İnsanın insana ettiği
Her birinin aynı yaratılış süreci ile dünyaya farklı şartlarda teşrif etmesi, insanın her birinin kendi imtihanını birey olarak yaşamasının ve “hesap günü”nde eşitlenmesinin önünde engel değil. Bir diğer ifade ile aynı iradenin gücünün eseri olarak dünyaya geçici süre konaklamak üzere gelen insan, doğumundan itibaren kendi şartlarına ilişkin imtihanını yaşıyor ve yine kendi iradesinde olmayan bir sürenin sonunda hesap defteri ile birlikte asıl hesaplaşmaya kadar bekleme mekânına alınıyor.
Bireysel imtihan sürecinde bazı insanların yapmış olduğu iyilikler ve geride bıraktığı güzel şeylerden yarar görenler sebebiyle hesap defterine olumlu yüklemeler yapıldığı gibi başkalarına kötü örnek olacak ve zarar verebilecekler sebebiyle hesap defterine olumsuz eklemeler yapılan insanlar da var şüphesiz. Yani, geçici mekâna geçtikten sonra da insanın hesap defterine olumlu ya da olumsuz ilaveler yapılmaya devam ediyor. Doğum sonrası şartların insandan insana farklılaşması da bu durumu değiştirmiyor. Her ne şart altında ve konumda olursa olsun ya da farkında olunsun ya da olunmasın, insanın insana ettiği her ne varsa asıl hesabın gününü bekliyor.
Çöpler arasında doymaya çalışan ya da çocuklarına yiyecek bir şeyler arayan ile israf ettikleri ile çok sayıda insanın doyabileceği yiyeceklerin farkında olmayan da dünyaya teşrifleri bakımından aynı süreci yaşıyor. Biri belki herhangi bir tıbbi destek olmadan doğarken diğeri ise oldukça ehemmiyetle ve hatta doğum öncesi izlemelerle dünya yolculuğuna başlıyor. Ne birincinin ne de ikincinin bireysel tercihlerinin sorulmadığı bir dünyaya teşrif bu. Tıpkı, dünyanın hangi coğrafyasında, hangi anne babanın çocuğu, kimin kardeşi olacağı ve ten rengi ile cinsiyetini belirleme şansı olmadığı gibi. Tek ortak nokta, dünyada nefes almaya ve kendi iradesini kullanmaya başladıktan itibaren her birinin kendi şahsi imtihanını yaşaması. Ve en önemlisi de her birinin kendi şartlarına göre ve mutlak adalet terazisinde hesap görülecek günde eşitlenmesi. Kendi iradeleri dışındaki şartların insanın asıl hesap gününde hesabının ağırlığını belirleyecek olması inancı, insanı rahatlatan bir hakikat olsa gerek.
Zenginlik-fakirlik, yönetici-yönetilen, siyah-beyaz tene sahip olma, kadın-erkek ve gençlik-ihtiyarlık, yani özünde güç ve güçsüzlük insanın elinde değil. Tabii ki insan bunların bir kısmı için çabalar. Örneğin fakirlikten zenginliğe geçmeyi, yönetilen olmak yerine yönetime talip olmayı, güçsüzlükten kurtulup güce kavuşmayı arzu eder. Bu arzuları için de şüphesiz çabalarını sürdürür. Tüm bu çabalamalar esnasında da en yakınından başlamak üzere, farkında olmadığı çok sayıda hemcinsine de zarar verebilir. Kendisi bu zararların farkına varmasa da... Hatta, bu noktada bazı çabaların zararları, o insanın ölümünden sonraki bazı insanlara bile zarar verebilir. Atom bombası gibi nice güç gösterisi ya da zararlı çevre atıkları ile uzun yıllar tarım yapılamamasına sebep olma gibi örnekleri ve son dönemlerdeki sellerin sürüklediği dere yatağındaki yapılaşmaları örnek olarak alabiliriz.
- İnsanın kendi talebi ile gerçekleşebilecek en anlamlı özelliği ise ilimdir. Talep eden ve bu talebin gereklerini yerine getiren insanın cinsiyeti, yaşı, ten rengi, iletişim kurduğu lisan, bunların hiçbiri engel olmaksızın, ilim talep eden insanın çabaladığı alanda bilgisini artırması, uzmanlaşması ve bir adım daha ötesinde hakikate ulaşma bakımından bilgiden hikmete erişmesinin önünde engel kalmaz.
İlim sahibi insanın sahip olduğu bilgiyi insanlığa fayda ve zarar için kullanması da tabii ki mümkündür. İlimde ilerledikçe tevazudan uzaklaşan insanın kerameti kendinden görmeye başlaması kuvvetle muhtemelken, gittikçe mütevazı hâle de gelebilir. İlmiyle birlikte tevazusu artan insandan diğer insanlara bilerek ve kasıtlı olarak kötülük beklenmez. Buna karşılık, ilmi ilerledikçe tevazuyu kaybeden insanın güç ve kuvveti kendinden menkul görmeye başlaması ve bu bağlamda da diğer insanlara ve hatta gelecekte de dünyaya teşrif edecek hemcinslerine karşı küstahlaşması ve kötülük kaynağı hâline gelmesi neredeyse kaçınılmazdır.
İnsanı kötülüğe ve hemcinslerine karşı fütursuzca davranmaya yönelten en önemli şey, tek kelime ile özetlenecek olsa idi, bunu “güç” şeklinde ifade etmek sanırım en doğru tanımlama olurdu. Cinsiyetine, ten rengine, ilmine, yönetici pozisyonuna, gençliğine, parasına ve konumuna göre güç elde eden insan, kendisinden daha az güçlü gördüklerine etmediğini bırakmıyor. Bazen inanç değerlerinden, bazen örf, âdet ve geleneklerden bazen de insanın kendi koyduğu kurallardan kaynaklanan bu güçlü olma güdüsü ve bunu diğer insanlara yönelik kötülük aracı olarak kullanma arzusu, insanlık tarihi boyunca devam ediyor. Muhtemelen asıl hesap gününe kadar da devam edecek.
Sahip olduğu gücü sadece hemcinslerine karşı bir gövde gösterisine dönüştürmekle sınırlı kalmayan insan, bitki, hayvanlar ile dağa taşa karşı kanıtlama çabasından da geri durmuyor.
Çoğu, insanlık yararına yapılan bu tür müdahalelerin, zamanla insanın insana ettiği olumsuz sonuçlara evrildiği ise asırlar sonra yaşayan insanlar tarafından müşahede ediliyor. İnsan, kendisinden asırlar sonrasında yaşayacak insana da kötülük etmeyi becerebiliyor yani. Hatta bu zararlar sonraki yüzyıllarda bitki ve hayvanları da etkileyebiliyor, bir kısmının neslinin tükenmesine yol açabiliyor
Gücün kullanıldığı en sembolik konum, yöneticilik pozisyonu olsa gerek. Şirket, kurum ya da ülke yönetimlerinde yönetim gücünü kullanan insanların karar ve uygulamaları ile insan başta olmak üzere her türlü canlı varlıklar ile doğal kaynaklar ve tabiata etkide bulunduklarını, bu etkilerin kendilerinden sonra doğacak insanların hayatını da etkileyeceğini unutmamaları gerek. Tam bu noktada sadece yönetim gücünün değil, yönetim tarz ve uygulama örnekliklerinin de insanın insana ettiği bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini hatırlatmak yerinde olur.
Söylem ve eylemleri arasında uyumsuzluk olan, hak ve hakikatten dem vurup haksızlıklar karşısında suskun kalan, adaletin tesisi yerine haksızlık ve adaletsizliklere kapı aralayan, kişiye göre tavır takınan, ehliyet ve liyakati değil ne pahasına olursa olsun sadakati önemseyen, istişareyi basite indirgeyen ve danışmanlarını sadakat ilkesine göre belirleyen, uzman görüşleri yerine taraftar görüşlerini öne çıkaran, özetle popülist bir tarzı benimseyen yönetici olarak insanın insana ettiklerinin kalıcı etkilerini bugün dünya coğrafyasının önemli bir kısmında görebiliyoruz.
Sadece bugün değil, insanlık tarihinin geçmişinde ve muhtemelen geleceğinde de ta ki asıl hesap gününe kadar hangi konuda olursa olsun kendinde güç vehmeden ya da toplumsal algıda güçlü olarak kabul gören insanın insana ettiklerini yaşamaya devam edeceğiz.
Gökdelenler arasında yıldızları görememek, toprağı tutan ağaçların kesilmesi sonucunda sele kapılmak, fakirlik sebebiyle dere yatağında yaşamak durumunda iken boğulmak ya da sahip olduğu en basit eşyalarını dahi kaybetmek, havaya salınan zararlı gazları solumak zorunda kalmak, ekolojik dengedeki bozulmaların sonucunda sağlığını kaybetmek ve bunlara ilave edilebilecek yüzlerce, belki binlerce olgunun her biri, insanın insana ettiklerinin ve özellikle de gücü kullanan yöneticilerin eseri. Yöneticinin mazereti belki kendisini ikna edebilir, ancak asıl hesap gününde ne denli geçerli olduğu tartışılır. O sebepledir ki, doğuştan ya da sonradan edinilmiş her türlü gücü kullanan insanın hemcinslerine ettiklerini düşünerek adım atması ideal olandır. Ancak gücü artan insanın ideali azalmakta gibi duruyor.
Bu hâl aileden başlayıp devam ediyor. Anne ve babalar öğretici olmak ve rehberlik etmek yerine evlatlarının sahipleri gibi konumlanmakta; abla ve abiler güçleri nispetinde kardeşlerini hırpalamakta ve çoğunlukla miras konusunda da sarsmaya devam etmekte ya da bazen anne babanın koruması altındaki küçük çocuklar miras paylaşımında güçlerini devreye sokmakta; patron işe muhtaç çalışanın emeğini sömürmeyi piyasa şartlarını bahane edip kendisine hak olarak görebilmekte, çalışan aldığı ücretin hak ettiğinden az olduğu gerekçesi ile çalışma zamanından çalmayı hak ettiğini düşünmekte; bahçesinde gösterdiği temizlik hassasiyetine karşın sokak ya da komşunun bahçesine çöpünü atmaktan kaçınmamakta insan. Ve tüm bunları yapan insan, en yakınından başlamak üzere tüm insanlığa ne yaptığını ya düşünmemekte ya da düşünmek bile istememekte. Hızlı bir yol alışla arzu ve heveslerini tatmin etme yarışındaki tüm insanlar da gittikçe duyarsızlaşmakta.
Açlık ve susuzluktan ölen, çöplüklerde yiyecek bir şeyler arayan, çevre tahribatı sebebiyle hastalanan, sakat kalan ve nihayet yaşamını yitiren, ölmekten kaçıp hayatta kalabileceği yerlere göç eden, sığınmaya çalışan ve oralarda da kötü muamele gören, sadece ırk, ten rengi ya da etnik idiyeti sebebiyle horlanan, dışlanan ve daha nice örnekleri ile insan, hemcinsi olan insanın kendisine ettiğinin eseri olarak insanlık tarihinin her döneminin konusu olmaya devam ediyor. Bazen sadece birer istatistik, bazense sadece birer araştırma konusu. Bazı insanlar ise bu konuları konuşmakla tatmin oluyormuş gibi ekranlarda arz-ı endam eylemekte. Bu tür programları hangi duygu ve düşüncelerle yapıyor ise, farkında olsun ya da olmasın, o insan da büyük hesap günü için kendi hesap defterine yazdırmakta.
Geçici mekânı olan dünyayı kalıcı gören ve dünyada sahip olduğu doğuştan ya da sonradan her türlü güce tapınır hâle gelen insan, en yakınından başlamak üzere diğer insanlara dünyayı dar ettiğinin ne kadar farkındadır acaba?
En yakın çevremizden tüm dünyaya baktığımızda, insanın diğer insanlara ettiklerinin çok da farkında ve umurunda olmadığı cevabını vermek sanırım yanlış olmaz.
İnsanın insana ettiklerinde dengelenme sağlanamamasının temel sebeplerinden birisi de güç insandan insana el değiştirdiğinde önceki dönemlerden kendi alacaklarını tahsil etme anlayışı olsa gerek. Bir diğer ifadeyle önceki dönemde kendisine yapılan haksızlıkların rövanşını alma anlayışı kısır bir döngü içinde insanın insana ettiklerinde aktörlerin rollerini değiştiriyor sadece, değişmeyen ise insan, kendi hemcinsleri tarafından yapılanlar yüzünden rahat ve huzur göremiyor.
Kendi hırsları da buna fırsat vermiyor. Güç dengesi değiştiğinde insan insanı ötekileştiriyor ve kendi yaptıklarını hem kendi vicdanına hem de topluma karşı meşrulaştırma çabasını artırıyor.
Ötekileştirmenin arttığı, kendisine reva görülenlere karşı güç elde edildiğinde kendi yaptıklarını meşrulaştırma eğiliminin çoğaldığı, güç dengesi değiştiğinde adalet taleplerinin ötekileştirilen kesimlerde arttığı her durumda güçlü insanın diğer insanlara ettiklerinde kendi vicdanını meşrulaştırmasında en temel araç ise küçük iyiliklerle arınma çabası olarak karşımıza çıkıyor. Bu bağlamda, arınma anlayışının çok yanlış biçimde kullanıldığı inanç ve kültürel değerlerin, insanın duyarsızlaşması ve umursamaz olmasında ne kadar etkili olduğunun müzakeresi bu bağlamda özel bir değerlendirmeyi hak ediyor sanırım.