İsmail Kara : Kendimizle memleketimiz arasında bir irtibat kalmadı
“Kendilik bilgisi ve üst bir farkındalık yersiz yurtsuz ve aidiyetsiz olmaz” diyor Prof. Dr. İsmail Kara. Çalışmalarını Osmanlı’nın son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarına hasreden Kara, mahallî tarih çalışmalarını da usul usul bir kenarda ilerletmiş, bir taraftan bu kitapların kendi bütünlüklerini ararken diğer taraftan da ana çalışma konusu ile irtibatlarını yoklamış örnek bir yazar bizim için.
Bir televizyon söyleşinizde, “hayli geç farkına vardığım bir hazine” olarak söz etmiştiniz yerel tarihten. Bir nostalji duygusuyla geçmişin yüceltilmesi değil, burada saklı olan değerlerin bugüne taşınmasındandı yakınmanız zannediyorum. O hâlde bir ilahiyatçı-tarihçi olarak Rize üzerinde odaklanan bu yerel tarih araştırmalarınızda tam olarak neyi ortaya çıkarmayı hedeflediğinizle başlayalım müsaade ederseniz…
Kendimi arıyordum, arıyorum diye cevap verebilir miyim? Latife bir tarafa Türkiye’de hepimizin içinden gelip geçtiği, hepimizin bir şekilde öğütüldüğü diyelim, eğitim sistemimiz ve kültürel alışverişlerimiz yaşadığımız yerin neresi olduğuna, buranın kuvvet ve zaaflarına dair gerçek bir zemin yahut kuvvetli bir duyarlık ve farkındalık oluşturmuyor.
Maalesef. Belki sadece bir hissiyat, biraz da hamaset düzeyinde bırakıyor; düzenli bilgi ve felsefe-hikmet seviyesine doğru yükseltmiyor.
Hâlbuki kendilik bilgisi ve üst bir farkındalık yersiz yurtsuz ve idiyetsiz olmaz.
Ben mahallî tarih araştırmacısı yahut folklor mütehassısı değilim ama hem kendilik bilgisine yerinden bir destek sağlamak hem de mesleki olarak yaptığım işleri daha vasıflı yapabilmek için bu saha ile uğraşıyorum diyebilirim.
Niçin böyle oluyor? Türk eğitim sisteminin millîliği, ideolojik de olsa milliyetçiliği nerede kalıyor o zaman?
Güzel ve yerinde bir soru. Anıtkabir’in mimarisiyle ilgili bir yazı yazmıştım, başlığı şöyle idi:“Türkiye’de millî olan dinî olan değilse nedir?”
Türkiye’de genelgeçer milliyetçiliğin çok sıradan ve güdük kalmasının ana sebebi İslam’la olan münasebetini muğlak ve müphem bırakması hatta bu münasebeti büyük ölçüde reddetmesidir.
İstisna denebilecek bazı mütefekkirler hariç tabii. Cumhuriyet eğitim sisteminin, ilim ve kültür anlayışının, tarih fikrinin İslam’ı paranteze alarak bir yapı kurmaya çalışması onu hiçbir şeyi derinliğine ele alamaz ve geliştiremez bir konuma mahkûm etmiş gözüküyor.
Bizi de, eğitim sistemini ve kültür hayatını da mahkûm ediyor. Onun için Halkevlerinin çıkardığı dergiler Anadolu’nun mahallî kültürü ve zenginlikleri açısından hâlâ çok kıymetli olmakla beraber, bu parantez ve sansürler sebebiyle genişlik ve derinlikten yoksundur. Çünkü dinle irtibatlı meselelere büyük ölçüde girmez, giremez.
Bu topraklarda dinle, İslam’la irtibatlı olmayan ne var? 1940’lı yıllarda başlayan akademik köy araştırmaları ve monografilerinde müstakil bir bahis olarak din ve onunla irtibatlı konular da umumiyetle yoktur. Niçin?
Aynı şekilde Tarih Kurumu ve Dil Kurumu’nun, az sayıdaki fakültelerin tek partili yıllardaki bazı proje ve çalışmaları önemli olmakla beraber konuştuğumuz meselenin cesameti itibariyle yetersiz oldukları söylenmelidir.
Türkiye’yi taşıma kapasitesi itibariyle daha da yetersizdirler. Bugün daha iyi bir durumda mıyız diye sormak ve olanı yok saymadan üzerinde düşünmek, çıkış yolları aramak lazım.
Dil Kurumu ve Tarih Kurumu son yirmi yılda bu vadide hangi başarılı projelere ve çalışmalara imza attı acaba? Sormak ve soruşturmak lazım.
Belediyelerin ve taşra üniversitelerinin yaptığı bazı sınırlı çalışmaları bu zaviyeden yetersiz de olsa müsbet görebiliriz.
İslam’ın paranteze alınması dışında başka etkili unsurlar da olmalı değil mi?
Elbette var. Ama parantezin beslediği büyük ilmî ve fikrî hatta hissî kopukluk mutlaka ilk sırada zikredilmeli…
Eğitimli insanlara soyadıyla ilgili yahut ailesi, ilmiyeden olan dedesi, köyü, beldenin meyvesi, çiçeği, mahallî dili, mescidi hakkında bir şeyler sorduğunuzda çoğunlukla tam bir suskunlukla, bilgisizlikle karşılaşıyorsunuz.
Belli ki bunları yani kendisini önemsememiş, bir şeyler öğrenmek ve anlamak için hiçbir gayret sarf etmemiş. Öğretilmemiş, hissettirilmemiş ve ihtiyaç da duyulmamış.
Bir hususun daha altını çiziyorum; Türkiye’de solcuları enternasyonalizm, milliyetçileri Turancılık, İslamcıları da ümmetçilik bu topraklardan, bu dünyanın zenginliklerinden yani kendilerinden büyük ölçüde koparmıştır.
Bütün soğukluğuyla bu vakıayı görmek ve üzerinde kafa yormak lazım.
Siz mahallî tarih çalışmalarına, köy araştırmalarına nasıl yöneldiniz? Öncünüz, hocanız kimdi?
Hocalarımın, çevremdeki insanların böyle bir yönlendirmesi yahut talebi olmadı.
Muhtemelen en önemli etkiyi Dergâh Yayınları’nda çalışmaya başladıktan sonra Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi dolayısıyla okuduğum, taradığım, baktığım kaynaklardan, metinlerden, görsellerden edindim.
Bu metinlerden edindiğim bir diğer intiba da mahallî tarih çalışanların, derlemeler yapanların çoğunun alaylı olması idi. Devletin, kurumların yapamadığını mütevazı şartlarda birkaç gayretli insan gösterişsiz ve nümayişsiz bir tarzda yapıyordu.
Buralardan kendime bir yol buldum ve esas çalışmalarımdan vakit buldukça mahallî çalışmalara intikal ettim, zevkle çalıştım.
Yazları köye gittiğimde bu tür çalışmalara ağırlık verdim, bilgi ve belge topladım, mollaların ve muallimlerin kütüphanelerine baktım, muhtarların evrakını yokladım, bilgili ve konuşkan yaşlılarla, kadınlarla sohbetlerde bulundum, derlemeler yaptım, fotoğraflar çektim.
Köy sözlüğü çalışmamın birçok kaynağı var ama önemli bir kısmını rahmetli annemle yaptığımız uzun sohbetlerden edindim, öğrendim, kaydettim. O kadar ki iki manada da “anamın sözlüğü” desem yeridir.
Rahmetli Kutuz Hoca’nın Hatıraları, Yusuf Karali Hoca kitapları, ayrıca köyünüzdeki tekkenin ve âlimlerin portreleri bir tarafta, Güneyce-Rize Sözlüğü ve Rize Defteri sayıları başka bir tarafta… Bu çalışmalarınız için kendi içlerinde mi yoksa sizin külliyatınız içinde mi bir bütünlük aramalıyız? Bir de Rize Araştırmaları Vakfı var.
Muhtemelen her ikisi. Çalışma saham ağırlıklı olarak çağdaş Türk düşüncesi ve çağdaş İslam düşüncesi.
Osmanlıların son dönemi ile Cumhuriyet’in ilk yıllarında medreseler ve tekkeler, âlimler, hocalar ve şeyhler, bu kurumların ve kişilerin kafalarında ve içlerinde dolaşan düşünce ve zihniyet dünyası, hissiyat ve ifade biçimleri, muhalefet ve uyum tarzları, bunların Cumhuriyet öncesi ve sonrasındaki hikâyeleri, gelişme ve büzüşmeleri benim çok yönlü olarak doğrudan ilgilendiğim konular.
Babamın hatıraları ve onun hocalarının monografileri mesleki çalışmalarımla da irtibatlı ve çift taraflı olarak vücut buldu.
Başka bölgelerin hoca ve şeyhlerinin, onların takipçilerinin, talebe ve halifelerinin de izini sürdüm, bazılarıyla görüşmek için seferler yaptım. Bu başlıkları dar bir mahallî örnek üzerinden, 12 yaşına kadar büyüdüğüm kendi köyümdeki ve Rize, Trabzon civarındaki hikâyeleriyle de yokluyor ve araştırıyorum.
Bunlar üzerinden aynı zamanda hocam olan babam ve onun hocaları, çevresi etrafında kendi hikâyemin, benzer hikâyelerin geniş tarihinin, irtibat noktalarının, kuvvet ve zaaflarının da izini sürüyorum.
Rize Araştırmaları Vakfı bu çalışmaları hevesle ve önemseyerek takip eden birkaç Rizeli arkadaşın teşebbüsleriyle kuruldu, ben de onları destekledim, projelere ve yayınlara ciddi emek verdim, uzun vadeli programlar yaptık.
Rize Defteri’nin üç sayısı ve bazı önemli kitaplar, aile tarihleri, ilçe monografileri Dergâh Yayınları’yla müştereken bu kurumda yayımlandı. İyi ve istikrarlı gidiyordu. Nazar değdi herhâlde, araya şeytan girdi ve bu kurumla alakam kalmadı. Rize Defteri ve diğer yayınlar nasıl devam edecek bilmiyorum, sormuyorum. Türkiye’de hep böyle oluyor maalesef.
Kendimden yola çıkarak söyleyeyim, yerel tarih kitaplarını “okumayı” bilmiyorum hâlen: Hangi gözle bakılır, bütüne dair bir ipucu bulunur mu, bugüne taşınacak bir mevzu aranması uygun mudur vs. Farklı bir okuma pratiği mi söz konusu olmalı bu tür kitaplar için, sizden bir destek ve rehberlik rica etsek?
Hem çok zor hem de çok kolay bir soru. İstanbul kitapları yahut Evliya Çelebi Seyahatnamesi nasıl her bölgeden insan tarafından okunabiliyorsa bir köy monografisi de aynı şekilde ve aynı gerekçe ve zevklerle okunmalı, okunabilmeli.
Tatlı su meraklısı bir insan düşünün ve bu diyelim ki artık tatlı suyu neredeyse hiç kalmayan İstanbul’da yaşasın.
Bu kişinin Erzurum’un, Trabzon dağlarının, Sivas yaylala rının, Torosların tatlı sularına kulak kabartmaması mümkün mü?
Tanpınar’ın Beş Şehir’in başında anlattığı İstanbullu yaşlı kadının Arap memleketlerinin birinde İstanbul’un tatlı sularını tatları ve kokularıyla tek tek sayıklamasını ve onları anarak hastalıklarından şifa bulmasını hatırlayalım lütfen. Veya çiçek seven birini tasavvur edin, memleketin hiç tanımadığı binbir çiçek zenginliklerine bigâne kalması düşünülebilir mi? Düşünülemez ama feci durum böyle; tam bir bigânelik.
Çünkü kendimizle memleketimizin tatlı suları ve çiçekleri veya maddi, kültürel, manevi varlıkları arasında varoluşsal bir ilişki, derin ve geliştirilmeye müsait bir irtibat kalmadı.
Akarsuları, denizleri, dağları, tarihî eserleri, mahalleleri, şehirleri, abideleri, türbeleri, yatırları arasında kaldı mı? Kalsaydı İstanbul başta olmak üzere tarihî şehirler, kasabalar ve köyler, tarihî tecrübemiz, mezarlıklarımız, tarım alanlarımız bu kadar hoyratça tarümar edilebilir miydi?
İstanbul başta olmak üzere tarihî şehirlerimiz ancak işgalcilerin yapabileceği kadar kötü ve insafsız bir görüntüye mahkûm edildi, bugün de ediliyor. Köyler hakeza.
İstanbul’a mahsus o güzelim ve bir kısmı asırlık fıstık çamları kesiliyor, baltalanıyor, kimsenin umurunda değil ama diğer taraftan İstanbul’a bilmem ne kadar ağaç dikiyoruz.
İstanbul, hususen Boğaz’ın iki tarafı hurma ağaçlarıyla doluydu, pazarlarda 80’li yıllara kadar çok ucuz fiyata satılırdı, sonbaharda harika bir manzarası da olur, şimdi ağacı da meyvası da antika hâline geldi.
Bu çorak ve hoyrat ortamda akademisyen bir metalürji ve malzeme mühendisinin, Erdoğan Tekin’in 2 ciltlik Türkiye’nin En Güzel Yaban Çiçekleri kitabı beni hem çok sevindirmiş hem de ümitlendirmişti. Rahmetli gittiği her yerin çiçeklerini fotoğraflamış.
Kişinin doğduğu, büyüdüğü veya yaşadığı şehirle ilişki kurması bakımından bu tip araştırmalar hem okur cephesinden hem de araştıran, yazan üzerinden ne anlama gelir? Bu alanın ihmal edilmesi ne demektir?
Bir memleketin çiçeklerini ve tatlı sularını, balıklarını, ormanlarını, hayvanlarını tititizlikle korumakla diyelim ki Süleymaniye külliyesini veya Ahlat mezartaşlarını korumak arasında mahiyet değil, derece farkı vardır. Bana sorarsanız insan unsurunu korumak da aynı şeydir.
Bu okumak ve anlamakla, katılmakla olur. Belki de hepimizin ittifak edebileceği çiçek, su, börtü böcek meselesini önemsemeyi öğrenemediğimiz, bilgi ve anlayışlarımızı geliştiremediğimiz için büyük yapıları ve insani münasebetleri de koruyamıyoruz.
Mahallî araştırmaların genişliği ve derinliği ile bunların önemsenerek okunması, takip edilmesi çok yönlü olarak bizi besleyecek ve hem his hem de bilgi ve felsefe düzeyinde bizi yükseltecektir.
İnsan bir yerin insanıdır ve dünyaya bir yerden bakar. “Dünya vatandaşı” olsa olsa bir mecaz ve deyimdir. Sorunuza dolaysız cevap olarak belki en iyi türküler üzerinden cevap verilebilir.
İyi kötü bildiğimiz, duyduğumuz ve hissettiğimiz için her yörenin, her şivenin türküsünü zevkle dinleyebiliriz.
Belki belgeseller üzerinden mimari yapılar için de böyle kısmi bir hassasiyetimizin oluştuğu söylenebilir. Bunların hepsi aynı zamanda aktüel çözümlere işaret eder, edebilir.Bir köy monografisi, ücra bir beldenin sözlüğü, giyim kuşam, yeme içme, düğün dernek, ölüm mezar, ev-sokak-mahalle kültürü üzerine yazılmış metinler de böyledir ve Anadolu hakkında bir hissiyat, düzenli bir bilgi ve estetik, felsefi bir donanım edinmek, bugün ne yapacağımıza dair tutamaklar yakalamak için bunları rahatlıkla okuyabilir, okumalıdır diye düşünüyorum. Buradan yani parçadan bütüne gidebilir, kültürel bütünlüğü daha iyi kavrayabilir.
En azından kendi köyü, şehri ve bölgesini merkeze alarak, giderek halkaları genişleterek okumalı, anlayıp kuşatmalı, elinden geliyorsa yazmalı, anlatmalıdır. Bu aynı zamanda kendini, insanını, tabiatını anlamak, kuvvet ve zaaflarını teşhis etmek, imkânları görmek olacaktır.
Bugün yapılması gerekenlerin ve bu tür çalışmaların imkânları düne göre daha mı azaldı? Çok mu vakit kaybettik?
Çok vakit kaybettiğimizde şüphe yok. Maddi, manevi, kültürel birçok şey artık kayboldu, ortalıktan çekildi veya tanınamaz, takip edilemez hâle geldi.
Mecburi eğitimin ve iletişim imkânlarının artmasıyla mahallî şiveler, ifade biçimleri ve kültürel zenginlikleri bile çok büyük oranda zayıfladı.
Tektipleştik ve büzüştük. Zaten köy de mahalle de mahallîlik de pek kalmadı artık.
Güneyce-Rize Sözlüğü’nü gören Doğu Karadeniz diyalektleri mütehassısı Hollandalı bir akademisyen bana “Bu tür derlemeleri yapabilecek son nesil sizsiniz” diye bir not göndermişti. Buna rağmen ne yapmanız gerektiğini bilirseniz, unuttuklarınızı ve kayıplarınızı hatırlarsanız, hatırlama iradesi ve cesareti gösterirseniz hiçbir şey için geç değildir.
Dün tekrarlanamaz, geçen geri gelmez ama dünü bugün ve yarın için yeniden ele geçirebilir ve kurabiliriz. Hem problemin ciddiyetinin ve tahribatın büyüklüğünün tamamen farkında olmak hem de ümitsizliğe kesinlikle yol vermemek lazım.
- Unutmayın, Yahudiler büyük ölçüde kaybolmuş İbraniceyi yeniden dirilterek İsrail’in resmî dili hâline getirdiler. İsrail’e göç eden Yahudilerin, Türkiye’den gidenler dâhil, kahir ekseriyeti İbranice bilmiyordu. Onun için “Unuttuklarını hatırla” diyoruz.