Heykeller ve çakıl taşları din eğitiminin gerçeklik sorunu üzerine
“…Karşılıklı neler öğrenmedik sınıfta Çevresini ölçtük dünyanın Hesapladık yıldızların uzaklığını Orta Asya’dan konuştuk laf kıtlığında Birlikte neler düşünmedik Burnumuzun dibindekini görmeden Bulutlara mı karışmadık Güz rüzgârlarına dökülmüş Hasta yapraklarına mı üzülmedik Serçelere mi acımadık kış günlerinde Kendimizi unutarak.” “Çocuklarım“/Rıfat Ilgaz
Bir Almanya seyahatinde Potsdam’a New Palace’ı gezmeye gitmiştik. Fakat sarayı rehberle gezdirdikleri için bizden önceki grup çıkana kadar dışarıda beklememiz gerekiyordu. Biz de ailecek sıramızın gelmesini beklerken Barok dönemin Prusya’daki son sembolü olarak görülen sarayın hayranlık uyandırıcı dış duvarlarını incelemeye koyulduk. Biraz sonra kızımı da bu temaşaya davet ettim. “Şu heykellere baksana kızım.” dedim. “Ne kadar da incelikli bir işçilikle oyulmuş.” Fakat sekiz yaşındaki kızım oralı bile olmadı, çünkü sarayın bahçesindeki çakıl taşlarıyla oynamakla meşguldü. Kırmızı renkli bir su şişesinin kapağına bahçeden topladığı minicik çakıl taşlarını özene bezene koyuyor, sığmayanları cebine iliştiriyordu. Aslında hepimiz taşlarla ilgileniyorduk. Ama iki taşın değeri arasındaki fark, -yine taşı ölçü birimi olarak alacak olursak- dağlar kadardı. Anın etkisiyle “Ah çocukluk!” dedim ve kendimi sarayı bırakıp kızımı izlerken buldum ve tabii düşünürken… İnsanların görmek için onca yolu geldiği, bilet alıp sıra beklediği sergi, değeri paha biçilmez olan iki yüz altmış senelik bir sanat eseri bir çocuğun gözünde çakıl taşı kadar olamadı. Bu, biz yetişkinlere ne söyler?
Şüphesiz bu soruya kolaylıkla cevap verenler çıkacaktır. Hatta bazılarımıza göre soru bile abestir. Nihayetinde muhatabımız bir çocuktur. Herkes bilir ki, çocukların zihinsel becerileri tam olarak gelişmemiştir, akıl yürütme becerileri zayıftır. Tecrübeleri oldukça sınırlıdır, bu yüzden yetişkin denetimine, yönlendirme ve müdahalesine muhtaçtırlar. Üstelik çocuk için oyun, hiçbir yer, zaman ve koşulda ertelenemeyecek kadar ciddi bir iştir.
Bir çocuğun heykeller yerine çakıl taşlarıyla ilgilenmesinde şaşılacak hiçbir şey yoktur. Bırakalım taşları, çocuklar insanlar konusunda bile makul değildir. Bir çocuk için bir oyuncakçı bir kraldan daha önemlidir.
Peki ya çocuğumuzun heykeltraş olmasını istiyorsak? O halde yapılacak iş bellidir. Evimize küçük heykeller alabiliriz. Heykellerin olduğu müzelere, meydanlara gidebilir, çocuğumuzun da bize eşlik etmesini isteyebiliriz ama en iyi yöntem yetişkinler olarak heykel yapmayı, hiç değilse heykellerle ilgilenmeyi alışkanlık hâline getirmemizdir. Zira evinde yontulmuş hiçbir şey yokken çocuğun heykeltraş olmasını beklemek gerçekçi değildir. Elbette ailesi heykellere hayranlık duyan bir çocuk bu sanata duyarsız kalmayacaktır. (Çocuk heykeltraş olmaya zorlanmıyorsa tabii.) Yine de heykelle kuvvetli bir ilişkimizin olması çocuğumuzun heykeltraş olacağını garanti etmez. Bunu sadece umabiliriz.
Çocuklarının ileride dindar bir yetişkin olmasını arzu eden çoğu ailenin durumu buna benzer. Dindar aileler dinî konularla ilgilenir, ibadetlerini yerine getirmeye gayret ederler. Çocuklarına dinî esasları öğretmeye, onlara örnek olarak ahlaki değerleri benimsetmeye çalışırlar. Gündelik hayatlarını dinî emir ve yasaklara göre şekillendirir, çocuklarını camiye, Kur’an kurslarına ya da dinî eğitim temelli okullara gönderirler. Ve nihayet yetişkin olduğunda çocuklarının dindar bir insan, abid ve salih bir kul olmasını umarlar. Çünkü bilirler ki din, hayatın anlamını inşa eden en değerli tecrübedir ve çocuk henüz onun kıymetini bilecek yaşta değilse de ileride kutsalın değerini görecektir. “Salt maruz kalma etkisi”dir bu aynı zamanda. Yani aşinalık beğeni ve ilgiyi doğurur. Buraya kadar sorun yok. Nihayetinde heykelle hiç ilgilenmeyip çocuğunun heykeltraş olmasını talep eden bir aile yok karşımızda. Peki sorun nerede? Gerçeklik sorunu derken neyi kastediyoruz?
Zorunlu hatırlatma: “Ben dostum”
Din eğitiminin gerçeklik sorununu görmek için kavramlara duygusal değil olgusal bakabilmemiz gerek. Bunun bizim gibi kültürlerde çok kolay olmadığını söylemek zorundayım zira dinî eğitime ilişkin en ufak bir eleştiri, dinin eleştirisi olarak görülebiliyor. Genel olarak çoğu kavrama/olaya olgusal bakmakta zorlanıyoruz fakat Türkiye’nin din ve din eğitimi konusunda o kadar travmatik bir tarihi var ki, bu tecrübeden sonra iyi niyetli de olsa eleştirel her yaklaşım, “kazanımların tehdidi” gibi görülüyor. Dinî eğitimin yöntemi konusundaki eleştiri ve öneriler, -direnç gösterenler azımsanmayacak kadar çok olsa da- önemli ölçüde kabul görmeye başladı. Fakat yine de içerik ve din eğitiminin yaşı konusunda eleştiri getirenler, dini terakkiye mâni olarak görenlerin ekmeğine yağ sürmekle, sekülerlerin diliyle konuşmakla itham edildiğinde konuşmak çok zorlaşıyor. Hele bu eleştiriler ucundan kıyısından bile devlet politikalarına dokunuyorsa vay halimize. Dipnotsuz konuşmak imkânsızlaşıyor. Cümleye “Benim babaannem de başörtülüydü.” diye başlayan seküler gibi, “Ben de dindarım, bunu dindar Müslüman kimliğimle söylüyorum.” derken buluyor insan kendini. Hasılı din eğitiminde gerçeklik sorunu, dinî eğitim eleştirilerine gerçekçi bakıştan yoksunlukla başlıyor aslında. Fakat şimdilik tarihimizi, yani travmalarımızı ve korkularımızı paranteze alalım ve okuyucunun olgusal bakma yeteneğinin gelişmiş olduğunu, yazarın durduğu yeri ve niyetini anladığını varsayalım. Heykeller ve çakıl taşları da hatırımızdaysa artık gerçekliğimizi konuşabiliriz.
Bebeğe bulgur pilavı yedirmek
İlk sorun, din eğitiminin zamanlaması ve dolayısıyla içeriğine dair. Çocuğa neyi ne zaman öğreteceğimiz konusunda hâlâ tam olarak doğru bir yöntem bulmuş değiliz. Örneğin okul öncesi dönemde din eğitimi toplumun oldukça geniş bir kesimi tarafından talep görüyor. Arz mı talebi doğurdu, talep mi arzı bilinmez, ama sıbyan mektepleri ve özel anaokullarında verilen din eğitimi oldukça popüler. Diyanet İşleri Başkanlığının 4-6 yaş grubu için düzenlediği Kur’an kursları da bu talepten nasibini almış durumda. Öyle ki 2022 Eylül’ünde Başkanlık tüm kurslarda uygulanmak üzere hazırladığı öğretim programını yürürlüğe koydu. Her ne kadar programın girişinde çocukların “ilgi, ihtiyaç ve beklentileri göz önünde bulundurularak hazırlandığı” ifade edilse de müfredat içeriğine, yani kazanımlara baktığımızda okul öncesi dönem çocuğunun birçok gelişim özelliğinin ihmal edildiğini görüyoruz. İşte din eğitiminin en büyük gerçeklik problemi burada başlıyor. Özel olarak bir kurumun müfredatını ele almak gibi bir amacımız olmadığı için, yazının bundan sonraki seyrini din eğitiminde ilgi ve ihtiyacın ne olduğu üzerinden devam ettirmek istiyorum. Fakat yardımınıza ihtiyacım var.
Hadi, dört yaşında olduğumuzu hayal edelim. Boyumuz masadan biraz uzun. Göz hizamız bir metre kadar. Yani eğer sesiyle dikkatimizi çeken bir uçağa bakmak için başımızı göğe kaldırmamışsak bir sarayın upuzun sütunlarını süsleyen heykelleri göremeyecek kadar kısayız. Hâlâ göz yakmayan şampuanlarla yıkanıyoruz. Grameri doğru kullanmaya henüz bu sene başladık. Okuma yazma bilmiyoruz ama bazı harfleri tanıyoruz. Çizgi film kahramanlarının gerçek olduğunu sanabiliyor, “Babamın yirmi beş arabası var.” diyen arkadaşımıza inanabiliyoruz. Canavarlardan çok korkuyoruz. Bazılarımız hâlâ anne babasıyla yatıyor. Laf aramızda, bazılarımız gece altına kaçırıyor. Resim yapmaya bayılıyoruz. Birçoğumuzun resminde kafadan bacaklar çıkıyor. Boyun diye bir şeyin olduğunu bilmediğimizden değil, insan çizerken boyun çizmeyi akıl edemiyoruz henüz. Sonra bir gün annemiz elimizden tutuyor ve bir okula götürüyor. “Orda çok güzel resimler yapacaksın. Çok da güzel şeyler öğreneceksin.” diyor. Ondan asla ayrılmak istemiyoruz. “Korkma,” diyor, “ben de seninle geleceğim.” Sonra annemiz bir sınıfa, biz bir sınıfa gidiyoruz. Bazılarımızın annesi yok. Sadece kendisi gelmiş. Öğretmenimiz çok tatlı. Oyun hamurları, resim kâğıtları veriyor bize. Oyunlar oynuyoruz. “Vay canına, annem de yan sınıfta oyun hamuru oynuyor!” diye şaşırıyoruz. Bir süre sonra öğretmenimiz “Bizim dinimiz İslam.” diyor. “Tekrarlayın bakalım, neymiş?” “Dinimiz İslaaam.” diye bağırıyoruz hep bir ağızdan. “Biz Müslümanız.” diyor. “Neymişiz?” “Müslümanıııız.” Hiçbir şey anlamıyoruz. Ama çok da sorun değil. Bunu söylediğimizde dedemiz çok mutlu oluyor. Babaannemiz sevinçten ağlıyor. Hele sure diye bir şey var. Onu okuduğumuzda ceplerimiz çikolata doluyor. Henüz okuma yazma bilmiyoruz ama artık Kur’an okuyabiliyoruz. Biraz zorlandık ama olsun. Bize pasta kestiler. Annemizin de aynı kursta Kur’an öğrendiğini öğreniyoruz. Meğer onlar oyun hamuruyla oynamıyormuş. Aramızdan bazıları “E madem anne olunca da öğrenebiliyorduk, şimdi neden o kadar ödev yaptık?” diye soruyor. Annelerimiz “Olsun,” diyor, “senin yaşında olması çok daha önemli.” Önemli ne demek bilmiyoruz. Ama yetişkinler çok sık kullanıyor.
Din ne demek, onu da bilmiyoruz. “Kutsal kitabımız Kur’an” diyorlar, “kutsal” ne demek bilmiyoruz. “Allah” diyorlar sürekli. Biz de “Rabbimiz Allah” diye tekrar ediyoruz. “Allah vardır ve birdir.” 1 rakamını görünce “İşte Allah!” diye bağırıyor bazılarımız. Bazılarımız Allah’a bayılıyor, öpücük atıyor. Bazılarımız “Allah nerde, bence yok.” diyor. Bazılarımız Allah’tan çok korkuyor, ama bunu hiç söyleyemiyor. “Hiç Allah’tan korkulur mu, o bizi çok sever.” diyor öğretmenimiz. “Bizi korur, dualarımızı kabul eder.” “Ben geçen gün düştüm, beni neden korumadı, beni sevmiyor mu o zaman?” diye ağlıyor bazılarımız. Bazılarımız “Ben artık Allah’ı sevmiyorum.” diyor “Çünkü kuşum öldü.” Bazılarımız “Hani bizi duyuyordu, asansörde telefon bile çekmiyor.” diyor. Bazılarımızsa hiç soru sormuyor. Tüm dua ve sureleri ezberliyor. Hepimiz farklı farklı anlıyoruz her şeyi. Sadece bazımız söylüyor, bazımız hiç söylemiyor. Ama hepimiz ne söylenirse tekrar ediyoruz. Videolarımızı paylaşıyor yetişkinler. Öğretmenlerimiz çok gururlu. Dedemiz, ninemiz çok gururlu. Dualar ediyorlar bize. Anne babamız sevinçten havalara uçuyor. Çünkü artık heykellerle ilgili bir sürü şeyi ezbere biliyoruz.
Evet, bakmayın hayal edin dediğime, gerçeklik tam olarak böyle işliyor. Aslında tüm bu süreç, çocuktan çok yetişkinin anlam dünyasına hitap ediyor. Yani aslında çocuğun değil yetişkinin ilgi ve ihtiyacını karşılıyor. Oysa çocuğun bu dönemdeki din eğitimine ilişkin tek ihtiyacı anne babasının dindarlığına, güzel ahlakına şahitlik etmek. Fakat biz dört yaşındaki çocuğumuz heykellerle ilgili konuşsun istiyoruz.
Elimizde okul öncesi dönemde kurumsal din eğitimi alan bir çocuğun ileride daha dindar olduğuna dair hiçbir boylamsal araştırma yok. Ama zaten araştırmalarla da ilgilenmiyoruz.
Çocuğun bazı şeyleri ezberleyebiliyor olması yetiyor bize. Üstelik bunu yaparak heykellerle ilgili bir sürü işten de önemli ölçüde kurtuluyoruz. Taşeron bir kurum olarak kurs/anaokulu birçok sorumluluğumuzu devralıyor zira. Artık çocuğumuzu alıp bir müzeye götürmek zorunda değiliz. Evde heykel yapmak zorunda değiliz. Heykellerle ilgili konuşmak zorunda değiliz. Çocuğumuz her şeyi henüz aklı bile ermezken ezbere biliyor çünkü. Üstelik öyle yaygınlık kazanıyor ki uygulama, neden diye sormaya gerek bile duymuyoruz. “Neden şimdi çocuğa Allah’ı anlattık?” Kimimiz “Erken çocukluk çok önemli” diyor. “Çok kritik bir dönem bu.” “Peki, bu dönemde yanlış bir söylem de çok kritik bir hata olmaz mı?” sorusuna cevap yok. Çocukların düşünme biçimi hakkında bir farkındalığımız yok çünkü. Antropomorfizm ile hiç ilgilenmiyoruz.
Kimimiz Batı’da kiliseye bağlı anaokullarını öne sürüyor, eğitim içeriğini hiç bilmeyerek ve en önemlisi Hristiyanların tanrı inancıyla İslam’ın tanrı inancının farklı olduğunu unutarak. Kimimiz “Bu dönemde çocukların dinî konularla ilgili soruları oluyor.” diyor, oysa o sorular bizim yanlış zamanda yanlış şeyleri söylememizden doğuyor zaten. Kimimiz “Çocuk öğrenebiliyor ne güzel, daha erken çocuklukta din ile ilgileniyor. Daha ne olsun.” diyor. Hele buna dindarlığın artacağı korkusuyla, gericilik, irtica başlıklarıyla karşı çıkanları görünce kendi safımızdan çok daha emin bir şekilde hiza alıyoruz. Kemalist ideolojinin tam karşısına yeni bir ideolojik görünürlük olarak Kur’an okuyan çocuğu koyuyoruz, “Aileyi yıkmaya çalışanlara inat işte İslam’ın ailesi” diyerek ikna ediyoruz kendimizi. Oysa biraz düşünsek, 4 yaşındaki bir çocuğun ezbere imanın şartlarını sayması ile DNA’nın nükleotidlerini sayabilmesi arasında hiçbir fark yok. Eğer yeterince tekrar edersek dört yaşındaki bir çocuk adenin, timin, guanin ve sitozini ezbere sayabilecektir. Fakat “DNA nedir? Ne işe yarar?” desek bunu anlatamayacak, kalıtım ve genetik bilgiler üzerine tek bir söz edemeyecektir. (Onu da ezberletmediysek tabi.) İlginçtir, hiçbirimiz DNA bazlarını saydı diye onun genetik bildiğini, genetikle ilgilendiğini ve gelecekte DNA ile ilgili bir alanda çalışacağını düşünmeyiz. Fakat konu kutsal olunca, duygularımız ve anlam dünyamız bizi gerçeklikten koparır ve kendimizi dört yaşındaki çocuğa “Allah’tan korkmana gerek yok” derken buluruz. Yani Ömer Tuğrul İnançer Efendi’nin tabiriyle, bebeğe bulgur pilavı yedirirken.
Kutsala kalp hizasından bakmak
Peki, Kur’an öğrenmenin bereketi yok mu? Şifa değil mi Kur’an? Ne var yani, kötü bir iş mi yapıyoruz sanki? Hayır. Bunu söyleyemeyiz. Zaten elimizde erken çocuklukta kurumsal din eğitimi alan çocuğun ileride dindarlıktan uzaklaştığına, anlam krizlerine girdiğine dair bir boylamsal araştırma da yok. Mesele bu değil. Mesele, 4 yaşındaki çocuğa neden kurumsal olarak din eğitimini vermek istediğimiz hakkında hiç düşünmüyor olmamız. Mesele, bunu telafi edilemez bir süreç gibi, eleştirilemez bir hakikat gibi görmemiz. Çocuğun öğrenebilme kapasitesinin bir süre sonra bu eğitimin zorunluymuş gibi yorumlanmasına neden olduğunu ihmal etmemiz. “İmkân”ın “vüc ûb”a döndüğünü görmeyip “imtina”nın kıymetini ıskalamamız. Çocuğun gözüyle dünyaya bakmayı unutup onu yetişkinin göz hizasına çekersek bizim gördüğümüzü onun da görebileceğini sanmamız. Mesele, çocuk çakıl taşlarıyla oynarken heykelleri ezberletmeyi “gerçek” sanmamız.
Hadi size kendi tecrübemi anlatarak yazıyı bitireyim. Geçenlerde kızımla uzun uzun sohbet ettik. Sohbet sonunda (açıktan dua etmeyi çok önemsediğim için) saçlarını okşayıp dua ettim: “Allah Peygamberin ve Allah dostlarının sevgisini kalbinden eksik etmesin kızım.” Bir şey itiraf edecek gibi huzursuz oldu kızçem, “Şeey,” dedi. “Anne sana çok gizli bir şey söyleyeceğim.” (Bu sırrı burada fâş ettiğim için kızımdan helallik dilemeliyim.) Eğildi kulağıma, “Ben seni peygamberimizden daha çok seviyorum anne.” Keşke gözlerimde bir kamera olsaydı da kızımın yüzündeki suçluluğu kaydedebilseydim. Anaokulunda öğrendiği “Hiçbiriniz, ben kendisine babasından da evlâdından da daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz.” hadisini üç senedir kalbinde taşıyormuş meğer. Saçlarını okşadım, “Kızım,” dedim. “Biz insanlar sevmek kelimesini çok rahat kullanırız. Ama sevmek, geliştirmemiz gereken bir beceridir. Hele peygamberi sevmek… Onu nasıl sevmemiz gerektiğini ben de yeni yeni öğreniyorum. Tam olarak öğrendiğim de söylenemez. Biraz büyüyünce daha iyi anlayacaksın. Hiç endişelenme. Daha zamanı var. İstersen beraber öğreniriz.” Kızçem çok rahatlamış olacak ki kocaman sarıldı ama belli ki itirafların devamı gelecek. Yüzünü eğdi, sesini kıstı, “Anne,” dedi, “ben bazen Allah’a çok kızıyorum.” “Neden?” dedim. “Bazen dualarımı kabul etmiyor anne. Hiçbir sebebi yokken hem de. Yapabilecekken yapmıyor.” Hangi duasının kabul olmadığını anlattıktan sonra ona bazen benim de onun bazı isteklerini yerine getirmediğimi, fakat bunun nedenlerini bazen sadece benim bildiğimi, her zaman bunu açıklayamadığımı anlattım. “Hem sonra,” dedim, “eğer her duamızı kabul etseydi biz mi Allah olurduk, o mu?” Öyle bir kavrayışla, öyle bir mahcubiyetle karşılık verdi ki, tasvir etmem güç. “Çok haklısın anne.” dedi. “Her istediğimizi yapacak olsaydı biz Allah olurduk. Allah her duamızı kabul etmek zorunda değil.” “Çok mahcup oldum anne” diyerek devam etti. “Allah’ın yüzüne nasıl bakacağım şimdi?” Sonra durdu, güldü. “Allah’tan Allah’ın yüzü yok da bakmak zorunda değiliz.” Sonra eliyle boşluğun elini öper gibi yaptı. Alnına koydu. “Ama yüzü yoksa da elleri mutlaka vardır. Elini öptüm, barıştık.” deyip kalkıp gitti. O kadar gerçekti ki! Bir yetişkinin olamayacağı kadar gerçek... Fakat bu gerçekliği görebilmem için kızımın bunu itiraf etmesi gerekiyordu. Üç sene kalbinde bir suç olarak taşıdığı bu duygu, kendisiyle konuşan anne babası olmasaydı muhtemelen onunla yaşayıp gidecekti. Ta ki Allah’ın bazı dualarımızı kabul etmediğini öfkeyle itiraf edene kadar.
İşte din eğitiminin diğer gerçeklik sorunu. Ya korkutarak siyaha ya romantize ederek pembeye boyuyoruz dini. İşin kötü tarafı, bizim de tanrı tasavvurumuzda, dinî anlayışımızda gerçekçi olmayan çok şey var. Hiçbirimiz bir çocuk gibi itiraf edemeyeceğiz belki ama, biz de çoğu kez kendimizi kandırıyoruz Peygamberi ana babamızdan daha çok sevdiğimizi söyleyerek. Dine Allah’la ilişki kurmanın özel bir yolu olarak bakabilmeyi beceremiyoruz. Dinî ideallerimiz, görkemli ibadetler birer heykel olmuş, saraylarımızı süslüyor. Kutsal olduğu için yerinden indirip elimize de alamıyoruz. O hâlde soru şu, çakıl taşlarıyla oynayan çocuğumuzun yanına indirebilir miyiz heykellerimizi? “Bunun gibisini yapabilmek için biraz elimize alıp incelememiz gerek, hele bir anlayalım neymiş, nasıl yapılmış bunlar?” diyebilir miyiz? Abdestimizi alıp dokunabilir miyiz heykellerimize? Kutsalımıza göz hizasından, kalp hizasından bakabilir miyiz? Belki de aşağıdan görüldüğü gibi değildir.