İş adamının inancı ve ölümü

MUSTAFA ÖZEL
Abone Ol

Din çağlar boyunca insanoğlunun mülkiyetçi ihtirasını “terbiye etmeye” çalıştı. Başarılı olmak şöyle dursun, Weber ile Sombart haklıysa, sonunda insanlık tarihinin en mülkiyetçi sosyal sisteminin oluşturucu ve meşrulaştırıcı ögesi oldu! Weber’e göre, kapitalizmi Protestanlık doğurdu, Sombart’a göre Yahudilik.

Luther için bir insanın mesleği, iş hayatının günlük faaliyetlerini gerçekleştirirken Tanrı’ya ibadet etmesi demekti. Meslek fikrini en kesin biçimde “iktisadi kazancın zahidane takibine dönüştüren” Kalvincilik oldu.

Sosyal bilimlerde maddecilik ve pozitivizmin zirveye ulaştığı bir dönemde “Kapitalist Ruh” diye soyut bir kavram geliştiren Max Weber, bu ruhun oluşumunu “kazanç ile ibadet arasında yeni bir bağ kuran” Hristiyanlığın yeni mezheplerine bağladı.

Luther için bir insanın mesleği, iş hayatının günlük faaliyetlerini gerçekleştirirken Tanrı’ya ibadet etmesi demekti. Meslek fikrini, onun manastır köklerinin ötesine götüren ve -kişinin Tanrı’nın seçilmiş kullarından biri olma statüsünü teyit için- onu en kesin biçimde “iktisadi kazancın zahidane (ascetic) takibine dönüştüren” Kalvincilik oldu.1

  • Werner Sombart’ın hareket noktası ise Yahudilikti. Ünlü eseri Burjuva’nın ilk cümlesi Weber’in tezini reddetmeye ayrılmıştı: “Protestanlık başından itibaren kapitalizme ve özellikle de kapitalist iktisadi görüşe düşmandı.” Sombart’a göre, Weber tezinin odağı olan püritanizmin orta sınıf erdemleriyle hiçbir ilişkisi yoktu. Püriten vaizler para kazanmanın her çeşidine muhaliftiler. Püritanizm serbest rekabeti açıkça kınıyordu. Daha sonra ne olduysa Protestanlık, Yahudiliğin yörüngesine girdi; aralarında bir “görüş özdeşliği” doğdu. Her ikisinde de dinî ilgilerin üstünlüğü, ilahi mükâfat ve ceza fikri, dünya hayatında zühd, din ile iş arasındaki yakın ilişki, aritmetik günah anlayışı ve hepsinden önemlisi hayatın aklileştirilmesi (rasyonalizasyon) bulunuyordu. Sonuç olarak: Püritanizm gerçekte Yahudilikti!2
  • Sombart tezini ispat bağlamında şunları dile getiriyordu: Yahudi için din, sadece bir kutsal günler meselesi değildir. Onun gündelik hayattaki bütün eylemleri din tarafından düzenlenir. Yahudi her davranışında, onun kendini küfre mi, salaha mı götüreceğini sorar. Yahudi şeriatı sadece Tanrı ile insan arasındaki ilişkileri düzenlemekle kalmaz, insan ile doğal dünya arasında mümkün olan her ilişkiye yön verir. Yahudi hukuku, Yahudi dininin bir cüzüdür. Mabetleri yerle bir edilip, devletleri sona erdirilince, Yahudiler din adamlarının ve Heine’nin “portatif ana vatan” dediği Tevrat’ın çevresinde kümelendiler. Aralarında yaşadıkları milletler tarafından dışlandıkça, din adamlarının etkisi arttı. Zulme maruz kaldıkça dinî hükümlere sımsıkı sarıldılar. Bu hükümler Talmud’da bulunuyordu; Yahudiler çağlar boyunca Talmud’da ve Talmud için yaşadılar ve varlık kazandılar.

Tawney, yaklaşık çeyrek asır sonra Weber’in tezini tersine çevirdi: Kapitalizmi doğuran püritanizm değil, asıl onu ortaya çıkaran kapitalist gelişmelerdi. Kapitalist eğilimler Avrupa toplumlarında eskiden beri vardı, ama 17. yy ortalarına kadar baskılanmıştı. Kapitalist gelişme ağır bastıkça, din adamları gerekli inanç ıslahatını yapmak zorunda kaldı, dini dünyaya uydurdular.

Tawney, yaklaşık çeyrek asır sonra Weber’in tezini tersine çevirdi: Kapitalizmi doğuran püritanizm değil, asıl onu ortaya çıkaran kapitalist gelişmelerdi.

Weber’in neredeyse tek büyük kahramanı olan Benjamin Franklin’in “Protestan ahlakının yüceliğinin kanıtı” olduğu iddiası temelsizdi. Franklin fikirlerinin çoğunu, Kalvinci yetiştirilme tarzından ziyade seküler Aydınlanma’ya borçluydu.3Christopher Hill, Tawney’yi teyiden, püriten vaizlerin “seküler burjuvaların zaten yapagelmekte oldukları işleri manevileştirmeye çalıştıklarını” söylüyordu.

Sadece onlara, yaptıkları işi dinen haklı sebeplere dayandırarak (kitabına uydurarak!) yapmalarını öğütlüyorlardı. Bu seküler iş adamları elbette İncil hususunda çok ateşliydiler. “İncil’i severler ama (gönülden) inandıkları için değil, onunla meydana gelen serveti, huzuru, özgürlüğü hissettikleri için.”Hill’e göre, 16 ve 17. yy Cenevre, Amsterdam ve Londra’sının iş adamı, “kalbinin derununa baktığı zaman, Tanrı’nın oraya özel mülkiyet ilkesine derin bir hürmeti yerleştirmiş olduğunu” görüyordu.4

Buddenbrook ve Cevdet Bey’in ölümle imtihanı

Roman, modern toplumda “kalbin derunundaki özel mülkiyet hürmetinin” tasvir ve tahliliydi. Arthur Koestler, Thomas Mann’a iki şey borçluyum, diyordu. Bunlardan birincisi, “bir romanın bilimsel hakikatler içerebileceğini göstermesi” idi.5

Nitekim Thomas Mann’ın Buddenbrooklar’ı 19. yüzyılın ilk üç çeyreğinde Almanya’da, Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları da 20. yüzyılın ilk üç çeyreğinde Türkiye’de “burjuvazinin yükseliş ve düşüş” hikâyeleriydi. Tarih, sosyoloji ve psikolojiyi harmanlayan hikâyeler.

Önceki asırlarda, insanoğlunun mülkiyet hırsını gemlemeye çalışan din, ona ölümü hatırlatarak başarı sağlıyordu. Modernlik, ölüm gerçeğini ortadan kaldıramadığına göre, ölümün nefesini ensesinde hissetmeye başlayan kapitalist iş adamı ne yapacaktı?

  • Thomas Mann ilk romanında bu hususu hâkimane işlerken, Orhan Pamuk tamamen es geçiyordu. Üçüncü kuşakta işleri epey büyüten Thomas Buddenbrook, bir yandan aşırı hassas oğlu Hanno’nun kendi yerini dolduramayacağı endişesiyle kahroluyor; diğer yandansa yaklaştığını hissettiği ölüm düşüncesiyle hesaplaşıyordu: “Oğlum, düşündüğümden de erken ölebilirim. O zaman yerime senin geçmen gerekecek. Hiç paran yok, şirketin parasına değil, kendine güveneceksin! Yaşamak istiyorsan, hatta daha iyi yaşamak istiyorsan o zaman çok çalışacaksın, benden daha çok ve daha güç koşullarda çalışmak zorunda kalacaksın.” Cevdet Bey’in aksine, Thomas Buddenbrook’un tek kaygısı işi değildi. Ölüm ve sonrasını çok sık düşünmeye başlamış, “ruhunun ölüme hiç de hazır olmadığı, kendisini buna hazırlaması gerektiği” sonucuna varmıştı.
  • “İncil’e yürekten bağlı bir Hristiyan olan babası, iş hayatının gereklerini inancıyla bağdaştırmasını bilmişti. Daha sonra annesi de böyle yapmıştı, fakat kendisi bunu hiçbir zaman başaramamıştı.” Büyükbabası kuşkucu bir insandı, Thomas da dindar babasından ziyade seküler büyükbabasına çekmişti; fakat “onun rahat ve yüzeysel yaklaşımıyla tatmin olamayacak kadar zeki ve derindi.” Ölüm ve sonrasına dair soruları aile tarihinin çerçevesi içinde cevaplandırmış; bu yaklaşımı hem onun aileye olan bağlılığı ve burjuva gururu ile örtüşmüş, hem de aşırı tutkusunu ve yaşam biçimini destekleyerek güçlendirmişti. Buna rağmen, yaklaşan ölüm gerçeği karşısında tüm gücünü yitirmişti.
  • Thomas Katolikliğe biraz ilgi duysa da, gerçek ve ateşli bir Protestan olarak işine ve inancına hep bağlı kalmış, Tanrı ile arasına kimseyi sokmamıştı. “En yüce ve en son makamın huzurunda kimse ona yardım edemezdi, o yüce makamda ne bir aracı, ne günah çıkarma ve ne de teselli söz konusuydu! Tek başına, kendi kendine ve kendi gücüyle, isteyerek ve çabalayarak vakit geç olmadan bu bilmeceyi çözecek ve kendisini ölüme her bakımdan hazırlayacak ya da umutsuzluk ve çaresizlik içinde ölüp gidecekti.”6
  • Thomas Buddenbrook’un aksine, Cevdet Bey’in son anlarında hiçbir metafizik gerilime rastlamıyoruz. Ahmet ile Cemil’in büyükbabası, tıpkı Mai ve Siyah’ın Ahmet Cemil’i gibi, Süleymaniye’den yükselen ezan sesini bir an bile işitmemektedir. Gençlik yıllarında kendini gayr-ı müslimlerle bir yarış içinde hisseden Cevdet, onlarla yarışa yarışa onlara benzemiştir! Daha doğrusu, kendi inanç çevresinden kopmuş, başka bir şeye de bağlanmamıştır. Son demlerinde bile, tek bağlılığı işinedir. Önceleri Yahudi, Rum ve Ermeni tüccarları arasında kendini çok yalnız hissediyor, “Benim gibi hem zengin bir tüccar hem Müslüman olan kaç kişi var?... Onların içinde yalnızım” diyor. Kendi toplum çevresinden nasıl kopabilmiş, böyle “herkesten başka” olmak için ne yapmıştı? “Çok çalıştım. Başka hiçbir şey düşünmeden yalnızca dükkânımı ve işlerimi büyütmeyi amaçlayarak çok çalıştım! Sonunda da kazandım…”
  • Orhan Pamuk, Thomas Mann gibi, ileride Büyülü Dağ ile Yusuf ve Kardeşleri’ni yazacak, metafizik gerilimi olan bir romancı olsaydı, romanının 17. bölümünü (“Yarım Asırlık Ticaret Hayatım”) genişletip müstakil bir romana dönüştürebilirdi: Cevdet Bey’in Son Günü. Durum böyle olmayınca, Cevdet Bey de son gününü kendi akıbetini değil, işinin akıbetini düşünerek geçiriyor. İleri yaşta hafızasını bir ölçüde yitirmiş ve işlerden elini eteğini çekmiştir. “Artık şirkete gitmesinin saçma olduğunu anlamıştı.” İşe gitmese de aklı oradadır; oğlu Refik’e çıkışıyor: “Dağınıklaştın. Şirketle ilgilenmiyorsun. Şunu unutma ki bir gün benim başıma bir şey gelirse şirketi idare eden yalnız Osman olmayacak…” Eski fotoğraflara bakınca heyecanlanıyor; Berlin gezisinde dolaştıkları Krupp’un dev fabrikaları, hayalini yeni baştan kanatlandırıyor: “Bizde de fabrikaların kurulması şart. … Ben ne oldum, ben ne oldum? Hayır, yazıhaneye gitmek istiyorum. Yazıhaneye gideceğim, bütün işleri ben yöneteceğim. Osman bir şeyden anlamıyor, aptal. Refik’in aklı başka yerde! Şirketi kim idare edecek? … Acaba benden sonra şirketi nasıl idare edecekler? Artık fabrika şart. Siemens’le anlaşsınlar, burada bir fabrika kursunlar. Artık şart. Biz yapmazsak, başkası yapacak!”7 Birkaç dakika sonra, “Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya, Cevdet Bey de öyle yollanır uyanılmaz bir uykuya.” Ölümle değil, fabrikalaşma düşüncesiyle kıvranarak…

Çağdaş iş adamının dinî duyarlılığı

Yazının akışından, bir düşünür ve kurgu ustası olarak Thomas Mann’ı daha çok önemsediğimi ve “metafizik gerilimi olmayan” Orhan Pamuk’u küçümsediğimi düşünebilirsiniz. Hatta onunla hemfikir olup, “Mann 19. yy gerçekliği için haklı olabilir ama 20. yy gerçekliğini Pamuk daha doğru yansıtıyor!” da diyebilirsiniz.

İş çevrelerindeki kırk yıllık yöneticilik ve danışmanlık serüvenimden edindiğim intiba, Alman romancının Türkiye gerçeğini de Türk romancıdan daha doğru yansıttığı yönündedir.

Cevdet Bey ve Oğulları, Pamuk ailesinin gerçeğe yakın tarihi olabilir; ama roman olması için ülke gerçekliğine ses vermesi gerekiyordu. Bunu başardığını hissetmiyorum.

Thomas Mann, romanını yüz yıl sonra yazsaydı, sonunu belki Cevdet Bey gibi bağlardı. Fakat, Hristiyan olmasa bile Müslüman ve Yahudi iş çevrelerinde, 20. yy sonu gerçekliğini Thomas Buddenbrook daha iyi canlandırıyor.

Cevdet Bey ve Oğulları hakkında Dergâh dergisinde yazdıklarımı 1994 yılında Birey, Burjuva ve Zengin başlıklı kitabım için gözden geçirdiğim günlerde, Businessweek dergisi ünlü Yahudi bankacı Edmond Safra’yı kapak konusu yapmıştı.

Cevdet Bey ve Oğulları hakkında Dergâh dergisinde yazdıklarımı 1994 yılındaBirey, Burjuva ve Zengin başlıklı kitabım için gözden geçirdiğim günlerde, Businessweek dergisi ünlü Yahudi bankacı Edmond Safra’yı kapak konusu yapmıştı. “Finans Dünyasının Esrarlı Adamı” başlığıyla verilen haber şöyle başlıyordu:

Manhattan 40. Cadde üzerindeki Republic Bank Tower’da cuma öğleden sonrayı yaşıyoruz ve giderek derinleşen kış gölgeleri Sebt gününün yaklaştığını haber veriyor. Az sonra, dindar Yahudilerin iş yapmaları, herhangi bir çalışma içinde olmaları veya ata (hatta asansöre) binmeleri haram sayılacak. Edmond Safra da 24 saat boyunca kendini 50 milyar dolarlık bankacılık imparatorluğundan koparacak. Gerçi Sebt günü (Cumartesi) Safra asansör kullanıyor ama bu onun canını çok sıkıyor.” Safra’nın can sıkıntısı bizi Sombart’ın yazının başındaki değerlendirmesine geri götürüyor: “Yahudi için din, sadece bir kutsal günler meselesi değildir. Onun gündelik hayattaki bütün eylemleri din tarafından düzenlenir. Yahudi her davranışında, onun kendini küfre mi, salaha mı götüreceğini sorar.”

Edmond J. Safra, Suriye kökenli bir Yahudi bankerdi.

Edmond J. Safra, Suriye kökenli bir Yahudi bankerdi. Diğer meslektaşları gibi fazla aceleci değildi.

“Para kazanmak için çok acele ediyorlar” diyordu, “benim acelem yok. Bin yıl ayakta kalacak bir banka kurmak istiyorum ben!” Çocuğu olmayan Safra, bankaları için “Bunlar benim çocuklarım, benim hayatım” diyordu. Safra’yı ve kurduğu Para Cumhuriyeti’ni anlamak için Orta Doğu’nun Sefardik Yahudi cemaatine uzanmalıyız diyor Businessweek yazarları. Safralar nesiller boyu, büyük bir ticaret merkezi olan Halep şehrinin banker ve sarrafları idiler.

İsrail’in önde gelen hukukçularından ve Safra’nın bu ülkedeki şahsi temsilcisi Yigal Arnon, “Sürgündeki Yahudi cemaatlerinden hiçbiri, üyelerinin birbirine yakınlığı bakımından Halep’tekine benzemez, diyor. Sanki büyük bir kabile gibiler. Hep böyle oldular.

Derginin 53. sayfasında birbirini tamamlayan üç resim var: İlkinde Edmond Safra, kardeşiyle beraber İsrail başbakanı İzak Rabin ile poz veriyor; ikincisinde Ağlama Duvarı önünde dua ediyor; üçüncüsündeyse geleneksel Yahudi giysisiyle ibadete hazırlanıyor. Din, siyaset ve ideoloji bu iktisat imparatorunun hayatında iç içe geçmiş bulunuyor.

Tıpkı ünlü Yahudi banker Nathan Rothschild gibi. Bay Rothschild, sürekli beyaz eldivenler giyer ve “Kâfirler dokunmuştur” endişesiyle hiçbir kapının tokmağını bizzat çevirmezmiş. Bunun için yanında daima bir hizmetçi dolaştırır ve kapıları ona açtırırmış! Safra’nın en büyük üzüntüsü, Cumhuriyet’inin hiçbir zaman ABD’nin en büyük bankası hâline gelemeyeceği gerçeği.

Gerçi 1990 yılında Chase Manhattan Corp.’un hisselerini satın alabilecek güçteymiş; fakat Yahudiler, Yahudi olmayan bir ülkede en büyük bankaya sahip olmamalıdırlar. “Babam öğretti bunu bana. Brezilya’daki kardeşlerime de söyledim. Asla en büyük banka olmayın!”

Suriye’deki Yahudi cemaatine yardım etmeyi bir “görev” sayan Edmond Safra, son yıllarda 7000 Sefardik Yahudi öğrenciye burs vermiş. Dilinden düşürmediği ifade ise Baruç Haşîm yani “Tanrı’nın şanı ne yücedir!” İsrail-FKÖ anlaşmasını hayatının en mutlu olayı sayan Safra, 1990’dan itibaren İsrail’deki bankalara da ortak olmaya başlamış.

Büyüsüz dünyayı kâğıtpara büyüledi!
Nihayet

Safra Cumhuriyeti “portatif ana vatan”a bağlılık sayesinde serpilip gelişmiş. Sonra kendini “vadedilmiş ülke”nin genişletilmesine adamış. Safra’ya göre zaman düşman değil bir müttefiktir. “Bankacılık kitabı 6000 yıl önce yazıldı,” diyor, bankacılık “basit, aptalca bir iştir.” Bankacı hiçbir zaman büyük miktarda borç vermez. “Babam bana şunu öğretti: Eğer bir insana çok fazla miktarda borç verirsen, iyi bir insanı kötü bir insana çevirmiş olursun!”8

Edmond beş yıl sonra evinde (muhtemelen eşi veya Rus mafyası tarafından) öldürüldü. Kökü Osmanlı Halep’ine uzanan Safra hanedanının finansal numaralarının artı “dinî duyarlılığının” romanı yazıldı mı acaba?

1 Mustafa Özel: Kapitalizm ve Din, İstanbul: Ağaç, 1993, s. 18.

2 Age, s. 19.

3 R. H. Tawney, Religion and the Rise of Capitalism, 1926’dan Özel, s. 25.

4 Christopher Hill: “Protestantism and the Rise of Capitalism”, Capitalism and Reformation, ed. M. J. Kitch, London: Longmans, 1967. Özel, s. 25 ve 63.

5 G. Nur Bayer: “Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları ile Thomas Mann’ın Buddenbrooklar Romanlarında Aile ve Toplum Eleştirisi”, Erzurum: Salkımsöğüt, 2012, s. 10.

6 Thomas Mann: Buddenbrooklar, İstanbul: Can, 2009, s. 571-2.

7 Orhan Pamuk: Cevdet Bey ve Oğulları, İstanbul: Can, 2012, s. 18-20 ve 197-205.

8 Gary Weiss: “The Mystery Man of Finance”, Businessweek, 7 Mart 1994.