İslam ve sanat, gelenek ve gelecek

ÖMER FARUK ŞERİFOĞLU
Abone Ol

21. yüzyılın ilk çeyreğinde bir başka tehlikeyle daha karşı karşıyayız. Görece yeniden hatırladığımız, canlandığını iddia ettiğimiz sanatlar, zanaatlar tam da 21. yüzyıla yakışır bir simülasyon burkacının içinde içeriksiz, niteliksiz bir görüntü nesnesine dönüştürülmektedir.

İslam sanatı deyince direkt problemli bir alana giriyoruz. Toplum olarak son birkaç yüzyıldır bütün okumalarımızı Batılı tasnifler üzerine yaptık ve yapıyoruz. Tüm zihnimiz Batılı referans ve kodlamalar üzerinden tanımlı. Öyle olunca da tıkandığımız birçok yer oluyor. Hâlbuki kendimize ait bir alan, içinde yaşadığımız bir dünya, değil miydi bu! Batılı referans ve kıyaslamalardan yola çıktığımız, aynı bakış açısıyla yetindiğimiz sürece de tıkanmaya devam edeceğiz.

Fatih Özkafa

21. yüzyılın ilk çeyreğinde bir başka tehlikeyle daha karşı karşıyayız. Görece yeniden hatırladığımız, canlandığını iddia ettiğimiz sanatlar, zanaatlar tam da 21. yüzyıla yakışır bir simülasyon burkacının içinde içeriksiz, niteliksiz bir görüntü nesnesine dönüştürülmektedir. Bu akıl tutulmasından ve bilinçsizleşme girdabından kurtulmak için bütün kavramları yeniden konuşmamız gerekiyor, elimizin, gözümüzün yerinde olup-olmadığını, işlevini yerine getirip-getirmediğini yoklamak, kendimizden emin olmak için...

Bu konuda ilk uyanışımı, kişisel bir tecrübe olarak aktarmak isterim. 1993’te Sezer Tansuğ’a (1930-1998) gitmiştim “sanat ve toplum” bağlamında bir röportaj için. Peşpeşe birtakım sorular soruyordum. Üçüncü ya da beşinci soruda, bir yerde Sezer Bey patladı, “Batı, Batı, Batı, başlarım Batı'sına yahu!” diyerek sunturlu bir küfür savurdu. O an bu adamda ışık var, dedim. Sezer Bey'le hukukumuz ömrünün sonuna kadar sürdü. Yirmi iki yıl önce kaybettiğimiz Sezer Tansuğ’un sahici sorularının izini metinler üzerinden sürmeye devam ediyorum... Cumhuriyet döneminde sanat dünyamıza damgasını vurmuş en sıra dışı karakterlerden olan Sezer Tansuğ, 1955’te başlayan ve giderek yaşamının birincil uğraşı olan sanat tarihi araştırmaları ve sanat eleştirisini ölümüne kadar sürdürdü, yazdığı her metin, muhatabı için bir dönüm noktası ya da bir tartışmanın ilk kıvılcımı olmuştur...

  • Sezer Tansuğ’un 1960’larda yayınladığı kült kitabı Şenlikname Düzeni’nden sonra 1970’lerin başında yaptığı bir animasyon filmi çalışması vardır (ki Türkiye’de ilktir) Aslında bir üçlemedir, ilkini görenleriniz olmuştur Amentü Gemisi Nasıl Yürüdü, diğerleri, “Bahar Nasıl Tamam Oldu” ve “Ahde Nasıl Vefa Etti” olacaktı. Üçüncüsü hiç çekilememişti. Burada Sezer Bey'in temel meselesi hat sanatına bir başka gözle bakmaktır; hat sanatındaki estetiğe oradaki kurguya ve arkasındaki kültüre, kendince sinematografik bir okuma yapıyordu. Alanında hâlâ aşılamamış bir çalışmadır.

Sezer Tansuğ’un sorusuna ilk gençlik yıllarında takılanlardan biri de Cemal Kafadar olmuştur: “Sezer Tansuğ’un Şenlikname Düzeni tekrar tekrar okuduğum, beni çok düşündüren bir kitap oldu. Perspektif meselesi üzerine akıllıca birtakım mülahazalar vardı… Kendine göre çok cesur bir modernizm anlayışı da var. Ama bununla birlikte dekoratif bir motifçilik ya da öyle sığ bir gelenekçilik gütmeden, çok rahat gelenek denen o malzemeyle yoğuruyordu işlerini… Şenlikname Düzeni küçücük bir kitap ve temel bir soru soruyordu. Bazı Osmanlı şehzadelerinin sünnet düğünü şenliklerini anlatan surnameler vardır, malum.

Şenlikname Düzeni

Tansuğ kitabında, Nakkaş Osman’ın 1582 düğününe ait Surnamesi ile Levni’nin 1720 Surnamesi’ni ele alıyor. Mesela, 1582 Surnamesi’nde hep aynı yerde, Atmeydanı’nda (Sultanahmet) günlerce esnaf geçidi yapılır, arada da eğlendirici şovlar akrobatlar cambazlar çıkar falan. İki ay boyunca şehir, büyük bir panayır gibi, Osmanlı endüstri fuarı gibi bu şenliği yaşar. Minyatürcü de her günü ayrı ayrı çizer. Bunun yazılı anlatıları var bir sürü, sonradan onlardan da okudum. Neyse, bir gün arka planda çınar ağaçları var, bir gün erik ağacı, bir gün başkası. Bunun gibi sabit olmasını bekleyeceğimiz birçok unsur sayfadan sayfaya değişmiş olarak çıkar karşımıza. Şimdi Tansuğ’un benim çok kıymetli bulduğum sorusu şuydu: Bunun mantığı nedir, bu niye böyle? Ve Osman’dan Levni’ye temsil anlayışı farklılıkları nedir, nasıl açıklamalı? Oryantalist bir kafayla yaklaşarak, ‘İşte Şarklı kafası, süsle de nasıl süslersen süsle’ gibi işkembe-i kübradan ve tabii tepeden atmayacaksak bunun bir cevabı olmalıydı. O dönemde, elbette oryantalizm gibi bir tartışma yok. Ahmet Hamdi Tanpınar, Oğuz Atay, Sezer Tansuğ gibi isimler oryantalizm lafı çıkmadan post-oryantalisttiler bana kalırsa...”

***

Gelenek sözcüğüne bakarsak… Gelenek sözcüğü her telaffuzunda karşımıza, geçmişle bugün arasında bir kimlik/idiyet meselesi olarak ortaya çıkıyor. Öncelikle gelenekten ne anladığımız konusunda anlaşalım. Ya da ne anladığımız/anlamadığımız konusunda tartışalım ve bir tanım üzerinde mutabık kalalım…

Hilmi Yavuz bir söyleşisinde değinmişti gelenek kavramına ve nasıl bakmamız gerektiği konusunda dikkat çekici bir yaklaşımı vardı: “Bugünkü durumumuzla geçmişteki durumumuz arasında birtakım farklar var, bu farklara rağmen bazı benzerlikler de var.

Oleg Grabar

Zamanla içinde bir şeyler değişmekte, ama değişmeyen bazı şeyler de kalmaktadır. Değişen şeylere isterseniz araz (ilinek ya da accident); değişmeyen şeylere ise öz (essence) diyelim. Şu halde meselâ yirmi sene evvel yüzümde kırışıklıklar yoktu; bugün var. Saçlarım beyaz değildi; şimdi beyaz. Ama bende değişmeyen şeyler de var. İşte onlar benim gerçek kimliğimi oluşturuyor. Bu çerçeve içinde düşünürsek geleneği değişenin içinden değişmeyeni çıkarmak, bulmak, diye tanımlayabiliriz. Geçmişten bugüne kalanlar nelerdir, bunlar ne anlama gelir, bunları çıkarmak ve geriye kalan öz ne ise onu korumak söz konusu. Çünkü kimlik meselemizi başka türlü temellendirmek olanağına sahip değiliz. Gelenek, bu anlamda, sürekli değişen içinde değişmeyeni; arazlar (ilinekler) içinde değişmeyeni, özü (essence) bulmak ve bugüne ulaştırabilmektir.”

İslam Sanatı kavramı ve Oleg Grabar

1998’de İslam Sanatının Oluşumu adlı efsanevi kitabın yazarı Oleg Grabar’la (1929-2011) bir konuşma fırsatımız olmuştu. Cemal Kafadar’ın evsahipliğinde, ders kitabı olarak okuduğum kitaptan hareketle (bildiğimiz tek metni o idi) bir röportaj için buluştuğumuzda, kitabının Türkçe edisyonunu elimde görünce tebessüm etti. Ben niye güldüğünü sorduğumda “Ben bu kitaba gençlik fotoğraflarıma bakar gibi bakıyorum, üzerinden yıllar geçti ve bu kitaptaki fikirlerim çok değişti” dedi. “İslam sanatı” kavramının tarihi ve coğrafi sınırlarını sorduğumda, özetle söylediği şey şuydu: “Dinlerin sanatı olmaz, coğrafyaların sanatı olur. Ben bu kitapta tersini söylüyorum ama şu an geldiğim noktada böyle düşünmüyorum.”

  • İslam sanatı kavramının bir savunma, bir tepkisellikle oluşmuş olduğunu söylüyordu. Sanat dediğimizde Avrupa kaynaklı Batı-Hristiyan sanatının algılandığını, ayrıca Alman Sanatı, Fransız sanatı, Hıristiyan sanatı denmezken, İslâm sanatı, Hint sanatı, İran sanatı diyerek ötekileştirildiğini, bunların da Batı hegemonyası karşısında direnişe geçtikleri için kendilerini böyle adlandırdıkları gibi bir tespitte bulundu. Çok ilginç gelmişti o kitaptaki okuduklarımızdan sonra. Bir de kronolojik olarak, nasıl sınırlıyorsunuz İslam sanatını, dediğimde, Abbasi öncesi ve Abbasi sonrası İslam dünyasındaki sanat algısını ikiye ayırmak gerektiğini, birbirinden farklı neredeyse iki ayrı dünya olduğunu söylemişti. O konuşmadan bir bölümü buraya almalıyım.

“İslam sanatına Batılıların homojen bakış açının değiştiğine dair belirtiler görülüyor. Sizce bu değişimin sebebi nedir?

50 yıl önce bizim araştırmaya başladığımız yıllarda her bölgeyi ziyaret etmek kolaydı. Bizler de her ülkeyi ve her sanat eserini görme temayülündeydik. 1950'lerde Topkapı'daki elyazmalarını incelemiştik. Şimdi insanlar birkaç ülkeyi ziyaret ediyor ve detaya iniyorlar. Bir dili çok iyi bilmenin birçok dili yarım bilmekten iyi olduğu söylenir. Sanat tarihiyle ilgili olarak da aynı şey geçerli. Bu söz konusu değişimin en önemli sebebi; tabii beraberinde bazı problemleri de getirdi... Ancak netice itibariyle olumlu olduğu söylenebilir. Müslümanlar da eskisine oranla daha evrensel bakıyorlar bu sorunlara. Köktenci gruplar ise aslında Batı kökenli olan Pan-İslamcı görüşü benimsemiş görünüyor.

Ne gibi problemler bunlar?

Öncelikle, çoğu araştırmacı İslam sanatlarıyla genel olarak ilgilenmek durumunda değil artık. Bugün çok sayıda araştırmacı İslam sanatları alanında çalışmalar yapıyor ve uzmanlıkları gereği detaylara iniyor; bir dili ya da bir dönemi çalışıyor. Bu tür çalışmanın çok kısa sürede çağdaş milli ideoloji ve kültürlerin esiri olacağından korkuyorum. Çünkü şu anda İslam coğrafyasındaki milli devletler oldukça yeni oluşumlar. Ve tarihi geçmişlerine uymayan yönleri de yok değil. Aptalca şeyler oluyor. Bu durum, geçmişe sağlıklı gözlerle bakılmasını engelleyebilir. Esas tehlike bu.

Surname-i Vehbi - Levni

Bir tehlike daha var, araştırma kimin için yapılıyor! Eskiden araştırmanın (scholarship) evrensel olduğu düşünülürdü. Japon fiziği, Fransız fiziğinden farksızdı. Ancak kültürel çalışmalarda, Özbek’in kendi kültüründen anladığı ile bir Tacik'in anladığı farklı. Semerkand kime ait? Orada ki sanat eserleri kimin sanatı? Bu çalışmaları yaparken, bugünkü Özbek Cumhuriyeti'nin bunlarda payı olduğunu asla düşünmemek gerekir. Bu bilimsel de değil, ama ciddi bir tehlike.

Yine, Ürdün'de ilginç ve pratik bir problem var. Bu ülkede Emevi-Hristiyan sanatı ile ilgili araştırmalarla, İslam'ın egemen olduğu ilk dönemlerde önemli sayıda Hristiyanlığa ait binanın inşa edildiği ve dekore edildiği anlaşıldı. Bu hadiseye nasıl bir isim vereceğiz? Hristiyan-İslami sanat mı, yoksa başka bir isim mi? Yani o dönemi çok basmakalıp nitelemelerle ele alamayacağımız açık. Belirli bir dönemde değişik dinler, değişik kültürler etkileşebiliyor ve farklı eserler ortaya çıkabiliyor.

  • Yine mesela, hat sanatında karşılaşılan problemi nasıl aşacağız? Arap alfabesini ve Arapça metinleri bilmeyen bir Batılı, hat sanatının değerini takdir edebilir mi? İslam dünyasındaki insanların bile bu konuda ne kadar şanslı olduklarını kestiremiyorum.

Sanat ve edebiyat tarihi ile ilgileniyorsanız, tarihten farklı olarak, evrensel değerler geliştirmelisiniz. Güzel olduğunu düşündüğünüz şey, herkes için ya da başka bir grup için güzel olmayabilir. Dikey ve bölümlenmiş çalışmalarda bu tehlikeye düşmemek çok zordur. Yani daraltılmış uzmanlık alanlarında çalışılması, güzel sonuçlar veriyor. Ancak evrenselliğin gözden kaçırılmaması gerekiyor.

İslam tarihine bakıştaki homojenliğin kırılmasının müsbet yanını dikkate alırsak, İslam toplumlarının sanatına yönelik daha objektif bir bakış açısının geliştiğini söyleyebilir miyiz?

Evet; şüphe yok. Bazı köktenci ve ırkçı yaklaşımlar istisna edilirse, eskiye nazaran daha objektif olunduğu söylenebilir. İnsanlar bu sanatı bazı tezleri ispatlamak için araştırmıyorlar artık. Şunu da unutmamak lazım, sanat bahsinde objektif olunması imkânsızdır. İki saplantılı yaklaşım var; Türk ve Batılı araştırmacılar tarafından sahiplenilen. Bir taraf şovenizme kayarken, diğer tarafta hafife alma şeklinde bir yaklaşım gözlemliyoruz.

Surname-i Hümayun

Bu iki yaklaşım da değişti şimdilerde... Benim nesildaşlarım önceki kuşak araştırmacıların şovenizmini reddettiler. Türkiye'deki İslam ve Osmanlı sanatına Batı'nın yaklaşımı biraz daha karışık bir mevzu. Bir kısım Bizanstinist, Osmanlı'da ne kadar cami varsa, hepsinin Ayasofya'nın kopyası olduğunu iddia eder. Halbuki esinlenmek ve kopyalamak farklı şeyler...

Batılı sanat tarihçileri ise hala İslam sanatını tamamen anlayabilmiş değiller. Psikolojik engeller var kafalarında. Peygamberle ilgili çeşitli enstantanelerin tasvir edildiği, önemli savaş manzaralarının canlandırıldığı tabloların olmadığı bir sanatın büyük bir sanat olabileceğini kabul etmek istemiyorlar. Özetle, Batılı sanat tarihçilerinin önemli oranda bir önyargıya sahip oldukları söylenebilir.

Türkler ve Arapların sanat tarihiyle ilgili asıl problemleri ise bu milletlerin komşularının sanat tarihleriyle fazla ilgilenmemeleri. Halbuki komşularınızı tanırsanız, bu kendinizi tanımanıza da büyük ışık tutar. Bu alanda da değişim olduğunu düşünüyorum.

İslam sanatını şekillendiren temel dinamikler nelerdir? Veya bu dinamikler zamanla nasıl değişti, ya da değiştiler mi?

Eskiden bu konularda daha iddialı konuşuyordum. Şüphesiz değişimler oldu. Şu anda alacağım pozisyon şu: İslam sanatının bir tarihi vardır. Bu önemli bir nokta, çünkü bir kısım insan uzun bir süre bu gerçeği kabul etmek istemedi. Bu yüzden soru şu şekilde konabilir: İslam tarihinde sanattaki bu değişime neden olan ya da etkileyen belli faktörler var mıdır? Muhtemelen bazı faktörler var. Bunlardan biri, Abbasi sentezi olarak adlandırılabilir. 9-10. asırlarda yaşananların niçini, bugün hâlâ bir sırdır. Bu dönemde dünyada bir rekabet yoktu. Çin'den Atlantik'e kadar olan bölgede Bağdat'ın rakibi yoktu. Burada, yeni din ile mistisizmin ve klasik felsefenin bir sentezi yapıldı. Bana göre, bu sentez Müslümanların yaşadığı her yerde hissedildi. Bu sentezden sonra ortaya çıkan her şeyde, bunun etkisi vardır.

Son Hattatlar’ın resmî geçiti
Nihayet

İkincisi, Arap alfabesinin tüm Müslümanların alfabesi olması. Bu gerçeği kimse net bir şekilde izah edemiyor, çözümleyemiyor. Kur'an'ın tercüme edilme yasağı bunu açıklamak için yeterli değil. Sadece kutsal kitap değil, tüm yazı dili Arapça idi. Osmanlı'da da Atatürk'e kadar bu devam etti. Şimdi Orta Asya’da ciddi bir problem yaşanıyor. O ülkeler Kiril alfabesinden Arap alfabesine mi, Latin alfabesine mi dönüleceği konusunda kararsızlar. Sabit olarak kalan bir başka faktör, askeri egemenlik.

İslam sanatı bugün nasıl yaşayabilir?

Bugün İran, Mısır, Pakistan, Malezya ve Türkiye gibi ülkelerde modern sanatın bir kısmı geleneklerden çok uzak değil. Yapılanları kınayanlar da var, ama eskinin kopyası da olmaz. İznik çinisi 14 asır önce o kalitede icra edilebildiği için güzel. Yoksa bugün aynen kopya edilmesi saçma olur. Yani, 10. asırda olduğu gibi bir İslam sanatı olmayacak bence. Farklılık, İslami ya da gayri-İslami olmayacak yeni zamanlarda; fark, köyünde tanınanlarla, dünya genelinde tanınan sanatkârlar arasında olacak…”