İş ilanı/sabır sebat testi

FATMA BARBAROSOĞLU
Abone Ol

Rahmetlinin, dedi babam iki vasiyeti vardı. Beni toprağın koynuna verdikten sonra en yakın bildiğin dostun ile bir tatlıcıya gir. Tatlı ye. Orada bulunan herkese benim ruhum için tatlı ısmarla. Bir kişi ise bir kişi. Yüz kişi ise yüz kişi. Bu senden istediğim son şeydir.

İnternete girip iş görüşmesine gitmeden önce muhakkak uyulması gereken kuralları tekrar tekrar okudu.

Kahverengi giyilmeyecek. Giymedi. Koyu renk takım elbise ve beyaz gömlek.

Soruları fazla uzun ya da çok kısa cevap verilmeyecek.

Gelebilecek muhtemel sorulara dair ikişer cümlelik cevaplar hazırladı.

Hobileri, fobileri hepsi tamamdı.

Diploma derecesinin muhatabında zaten gereken etkiyi yapacağından yüzde yüz emindi. Kendisiyle öylesine görüşülecekti. Formalite icabı.

Yine de heyecanlıydı. Büyük bir holdingde işe başlamak istiyordu. Yukarıdan şöyle. Vınnn masasına konacaktı.

Kendisini masasının başında hayal etti. Güzeldi.

Sonra toplantılarda hayal etti.

Sonra bir ülkeden bir ülkeye yaptığı seyahatlerde hayal etti. Evet hepsine yakışıyordu.

***

İş sahibi olmak hiç de kolay değilmiş. Ne siyah takım elbisenin etkisinden istifade edebildi ne de hazırlamış olduğu iki cümlelik cevaplardan.

Adam –evet işi kaybettiğine göre adam da diyebilirdi artık, herif de.

Adam ne diploma dereceleri ile ilgilenmişti ne de öğrendiği yabancı dillerle.

İş sahibi olmak hiç de kolay değilmiş. Ne siyah takım elbisenin etkisinden istifade edebildi ne de hazırlamış olduğu iki cümlelik cevaplardan.

Oysa yabancı dile çok önem verdiklerini söylemişlerdi.

‒Yabancı dili öğrenen sen değilsin, demişti bitirdiği lisenin adını öğrenince. Babanın parası. İlkokuldan üniversiteye kadar yabancı okullarda okumuşsun. Dolayısıyla bildiğin yabancı dilden senin sabır sebat sahibi olduğunu takdir edemeyiz.

Niye sabır sebat sınavına tâbi tutuluyordu ki!

‒Ben sanıyordum ki, diye bir cümleye başlamıştı. Diyecekti ki, yabancı dilin iş için gerekli olduğunu zannediyordum. Sabır sebat testi için değil. (Sabır sebat testini şimdi söylüyordu. Cümlesini tamamlamasına izin verilmiş olsa idi daha şık bir cümle kurardı elbette.)

Adam onun cümlesini tamamlamasına bile izin vermemişti.

Modern insan gözleriyle düşünür
Nihayet

‒Ben yoğurt satarak geldim evlat bu günlere dedi. Yoğurt satarak. Sen bilmezsin. Senin baban bile bilmez belki. Eskiden mahalle aralarında uzun sırığın iki ucuna asılmış büyük yoğurt kovalarıyla kapı kapı dolaşırdık. Dolaşmak değil de “Yoğurtçu!” diye bağırmak zor gelirdi.

Babam zor geldiğini anlayınca peşime adam taktı. Bakalım sahiden bağırıyor mu, bağırmıyor mu diye.

Sahneyi gözünde canlandırmaya çalışıyordu. Büyük patronu küçük bir yoğurtçu olarak. Sahne yarım kaldı.

‒Söyle delikanlı adam, sizin okulu bitirip de okulun sunduğu yabancı dili hiç öğrenememiş olan var mı?

Düşündü. Herkesin bilgisi aynı seviyede değildi ama hiç öğrenememiş olan biri de yoktu.

  • ‒Yani? diye sormuştu. Ben bildiğim yabancı dili okuduğum okul sayesinde değil de dışarıdan gayretlerle (gayret kelimesi de nasıl gelmişti aklına? Hiç inanmadan söylediği cümle adamı içinde sırf gayret kelimesi geçiyor diye mutlu etmişti herhalde) öğrenmiş olsa idim sizin açınızdan daha değerli bir iş yapmış olacaktım yanlış anlamadıysam. (Yanlış anlamadıysam cümlesini sanatsal bir incelik ile ifade etmeye dikkat etmişti. Adamı hâlâ daha etkileme ihtimali olduğunu düşünüyordu.)

‒Hayır delikanlı. Senin bildiğin yabancı dilleri değersizleştiriyor değilim. Sonuç bir dili öğrenmiş olmak ise sen bu sonuca ulaşmışsın. Ama ben yabancı dilden daha çok çalışanlarımın sabır sebat sahibi olup olmadıklarını ölçüyorum.

Evlenirken de buna dikkat ettim, çocuklarımı yetiştirirken de, elaman alırken de.

Eline formu alıp incelemeye başlamıştı adam. Bu yabancı dil bahsi burada bitti demek istiyordu herhalde. Aklında onlarca soru varken hiçbirini sormadı. Bir tarafı nasıl olsa bu adam seni işe almayacak. Su gibi bildiğin iki yabancı dil bile onu etkilemediğine göre, koyuver gitsin diyordu.

Eline formu alıp incelemeye başlamıştı adam. Bu yabancı dil bahsi burada bitti demek istiyordu herhalde.

Adam fobiler kısmına baktı.

‒Korkularını yazmakta cömert davranmışsın, dedi. Korkusuz olduğunu söyleyenler en büyük yalancılardır. Cesaret, bildiğimiz korkuları yenebilmek için sarıldığımız kurtarıcımızdır.

Demek ki görüşme henüz bitmemişti. Yabancı dil ile etkilenmeyen adamın yazmış olduğu korkular bahsinde uzun uzun durması dikkatini çekti.

‒Babamın Ayıboğan diye bir arkadaşı vardı. Gençliği köy köy dolaşarak ayılarla köpeklerle boğuşarak geçmiş. O zamanlar televizyon diye bir şey yok. Ne futbol maçı var, ne at yarışı.

Ama insanlar daima bir yarış bir heyecan, bir dövüş isterler oyalanmak için. İşte babamın arkadaşı ayıboğan da köy köy dolaşıp kendine hasım diye çıkarılan ne kadar güçlü hayvan var ise hepsini yere yatırıyor. Benim çocukluğum onun efsanelerini dinlemek ile geçmiştir. Onu tanıdığımda yetmiş sekiz yaşında idi. Ölüm döşeğinde bir hastane odasında ziyaretine gittik babam ile.

Sağdıç dedi babama, beni yeğenimle baş başa bırak hele. Babam çıktı odadan. Elini anlıma koydu. Beni bilirsin dedi. Bilirim dedim. Yok dedi, bilmezsin. Korkusuz adam yoktur. Korkusunun farkında olmayan adam vardır. Onları kendine yoldaş edinme. Seni nerede bırakacağı, korkusuna nerede yenileceği belli olmaz.

(Bu ne biçim iş görüşmesiydi. Sanki dizi filmden bir sahne. Nasıl dinleyeceğine karar veremedi. Ee ne olmuş diye mi dinleseydi acaba. Yoksa vay canına diye mi? NLP kitaplarına inanmak gerekirse duygularını yırtılmayacak bir maske gibi taşıması gerekiyordu. Maske?)

‒Senin de korkun var mıydı ayıboğan emmi, dedim. Olmaz mı, dedi. Ben korkumu hep bildim. Korkumu bildiğim için cesaret kılıcını kuşanmış bekledim daima.

(Adamın hikâye anlatası gelmiş. CV iş görüşmesi filan bahane. Beni dinleyen kulaklar şahane. Bir psikiyatra gideceğine acemisinden birine böyle. Buldun dinleyecek adamı. Anlat anlat heyecanlı oluyor.)

Sohbet bitti. Herhalde. Yani. Ne yapalım işi alamadık ama iyi bir hayat dersi aldık deriz.

‒O gün korkusunu söylemedi bana. Cenaze namazından sonra babama sordum. Biliyordum ki aradan vakit geçince sorduğum sorunun cevabını asla alamazdım.

(Şimdi niye kendisine bakıyor böyle uzun uzun? İşe almayacağı bir “delikanlı” ile niye bu kadar uzun sohbet ediyor? Hangi korkum beni ona bu kadar yakın etti? Evet evet… Bu sohbette yakınlığın ışığı yanıyor. Bende de bir zamanlar sendeki korkudan vardı diye bir muhabbete mi yelken açtık?.. Bir soru sormanın tam zamanı şimdi.)

‒Affedersiniz… Ayıboğan emminin yani emminizin korkusu neymiş?

‒Babam gençliğinin tanığı son arkadaşını ebedi âleme uğurladıktan sonra hele bir helva yiyelim, dedi. Ölümün ardına helva bahsi hiç iyi gelmedi bana. Sorumu unutturmak için böyle yapıyor diye düşündüm.

(Soru sormama hiç gerek yoktu. Sorsam da sormasam da öyle anlatıyor işte…)

  • ‒Rahmetlinin, dedi babam iki vasiyeti vardı. Beni toprağın koynuna verdikten sonra en yakın bildiğin dostun ile bir tatlıcıya gir. Tatlı ye. Orada bulunan herkese benim ruhum için tatlı ısmarla. Bir kişi ise bir kişi. Yüz kişi ise yüz kişi. Bu senden istediğim son şeydir.

(Bu muhabbet bitmez. Ayıboğan efendinin ruhuna helva kavuracağız daha…)

‒Tahtakale’ye gittik. Niye ta oraya gittik anlamış değilim. Babam iki huysuz yaşlı adamın servis yaptığı dört masanın ancak yer aldığı dükkâna götürdü beni. Önce babamı ayıpladım. Küçük bir dükkânda kaç kişiye rahmetlinin ruhu için tatlı ısmarlanabilirdi ki. Yanılmıştım tabii. Bu huysuz iki ihtiyarın gün boyu müşterisi olurmuş. Eminönü’nden Kocamustafapaşa’ya kadar herkes bilirmiş bu küçük dükkânı. Menü sabit: Mercimek çorbası, saray köftesi, pilav ve irmik helvası.

(Çok karnım acıktı. Aç acına. Yaşlı bir bunağın hatıralarının peşinde… Şu ortadaki çikolatalardan bir tane ağzıma atsam mı acaba? Telefonu filan çalsa da ben de şöyle kaşla göz arasında…)

‒Yemekler çok güzeldi. İkincisini istedim. Babam olmaz, dedi. Neden olmaz ki? Bu iki ihtiyar asla bir gelene ikinci porsiyonu vermez, dedi. Acele et birazdan kovarlar bizi.

(Sohbet bitti. Herhalde. Yani. Ne yapalım işi alamadık ama iyi bir hayat dersi aldık deriz. Büyük patronun huzuruna çıktık diye yazarız. Kariyerim bu görüşme ile başladı derim. Adam sustuğuna göre artık git demek istiyor. Ayıboğan emminin hikâyesi öylece kaldı. Filmlerdeki gibi.)

‒Çok teşekkür ederim. Vakit ayırdınız. Tecrübelerinizi…

‒Ben teşekkür ederim. Pazartesi günü başlayabilirsin.

‒Nasıl yani… Beni beğenmediğinizi sanmıştım.

‒Ben öyle bir şey söylemedim.

‒Diploma derecem ile de ilgilenmediniz, yanılıyor muyum?

‒Yanılmıyorsun hiç ilgilenmedim.

‒Peki, o halde beni bu işe kabul etmenizin sebebin öğrenebilir miyim?

‒Kanun çalıyormuşsun genç adam.

‒Evet, ama benim yapacağım iş ile kanun çalmamın ne alakası olabilir?

‒Bir de kurbağadan korkuyormuşsun.

‒Şimdi iyice şaşırdım.

‒Şaşırma. Hikâyesini anlattığım Ayıboğan emmi hayatı boyunca kurbağadan korkmuş. Küçük bir şeyden korkmak onu büyük şeylere karşı cesur kılmıştı.

‒Evet, ama kanun çalıp çalmadığımı nereden biliyorsunuz? Beni dinlemediniz ki. Pekâlâ yalan da söylemiş olabilirim.

‒Hayat tecrübesi genç adam, kimin yalan söylediğini kimin hakikati söylediğini ve sakladığını anlama kabiliyetidir. Ayrıca senin iyi bir kanun icracısı olduğunu geçen hafta fakir öğrencilere burs ayarlayabilmek için bir grup arkadaşınla birlikte bütün Avrupa’da Türk geceleri düzenlediğini de biliyorum.

(Başım dönüyor. Açlıktan. Heyecandan. Bu öğlesine verilmiş bir randevu değildi demek. Elenmişti. Seçilmişti. Tanışılmaya değer görülmüştü. Yabancı dili neden o kadar küçümsemişti de kanuni oluşunu bu kadar yüceltmişti?)

‒Yabancı dili kendi gayretinle öğrenmiş olsaydın bu konuda takdir ederdim. Ya da çaldığın musiki aleti gitar olsa idi bu kadar etkilenmezdim. Çünkü gitar bir gençlik hevesi olarak başlayabilir. Buradan muhatabımızın sabır sebat sahibi olduğunu kolaylıkla takdir edemeyiz. Ama kanun öyle değil.

‒Ben de sizin kanunu çok sevdiğiniz için beni seçtiğinizi düşünüp her ortamda benden kanun dinlemek istediğinizi düşünmüştüm, dedi genç adam.

‒Eğer öyle bir talebim olsa idi profesyonel bir kanuni ile anlaşırdım.

‒Çok sordum bağışlayın. Benim kanun bilmem yapacağım işe ne tür bir katkı sağlamış olacak ki?

‒Senin sabır sebat sahibi olduğunu test ettik buradan delikanlı. Eskiden kayınvalideler gelin ararken genişçe bir tepsiden ağzı oldukça dar testinin içine suyu doldurmalarını isterlermiş. Müthiş bir test değil mi? Ben sadece sabırlı insanlar ile çalışabilirim. Bir yoğurt imalathanesinden holdinge dönüşmemin mayasını böyle çaldım. Etrafımda daima sabırlı insanlar isterim. İyi bir dinleyici değilsin henüz. Dinlemek ile icra arasında doğru orantı vardır. Unutma.