İmroz’un hikâyesi
Anlatacaklarımın çoğu imroz’a ilk gidişimde aldığım notlardan. Tatilden uzak bir tatil sunduğu, sakin bir hayatın içine davet ettiği, telefonlardan, yoğunluktan, stresten, trafikten uzak, sadece kendi hikayesini anlatan mekanlara davet ettiği için adaya heryıl gelmeye devam ettim. Burası kekik kokusu, keçileri, ilerleyen yaşına, nice acıları görmesine rağmen hala eğlenmenin, mutlu olmanın kendince yolunu bulan, o yolu kaybetmeyenlerin yurdu.
Kabatepe’den bindiğim feribotun İmroz’a yani Gökçeada kıyılarına varması iki saati buluyor. Türkiye’nin en batı noktasına ulaşmak kolay değil. Feribot masmavi suları aşarken, serin rüzgârlar yüzüme vuruyor. Adaya ayağımı bastığım an, ufak bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Gökçeada’nın merkezi “herhangi” bir yer gibi geliyor. Öyleyse “Neden buradayız?” sorusunu soruyorum. Ama bilmiyorum ki bu adaya daha çok kez geleceğim. Tatilleri iple çekip, her fırsatta soluğumu orada alacağım… Dolayısıyla bu “nedeni” daha sonra çok iyi anlayacağım.
Limana yaklaşan feribottan inip, adanın ilk alametifarikalarını duymaya başlıyorum: Kesifleşen bir kekik kokusu, kendine has bir sıcak, yakmayan, ruhumuzu ısıtan bir hava. Derken zeytin ağaçlarının içinden geçmeye başlıyoruz. Uçsuz bucaksız zeytinlikler… Bizim buradaki durağımız ise bir Rum köyü olan Tepeköy. Bugün de Türk nüfusunun çok az olduğu köylerden biri. Mimarisinden de bunu anlayabiliyoruz. Köye girişte bizi bir engel karşılıyor. Köyde oturmayanlar içeriye araçla giriş yapamıyor. Neyse ki torpilliyiz ve kapının anahtarı elimizde. Ancak anahtarımız olmasa da o sokaklardan yürüyerek geçsek bir şey kaybetmez, kazanırız.
İlk dikkatimi çeken yan yana sıralanmış Rum okulları. Karşılarında “Ne Mutlu Türküm Diyene” yazılı Atatürk büstü yer alıyor. İster istemez yeniden soruyorum: Neden? Tavernaların önünden, köyün meydanından ve kahvesinden geçip bir Rum evinin kapısına doğru yürüyoruz. Yanımızdan anlamadığımız bir dili İlk konuşan çocuklar geçiyor. Beş altı yaşlarındalar ve anlaşılan o ki çok eğleniyorlar. İçeri girdiğimizde ise taş evin serinliği üstümüze çöküyor. Sonraki birkaç saat Rumcanın melodik bir dil olduğunu fark ediyorum. Ahşap tavan altında dinlenirken komşuların tatlı atışmalarını duyunca sohbetlerine ortak çıkıyorum: Çoğunluğunun yaşı geçkin. Gençler adada uzun kalmıyor. Bazıları kışları Yunanistan’da veya İstanbul’da oluyormuş. Yaz ayları ise onlar için memleketleri olan Gökçeada’ya dönme zamanı... Okullar tatil olduğu gibi soluğu burada alıyorlar. Tüm yıl köyde kalanlar, “Yazlık belde diye kışların çetin geçmediğini düşünmeyin” diyor. Geçen aralıkta evlerin kapıları kardan kapanmış. Merkez uzak, köyde bakkal bile yok, “İhtiyaçlarınızı böyle zamanlarda nasıl karşılıyorsunuz?” diye soruyorum. Köy halkı birbirine sürekli yardımcı oluyormuş. Daha sonra anlıyorum ki bal yetiştiren balını, balık tutan balığını komşusuyla paylaşıyor. Aralarında sürekli bir değiş tokuş var. Herkes birbirini kolluyor. Küçük hayatlarında herkesin bir rolü var. Örneğin içlerinden biri ağaçlardan sorumlu âdeta. Adanın dört bir yanındaki ağaçları aşılıyor. Peki ondan sonra bu aşılama görevi kimin olacak? Acaba bir vârisi var mı, şüpheye düşüyorum. Her türlü mutlu, her türlü eğlenceli, her anlamda rahatlar. Küçük ve sakin bir yaşam sürüyorlar, bu da onlara yetiyor. Belki de çok tanıdık bir his bu, bazılarımız için.
Pınarbaşı’na çıkıp, adanın sonsuz görünen denizini seyretme zamanı. Kayalık bir tepenin üstündeyiz. Aşağıda küçük bir şapel var. İsevî dervişler bu şapeli zaman zaman kullanıyormuş veya bu benim hayalimde mi canlanıyor, hatırlamıyorum. Ama keçilerin güçlükle tırmandıkları tepeden denizi izlemek ruhumuzu arındırıyor, bundan eminim.
Buraya geldiğimizde mutlaka yapmamız gerekenler var. Örneğin Tepeköy’deyken Vassilis Bey’in tatlısını yememiz gerekiyor. Sonra da eski köyleri gezmek: Kaleköy, Bademli, Dereköy, Zeytinli…
Adada yedi eski yerleşim birimi var. Bunların birçoğunun sosyal yapısı 1960’lı yıllardan Kıbrıs Barış Harekatı’na giden süreçte hızlı biçimde değişmiş.
Adanın kültüründe ise “birlikte yaşamak” var. İmrozlu mimar Giannakis Yannis adanın tarih boyunca Persler, Romalılar, Cenovalılar ve Osmanlılar tarafından fethedildiğini ancak bu devletlerin yerli halkın kendi kültürüne saygı gösterip onlarla beraber yaşadığını söylüyor: “Bu süreçlerde İmrozluların çalışkanlığı yanı sıra, barışçıl bir halk olması, kolay uyum sağlayan ve uzlaşmacı yapısı önemli bir faktör olarak rol oynadı. Ada halkının tarihi yazgısı, başkalarıyla bir arada yaşayabilmek ve hayatta kalabilmek için binlerce yıl boyunca zorlu ve kolay değişebilen sosyopolitik koşullara uyum sağlamasını şart koşuyordu.”
Kaleköy, adanın eski ve deniz kenarında olan tek köyü. Diğer köyler 17. yüzyılda Ege’de yoğunlaşan korsan saldırılarından korunmak için tepelik bölgelerde yerlerini almış. Kaleköy ise adından anlaşılacağı üzere belki de kalesi olduğu için kendini koruyabilmiş. Buraya gelip, Yıldız Koyu’na uğramamak, Mustafa’nın Kayvesi’nde soluklanmamak, uzaktan da olsa Semadirek’i izlememek olmaz. Ama Bademli’ye de uğramamız gerekiyor. Sarp yollardan geçerek vardığımız Bademli’ye ulaşır ulaşmaz “Bu yollar karda kışta nasıl geçiliyor” diyorum. Tabii köyün güzelliğini görünceye kadar…
Burada âdeta bir film setinde hissediyorum kendimi. Tüm yapılar korunmuş, bahçeler bakımlı, pencereler rengârenk. Aklıma Kazancakis’in unutulmaz karakteri Alexis Zorba geliyor. Sanki Zorba bir yerden bakıyor bize ve “Çok güzel, yeşil bir taş buldum. Hemen gel” diyecek.
Şimdi sırada Zeytinli var. Âdeta turistler için yaşayan bir köy... Onlarca kafe ve kahvehane var. Bu nedenle adanın en turistik yeri. Madam’ın kafesinde dibek kahvesi içmeden dönmek ayıp sayılırmış, öyle diyorlar. Ben isetüm turistleri aşıp köyün en ücra sokaklarında gezmeye başlıyorum. Tabii keçileri takip ederek. Bahçesine yeni yıkadığı çamaşırları asan teyzelerin, yemek hazırlığı yapan gençlerin, akşam sakinliğinde ötmeye başlayan kuşların yanından geçiyorum. Adanın hikâyesini bir de onlardan dinliyorum.
Dereköy ise adanın diğer ucunda... Bugün terk edilmiş olan Dereköy, 1980’lere kadar ülkenin en kalabalık köyüymüş. Yüzlerce yıllık kocaman çamaşırhanesine bakınca zaten bu anlaşılıyor. Köyün terk edilmiş olmasının acı bir hatırası var. 1960’lı yıllardan 1980’lere giden süreçte Kıbrıs’ta yaşananlar nedeniyle adaya yönelik politikalar değiştiriliyor. Bölgeye nakledilen bir yarı açık cezaevi bunun sonuçlarından. Dereköy’ün hemen altına açılan bu cezaevinden akşamları çıkan mahkûmlar, köyün sosyal yapısının bozulmasına neden oluyor. Yerli halkın anlattığına göre köyde o güne kadar yaşanmamış suçlarla karşılaşılıyor. Halk çareyi köyü terk etmekte buluyor. Daracık sokaklar birbirini izlerken kendi hâline bırakılmış nice ev görüyorum. Camlardan içeri baktığım, kırık kapılardan girdiğimde sanki buralardan alelacele bırakılıp gidilmiş olduğu izlenimini ediniyorum. Kim bilir kimin eviydi, kimler kaldı, tabaklarını, güzel mobilyalarını kim geride bırakmak zorunda kaldı? Evlerin, taşların, kapıların dillerini çözmeye başlıyorum. Bu terk edilmiş köyü gezmek isteyenleri karşılayan tek açık mekân köyün kahvesi. Orada da bana, bakın şu çeşmeden mutlaka su için diyorlar, anlatılana göre buranın suyunu içen mutlaka köye geri gelirmiş ama hayırlı bir nedenle ama hayırsız. Birkaç da satılık ilanı var. Kim terk edilmiş bir köyde yaşamak ister?
Peki şimdi Gizli Liman’a mı gitsek, Laz Koyu’na mı, Kefelos’a mı? Hayır, biz Kefelos’tan Uğurlu’ya giden yolda devam edip haritada bile yer almayan küçük koylarda duralım. Kaya mezarlarına uğramak da işlerimizden biri. Bizi karşılayan yine küçük, kendi hâlinde bir şapel ve onu takip eden tamamen yıkık bir yerleşim. Kekik kokuları ciğerimizi doldururken keçiler yeniden bize yol gösteriyor. Uçsuz bucaksızlığa karşı oturuyoruz.
Burayı karış karış gezip ruhumu yoran her şeyden uzaklaştıktan günler sonra dönüş yoluna geçiyorum. Birkaç yıl sonra aynı yolda bir sürpriz karşılayacak beni: Adadan Kabatepe’ye geçen feribotta, Zeytinli Köyü’nün yerlisi olan Rum Ortodoks Kilisesi’nin Ruhani Lideri Bartholomeos’a rastlayacağım. Neredeyse tebdil-i kıyafet içinde olacak. Feribottakilerin çoğu da kim olduğunu ya bilmiyor ya da anlamamış... Hemen arka koltuğumuza yanındaki birkaç kişiyle oturunca selam vermeden edemeyeceğim. Hoş sohbet biri olduğunu anlayacağım. Bana adayı sevip sevmediğimi, İstanbul’da nerede oturduğumu, Kuzguncuk’u soracak. Sonra da cebinden siyah bir bileklik çıkarıp hediye edecek. Bir hatıra fotoğrafı da çektirmeden olmaz, diyeceğiz.
Yani “Neden buradayız?” sorusunun cevabını aldım: Benim gibi gidecek bir taşrası olmayanlar büyükşehirde ne kaybettiyse Gökçeada’da buluyor. Anlattıklarımın çoğu oraya ilk gidişimde aldığım notlardan. Tatilden uzak bir tatil sunduğu, sakin bir hayatın içine davet ettiği, telefonlardan, yoğunluktan, stresten, trafikten uzak, sadece kendi hikâyesini anlatan mekânlara davet ettiği için adaya her yıl gelmeye devam ettim. Burası İmroz. Kekik kokusu, keçileri, ilerleyen yaşına, nice acıları görmesine rağmen hâlâ eğlenmenin, daha doğrusu mutlu olmanın kendince yolunu bilen, o yolu kaybetmeyenlerin yurdu.