir sevinç vesilesi oluyor. Ne de olsa, birkaç ay da “Ah ahlarla, vah vahlarla” dedikodusu yapılacak bir malzeme çıkmıştır ortaya. Şöyle de söylenebilir, senin düştüğün kötü durum, benim iyi değilse de, normal durumumu tasdikliyor, yani beni rahatlatıyor.

Fikret Otyam'a ait bir eser.

Yakın zamanda, tanıdığım bir arkadaşın akrabasını bıçakladılar. Ben, kan gövdeyi götürür diye düşünmüştüm köyde. Öyle olmadı. Bıçaklanan kişilerin erkek kardeşleri bile durdu. Durduruldu dediler ama bu beni ikna etmedi. Birkaç ay dedikodusu yapıldı. Tahminlerde bulundu insanlar. Sonra da etkisi ortadan kalktı. İyi de oldu. Ben, ortalığı kan bürüsün, intikam ateşleri yakılsın, olay töre cinayetine dönüşsün demiyorum. Kesinlikle böyle bir dileğim yok. Ama çocukluk günlerimden hatırladığım ve birçok hikâyesini dinlediğim köy kavgaları ve cinayetleri demek ki kalmamış, diye düşündüm. Bir yandan sevindim, diğer yandan bunun akraba ilişkilerinde meydana gelen gevşemeyi hatta dediğim gibi iç zehirlenmeyi gösterdiği için üzüldüm. İlginçtir, insan sınıf arkadaşından çok kuzenini hatta kardeşini rakip olarak görüyor. Neden? Çünkü annesi kuzenini örnek göstererek çocuğu azarlıyor. Annenin “Dayının oğlu Kimya Öğretmenliğini kazanmış” cümlesinde “Sen kazanamadın” manası vardır. Ya da Kimya Öğretmenliği kadar mühim bir bölüm kazanamadın manası.

Maşallah Zeynep halanın bütün çocukları bir memurluğa yerleşti.

cümlesinde, çocuklarını takdir etme veya kutlama yok, kendi çocuğunu onunla kıyaslayıp, küçük görme ve aşağılama vardır. İç zehirlenmenin birinci veçhesi, karşı tarafının mutsuzluğuyla mutlu olmakken ikinci veçhesi, kıyas yoluyla yaralamaktır.

Göstermelik yürütülen ilişkilerde, yarardan fazla zararın görülmesi de normaldir. Tabii küçük şehir insanının işi başından aşkın olmuyor. Olsa da, fazla çalışmadan hayatını idame ettirebiliyor. Hinlik veya işten kaçmak söz konusuysa, büyükşehir insanı küçük şehir insanının yanından geçemez. Neyse... Özellikle kadınların, gün boyu fazlasıyla boş vakitleri oluyor. Erkek tarlada, bahçede veya memurluk yaptığı yerde oyalandığı için dedikodu yapacak zamanı da kalmıyor, enerjisi de. Fakat kadınlar, ne kadar çok çalışırlarsa çalışsınlar, bir şekilde konuşmayı, havadis alıp vermeyi ihmal etmiyorlar. Bluetooth kulaklığı taktıklarında, cep telefonuyla saatlerce konuşmaları işten bile değil. Öyle olunca akrabalar arasında ilişki ruhunu kaybetmiş olsa da, sürdürülüyor. Göstermelik ve zoraki olan bu ilişkinin tek sebebiyse, çevrede başka kimsenin olmayışı. İnsanlar boş kaldıkları her an birbirleriyle uğraşıyorlar. Bir köyde beş, bilemedin on aile oluyor. Bu on aile birbiriyle uğraşmayacak da ne yapacak? Hem ruhu kalmayan akrabalık ilişkisi hem de bunun zoraki ve göstermelik olarak devamı… insanlara bir yerden sonra zarar veriyor. Sözün de israfı vardır. Bu noktada ilk önce sözün israfıyla karşılaşıyoruz. Sonrasındaysa, düştüğünde zor toparlanmayla. Mesela güya her bayramda mutlaka birbiriyle görüştüğünü bildiğim bir sülaleye mensup arkadaşım, trafik kazası yaptığında telefonu hiç susmamıştı. Biz aracı sanayiye çekmek, karakoldaki işlemleri bitirmekle meşgulken, onun akrabaları arayıp kazanın nasıl olduğunu bütün detaylarıyla öğrenmeye çalışıyorlardı. Detayı öğrenip ne yapacaklar? Tabii ki hiçbir şey. Üzülmüş gibi görünüp, -kimsenin günahını almak istemem ama- belki de içten içe sevinecekler. Oysa bir dakika önce arayan kişiden her şeyi dinlemişlerdi. Bir de onlar arayıp, aynı şeyleri, birinci ağızdan dinlemenin, acıdan haz almak dışında nasıl bir açıklaması olur bilmiyorum. İyi bir şey yaptıklarını, yakınlarının kötü zamanında yanında olduklarını sanıyorlardı. Oysa yapılması gereken acil işlere, ayrıca kanamakta olan yaranın kabuk bağlamasına engel oluyorlardı. Arkadaş olayı her anlatışında sanki yeniden yaşıyordu. Arkadaşa telefonunu kapat dememe rağmen kapatmadı ve günlerce bu telefon trafiği sürdü.

Nuri İyem'e ait bir eser.

Akrabalık ilişkilerinin içine düştüğü çıkmazlara işaret ederken, akrabalarla bağımızı koparalım, onların içine girmeyelim, mümkünse onları hiç görmeyelim demek istemiyorum. Keşke bunlara sabredebilsek; iç kanama dediğim durumları iyileştirebilsek. Ama maalesef modern zamanlarda yaşıyoruz. Modern birer insan olup çıktık. Hiç kimseye tahammülümüz yok manasına geliyor bu. Kimse kimseyi çekmek istemiyor. En yakınını bile. Anne-babaya, ablaya, ağabeye bile sabrımız sınırlı. Asıl problem burada zaten. Neden sınırlı? Neden tahammülsüz, hoşgörüsüz, daha da fenası nankör ve vefasızız? Sorular çoğaltılabilir. Yaraya daha sert neşter vurabiliriz. Ne fayda? Modernizm, geri dönüşü olmayan yol manasına da geliyor. Biz istediğimiz kadar akrabalarımızla yakın ilişkiler kurmaya, kopan bağları onarmaya çalışalım hoş karşılanmayacak, hatta deli diyecekler bize. İşin yok mu senin ya, diye dalga geçenler de olacaktır. Oysa yitirdiğimiz şey, çok büyük. Akraba demek, kendini tanımak anlamına gelir. Çok sevdiğim amcamla bir araya geldiğimizde, onda babamı ve kendimi görüp şaşırmıştım. Bu bence eşi benzeri olmayan bir bilgi kaynağıdır. Keşke dedelerimi de görebilseydim. İki dedem de ben bebek yaştayken vefat etmişler. Onlarda da kendimi görmek, babamın ve amcalarımın hareketlerini anlamlandırmak isterdim. Modernizm, işte bu bilgi kaynağını yok etti. Mesela amcamın da uykuya düşkün olduğunu öğrendiğimde çok sevinmiştim. Onun ağaç oymacılığına merakı ayrıca ilgimi çekmişti. Bir amca oğlumun “kara sevda” dan verem olup öldüğünü duyduğumda da, içimde bir alanın aydınlandığını fark etmiştim. Hele onun saza ve söze merakını öğrenince… Başka bir örnek; amcamın kızının “Bizim erkeklerin elleri topak topak olur” tespiti de kendime bakışımı etkilemişti. Dolayısıyla akrabalık sadece diğer soylara karşı kendini güvende hissetmekle açıklanamaz. Asıl olan kendimizle kuracağımız sağlıklı ilişkide akrabalar ve onların özelliklerinin yardımı ve açılımıdır.

  • Büyük veya küçük şehirlerde, en sıkı akraba ilişkileri, kendini azınlık olarak kabul eden kesimlerde görülüyor. Çerkes arkadaşlarımın akrabalarıyla daha sıkı fıkı ilişkiler içinde olduklarını gördüm. Kürt arkadaşlarımda da öyle.

Nedim Gündür'e ait bir eser.

Alevilerd e ayrıca. Başka ifadeyle, kendilerinden, yani akrabalarından olan kişilerin başarıyla göneniyorlar, başarısızlıklarıyla mutsuz oluyorlardı. Çerkes bir arkadaşımın, maddi durumu olmadığı hâlde vefat eden halasının torununun cenazesi için Adana’ya gitmesi anlamlıydı. “Halamın yanında olmalıyım.” demişti bana. Kürt veya Alevi arkadaşlarımın ise hiçbir surette köylerine yönelik bir eleştiriyi kabul etmeyip canhıraş biçimde köylerini savunmaları da ilginçti. Oysa köy ve köy halkıdır bu. Övülecek yönleri kadar eleştirilecek yönlerinin de olması doğaldır. Demek ki hâlen kendi içlerinde dokunulmaz bir alan olarak görüyorlardı akrabalığı. Mahremdi yani onlar için akrabaları ve köyleri. Temizdi, dışarıya karşı mutlaka muhafaza edilmeliydi, kol kırılıyorsa da yen içinde kalmalıydı. Meşhurdur, Çerkes veya Alevi düğünlerine yabancı kişilerin alınmaması, girmeye çalışanların ise fena dayak yemesi. Sadece mahremiyet değil bu durumu açıklayan olgu. Bir de aynı köyden ya da soydan olmanın ayrıcalık olarak görülmesi de etkilidir. Bu ayrıcalığı kaybetmek istemedikleri için âdeta bir gizli örgüt gibi hareket etmekten hoşlanıyor olabilirler.

Ankara’ya taşınmak istediğimde, nakliyatçıların Ağrılı olduğunu öğrenmek şaşırtıcıydı. Birbirinin akrabalarıydı üstelik bu taşıma şirketlerinin sahipleri. Hepsinin birbirinden haberleri oluyordu. Sebebi basit. Ağrı’dan çıkıp, Ankara gibi korkutucu bir şehre geldiğinde, ilk önce en güveneceğin kişilerin yanına gidersin. Bunlar da genellikle akrabalar olurlar. Neden akrabalar? Çünkü Ağrı gibi Ankara veya İzmir’e kıyasla küçük şehirlerde zaten herkes bir şekilde birbiriyle akrabadır. Ankara gibi bir cangılın içine düştüklerinde, bu ilişki işe yaramaya başlar. Ayrıca yaptığın iş nakliyat gibi tehlikelerle doluysa, akrabalık ilişkisi daha da önemli olur. Çünkü tanımadığın birinin eşyalarını taşıyorsun. Onunla uzun yola çıkıyorsun. Yolculuk on üç saat bile sürebiliyor. Tabii ki yanında bir akrabanın olması can güvenliği açısından daha iyidir. Öyle olunca, Ankara’ya bir akraban geldiğinde, güç kazanırsın. Onunla ister istemez ilgilenirsin. Bu da akrabalık bağıyla açıklanamaz sadece. Şartlar bunu gerektiriyordur. Benim eşyalarımı Maraş’tan Ankara’ya taşıyan nakliye şirketinin patronu, kiralık evi nasıl bulduğumu sormuştu. Çünkü o da Ağrı’dan yeni gelen teyzesinin oğlu için kiralık ev arıyordu. Oysa benim de Ankara’da onlarca akrabam vardı. Ama hiçbiri ne kiralık daire bulmada ne de diğer işlerde bana yardımcı oldular. Ağrılı nakliyeci, teyze oğlu için bunu dert edinebiliyordu. Ankara’da tanıdığım yüzlerce kişiden de -bir kişi hariç- yardım gördüğümü söyleyemem. Nakliyeci arkadaş teyze oğlunun evlenmesini, evinin döşenmesini de düşünüyordu. Çünkü Ankara’da az sayıdaydılar. Yaptıkları işte güvenilir eleman önemliydi. Akrabalığın üstüne, memleketçilik ve iş ortaklığı da eklenmişti yani. Sloganları: “Türkiye’yi taşıyoruz!” muş. Anlamlı.

Namık İsmail'e ait bir eser.

Tabii ki her akraba topluluğunda, bir büyük vardır. Lider yani. Ama o lider fazla umursanmaz. Yerinde olsun, biz bayramda elini öpmeye gidelim ama işlerimize karışmasın. Zaten onun zamanı geçmiş. O ne anlar ki, diye düşünülür. Öyle olunca, küçük yerlerde de organize bir akraba ilişkisinden söz etmek mümkün olmuyor. Hiçbir lider kişi de akrabalarının sorumluluğunu üstlenmek istemiyor zaten. Onun da adı var, kendisi yok.

  • Akrabalığın da adı var, kendisi yok. Bunun açık göstergesi, kan bağıyla ilerleyen akrabalık ilişkilerinde başka hiçbir bağın kalmamasıdır. Oysa diğer bağlar, akrabalık bağını kuvvetlendirir, anlamlandırır. Dostluk mesela, akrabalığın doğal içeriğidir.

Bu, maalesef günümüzde kalmadı. Güven, vefa, had bilme, saygı, sevgi, koruyuculuk, destek… gibi örf âdetlerimizin sarsılmaz kavramlarının tamamı, akrabalık kavramında mündemiçti. Bu kalmadı. Zedelenen şey budur. Günümüzde kim “Benim dayımın oğlu yalan söylemez.” diyebilir? Kimse. Ya da şöyle: “Dayımın oğlu yalan söyler, ama şu teyzemin kızı kesinlikle söylemez.” diyebilir? Böyle bir tanımayı, iç içe olmayı bile kaldırmayan bir ruh hâli içindeyiz. Bu duygu tesisini büyüklerin kurması gerekiyordu. Dediğim gibi büyükler bunun için çaba göstermiyor, küçükler de bu kaygısızlıktan gayet memnun.