Her şey geçmişte daha güzel değildi

CİHAN AKTAŞ
Abone Ol

Kırmızılı Kadın sadece bir film ismi (Gene Wilder, 1984), Ertem Eğilmez aynı filmi ertesi yıl Aşık Oldum adıyla yorumlamıştı. Ancak Konya’nın gerçek bir “Kırmızılı Kadın”ı var, adı da Sultan Özcan. Bahsini önce Konya’da duymuştum ama görmek bir türlü kısmet olmadı. Bu arada son on yıl içinde sosyal medyada ünü aldı yürüdü. Onun kişisel dramı, şehrinin sarıp sarmalamasıyla başka bir mecraya yöneldi. Hakkında pek çok belgesel yapılsa da hikâyesi sinemacıların dikkatini çekmedi.

  • Her şey geçmişte daha güzeldi denilemez asla ve gelecek de sürprizlere açıktır, kendinizi rüzgârın önünde un ufak olmaya bırakmadığınız takdirde; Kırmızılı Kadın’ın hayat hikâyesinin derslerinden biri bu.

Aksaray’ın Ortaköy ilçesinin Cumali köyünde doğan Sultan (1954), kendisine apaçık başka türlü bir ilgi gösteren yaşlı öğretmenine aşık oluyor. Onun dramı 15 yaşında okula gittiğinde başlıyor. Aslında babası okula göndermek istemiyor ancak o, cahil kalamam, gideceğim, diye tutturuyor.

Zamanla öğretmeninin kendisine özel bir ilgiyle yaklaştığını fark ediyor. Hatta, bir okul gezmesinde, seni alacağım ben, annenden babandan isteyeceğim, kendime hanım edeceğim, koltuğuma takıp gezdireceğim böyle çıtı pıtı diyor, öğretmeni. O da kanıyor, ben okumuş adamla evleneyim, köylüye çora çobana varmadan yine buna varayım diye heves ediyor. Ben ona varacağım, başkasıyla evlenmem diye diretiyor. Öğretmenlikten ayrılıp polis olan eşiyle birlikte Hakkari’ye, ardından da Giresun’a taşınıyor. Beş yıl Sivas’ta yaşıyor. Mutluluğu uzun sürmüyor ancak, eşi kıskançlık krizlerine girdikçe dövüyor onu. Çocuk sahibi olamıyorlar diye de kavga döğüş eksik olmuyor evde. Her ay çıkıp çıkıp babasının evine gidiyor Sultan. 1990’da çocuk sahibi olamadıkları için ayrılıyorlar. Sultan memleketi Aksaray’a, annesinin yanına dönüyor. Eski kocası Nevşehir’de evleniyor, bir oğlu geliyor dünyaya.

Sultan ise ayrıldıktan bir süre sonra imam nikahıyla evlendiği inşaat amelesine ancak bir yıl tahammül edebiliyor. Adam bir gün hastalanınca, kazmayı küreği getirip yastığının altına koyuyor. Sultan tedirgin olup soruyor. İçeri biri girerse, dövmek içinmiş meğer. “Kazma yastığın altında olur mu?” Huylanıp ayrılıyor.

  • Yaşadıkları öylesine sarsıyor ki Sultan’ı 2006’da duygu durumu bozukluğu teşhisiyle, yüzde 80 engelli raporu alıyor.

Ağabeyinin evinin yanına dört yıl önce yaptırılan tek odalı evindeki eşyaların hemen hepsi kırmızı.

Bu rapor onun için şehir meydanına çıkış belgesi işlevi görüyor sanki, eve barka sığmaz oluyor. Hava şartları uygunsa, kırmızıları giyip atıyor kendini şehrin merkezine.

Kırmızı renge yönelik tutkusu Hakkari’deyken başlamış. “Kırmızıyı severdi, kırmızıyı giy derdi benim ayrıldığım, kırmızıyı giymiyorsun diye kavga ederdi. Başka renk giyince çıkar, çıkar, derdi.” diye anlatıyor. Hakkâri’de bulundukları dönemde kırmızı elbiseli bir Kürt kızına rastlamışlar caddede. Eşi ona “Kız çok güzelmiş görüyor musun?” diyor. O da “eşinin gözü başkasına kaymasın diye” mağazadan bir kırmızı elbise alıyor. Sırf eşi başkasına bakmasın, hep onu sevsin diye de o günden beri baştan aşağı kırmızı giyiniyor. Sadece kırmızılar giyinmekle kalmıyor, dudak ve yanaklarını da kendi tarzına göre kıpkırmızı olacak şekilde boyuyor. Yirmi iki yıldan beri kırmızı renk sanki, yasını örten bir perde olmuş onun için. Ağabeyinin evinin yanına dört yıl önce yaptırılan tek odalı evindeki eşyaların da hemen hepsi kırmızı.

Eşi kıskançlık krizlerine girdiğinde kendisine şiddet uygularmış. Önüne gelenden de kıskanırmış. Kızınca da tokadı basarmış. Bir keresinde o kadar dayak yemiş ki hastanelik olup günlerce yoğun bakımda kalmış. Bunları hatırlayınca yeniden evlenmeye korkar olmuş sonraki yıllarda. Kadına şiddet gösterenlerin âşık olmadan evlendikleri kanısına ulaşmış sonunda. Bu konuda biraz tutarsızlığa düşmüyor değil: “Kadınlar, ille de âşık olarak evlenecek.” diyor. Âşık olup evlenmeyince kavga çıkıyor. Biz de âşık olarak evlendik, kavga ederdik ama yarım saat sonra barışırdık.”

Tek bir odada yaşıyor şimdi ve mutlu. Sorusu hepimize: “Villada yaşasa, mutlu olamasa ne yapardı?” Şimdi koca Konya tek odalı evinin avlusu sanki. Övünmek gibi görülsün istemiyor ama seveninin çok olduğunun farkında. Pazara gidiyor, çarşıya gidiyor, tanıyor herkes. Başka kadınları o kadar tanıyan var mı, ama onu herkes biliyor. Bunun sırrı da sanki kırmızıda. Kırmızı giymeyen solda sıfır gözünde. Kırmızı kim giyse yakışıyor nazarınca ama yakıştırmayı da bilecek giyen. Çarşıdaki esnafa kalırsa ona yakıştığı gibi kimseye yakışmıyor bu renk. Hem kaç kişinin evinde çaydanlığa varıncaya kadar bütün eşyalar kırmızıdır ki…

Yirmi iki yıldan beri kırmızı renk sanki, yasını örten bir perde olmuş onun için.

  • Konya halkı, kadın erkek, memur, esnaf kol kanat geriyor ona, saygı gösteriyor. Bu sevgiyi kazanmak için acının çemberinden geçti, yuvasız kaldığında bir çocuk saflığıyla meydanlara attı kendini.

Kadında şuhluğa çok kolay yorulan kırmızıyı abartılı kullanımıyla saflığını vurgulayan bir belge gibi okudu esnaf. Meydan mektebine gide gele bir tür rical kimliği kazandığını söylemek de mümkün.

***

Mevlânâ’nın şehri sonuçta, sohbet akar gider Konya akşamlarında. Katıldığım bir programın ardından Ulvi Kubilay’la Abdullah Harmancı beni Emirgan isimli bir kafeye götürmüşlerdi. Kalabalık bir ekiptik. Ben nargile kokusunu alır almaz kafeden ayrılmak istedim. Arkadaşlar da sağ olsunlar kafenin karşısındaki duvar dibine bir masa kurdurmayı başardılar. Rical bahsi de orada geldi aklıma ilkin; on iki yıl oldu. Mahalle Mektebi’nin Konya’da yıllardır oluşturduğu edebiyat çevresine pek çok kadın yazar katıldı ama o tarihlerde sayıları bir elin parmaklarını geçmezdi. O akşam grup içinde tek kadındım. Okuyup yazmakla, toplanıp konuşmakla geçen yılların ardından, dilimin bana cinsiyetimden bağımsız bir kişilik kazandırdığını düşündüm orada.

Kuşkusuz ricallik bahsi kurgusal bir halk için tasarlanan kamusallık ve muaşeret konusunu açmayı gerektiriyor. Kamusal planda/ dilde yol alan bir kadın sanki erkeklere ait bir sahada bir parça “erkek” kimliği kazanarak evin sağladığı güvencenin ötesinde bir bağlamda rüştüne eriyor ve muhatap olma konumu kazanıyor.

Rabiat-ül Adeviyye’nin (vefatı hicri 135) teşrikimeside bulunduğu insanların çoğunluğunun erkekler olduğu ve kendisinin de döneminin “rical”inden sayıldığı bilinir. Tezkiretü’l-Evliya yazarı Feridüddin Attar da eserinde onu “erkekler” hanesinde ele almasını, karşılaşması muhtemel tepkilere karşı şu şekilde açıklamıştı: “Biri çıkıp: ‘Onu niçin erkekler safında zikrettin’, diye sorarsa, derim ki: Hz. Muhammed (sav): ‘Allah sizin suretinize bakmaz’ diye buyurmuşlardır.”

Kuşkusuz özelden çok kamusal bir kabulü, saygınlığı anlatıyor “rical” ve genel geçer anlamda da yaygın kamusal simalar açısından bakıldığında özellikle erkekleri içeriyor. Bir kadının kamusal saygınlığını “erkek değerlerini benimseme, içselleştirme ve yansıtma”nın ötesine giden bir düzeyde tanımlayan veya belirleyen başka türlü bir anlama ulaşıyoruz kavramı irdelerken: Çoklu karşılaşmaya izin veren bir bağlamda kamusal muaşeret, dil ve ifade yetisine haiz kişiliktir rical.

Tesettürün bir açıklamasının mesafe bildirimi olması da bu bakından açıklayıcı. Ve Ayşe Şasa’nın bu anlamda rical olarak İslami kesimde üzerinde durulması önemli görülmeyen bir temsili ihya ettiği söylenilebilir. Cerrahi tekkesinde Safer Efendi’nin ve ardından da Tuğrul Hoca’nın yanındaki yeriyle, bu rical kabulünü hatırlatan bir ayrıcalığı fark ettirmiştir zaten.

Bütün bu meselelerin Ayşe Şasa için bir kaygı konusu olduğu muhakkak. Senaryosunu Sabahattin Ali’nin aynı adlı hikâyesinden esinlenerek kaleme aldığı Gramafon Avrat (Yusuf Kurçenli, 1987) filmi Konya’da geçer. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, Meram’daki oturak âlemlerinde dans edip bade sunan Cemile ile onu arabasıyla bu âlemlere getirip götüren Ali arasındaki umarsız aşktır konu. Cemile eski bir oturak kadını olan Azime ile yaşar ve bu hayattan kurtulup büyük bir şehre taşınmak için para biriktirir. Hiç kolay değildir hayatı. Zorla oturak âlemlerine götürülmek istenir. Bu, şehrin karanlıklarda gizlenen yüzüdür. Cemile Ali’de bir kurtarıcı bulamaz. Rencide edici “oturak kadını” tabirinin çeşitli karşılıkları başka şehirlerde de vardır kuşkusuz. Her şey karanlığın örtüsü altında cereyan eder ve o zifiri karanlıkta, meydan esnafının Sultan’ı sarmalayan merhametine benzer bir el Cemile’ye ulaşamaz. Sonunda sığabileceği tek yer olur genelev.

Cemile nasıl kurtulurdu? Kendini deliliğe verseydi, geçmişi yakasını bırakır mıydı? Bir kız çocuğu misali süslü, boyalı Sultan’a uzanan şefkat, onun acıklı hikâyesinden etkilenmektedir elbet ama sanki Cemile’nin hayatı çok daha acıklı değil midir? Çektiği çileyle Sultan, konuşamama engelini aşarak başka bir merhaleye geçmiş ve insanlar, kadın erkek, buna saygı gösteriyor. Konya kavrayışlı bir şehir, Cemile ise büyük bir edebiyatçı vesilesiyle aşina olduğumuz, güzelliği başına bela olmuş, kendini koruyacak bir sığınak da bulamamış bahtsız kadınlardan biri.

Konya, otizmlilere de kucak açtı

Kişiyi bazen yaşadıkları kapatır kendi iç dairesine, bazen de toplum. Uyumsuza deli gözüyle bakılmasa da en azından tuhaf olduğu düşünülür. Otizmliler yakın tarihlere kadar cehalet kurbanı olup, bir yerlere kapatılmaya zorlandılar. Bu konuda toplumumuzun on yıl içinde hızlı bir bilinçlenme yaşadığını gözlemliyorum.

2019’da katıldığım Konya Kitap Günleri’nin bir sürprizi Sobe Selçuklu Otizmli Bireyler Eğitim Vakfı’nı tanımak olmuştu. Çocukluk oyunlarının neşeli sesi orada otizmli çocukları uygulamalı davranış analizi ve terapi birimlerinde eğiterek akranlarıyla oyuna katılmaya hazırlıyor. Bu vakıftan Ümit Savaş Taşkesen kanalıyla haberdar olmuştum. Vakıf binasının mimarisi iç açıcı, faaliyetleri ise göz kamaştırıcıydı.

2011’de Selçuklu Belediyesi tarafından sosyal sorumluluk projesi olarak başlatılan merkezin inşası 2014’te tamamlanır. Yurtdışından otizm eğitim merkezleri incelenip Türkiye’ye özel bir model çıkarılmaya çalışılır. 2016’da Selçuklu Otizmli Bireyler Eğitim (SOBE) Vakfı kurulur. Doktorasını Otizm Spektrum Bozukluğu üzerine tamamlayan Ümit Savaş Taşkesen o tarihlerde Necmettin Erbakan Üniversitesi Otizm Çalışmaları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdür Yardımcılığı görevini yürütüyordu. Şimdilerde aynı üniversitenin Özel Eğitim bölümünde çalışmalarını sürdürüyor.

  • Otizmin, yaygınlık oranları arttıkça ve farkındalık çalışmaları ile daha çok bahsi geçse de alan uzmanı olmayan kişiler tarafından yanlış ya da eksik biliniyor.

Dolayısıyla henüz pek çok çocuğun en güzel öğrenme yılları yanlış muamele ve eğitim yüzünden heba ediliyor. Ümit bunca yıl boyunca yaptığı gözlem ve incelemelere dayanarak bu bilinçlenme sürecini Otizmsizler İçin Otizm (Mosquito, 2023) kitabında, alan uzmanı olmayan, merak eden herkesin anlayabileceği bir dilde anlatıyor işte. Çocuğu otizmli olsun olmasın bütün anne babalar bu kitabı okusa keşke. Çünkü otizmliler akranları tarafından tahkir edildiğinde sadece çocuk değil bütün aile yaralanıyor. Tahkir eden çocukların aileleri de bunu fark etmeli.

Otizm ne mi? 4. Bölüm’de Otizmli Çocuğun Dilinden başlığı altında tanımını da ifadelerini de okuyorsunuz: Otizm, zihin/beyinde olan, nörogelişimsel denilen bazı farklılıkların yol açtığı, yaşamın ilk yıllarında ortaya çıkan bir “durum”. Otizm geniş bir yelpaze ve sizin çocuğunuz o spektrumun bir yerinde olabilir.

5. Bölüm’de, geçmiş dönemlerde otizmlilere nasıl hor davranıldığını anlatıyor Taşkesen. “Kapatılmak” oldu onlara yönelik tedavi usulü. Bir çocuk 80-90 yıl bakımevine yatırılıyor ve bir daha da aranıp sorulmuyor. “Trajediyi yaşamadan yaşadı” diye tanımlıyor yazarımız çarpıcı bir şekilde.

  • Zamanında bir kuruma terk edilen yaşlılar ne zaman bırakıldıklarını hatırlamıyorlar. Hiç ziyaret edilmemişler. Ömürleri bakıcıların insafına bağlı olarak geçmiş. “Bir garipti” derler sonra en hafifinden veya “tuhaftı”.

Otizmli çocuk araştırmalarında sıklıkla vurgulanan “vahşi çocuk edebiyatı” içinde bahsi geçen Kaspar Hauser, araştırmacılara göre kayıtlara geçen ilk otizmli çocuk. Hikâyesi, yönetmen ve yazarların bigâne kalamayacağı ölçüde acıklı ve sırlarla dolu.

Kitapta bugünkü noktaya gelinceye kadar otizmlilere bakış açısı ve yaklaşım konusunda geçirilen aşamalara da yer verilmiş. Her şey geçmişte daha güzel değildi, kolayca bir damga vurularak kapatılıyordu insanlar. Bir yüzyıl kadar sonrasında hiç olmazsa otizmlinin hayatının akışına olumsuz ad ve sıfatlarla ket vurulmuyor, aile efradı bilinçliyse tabii. “Spektrumda bir yerde” bulunan çocuk, “annesinin küçük prensi” uzayda koordinatları bilinmeyen küçük bir gezegende kaybolmayabilir artık, ona ulaşabilir ebeveynleri. Ve hemen her birimizde, kimilerine tuhaf da gelse, bizi bize has kılan bir yoğunlaşma eğilimi, bir derinlerine çekilmeye yatkınlık ve böylelikle hasıl olan bir görüş farkı “spektrum”dan bir hediye, bir bağış gibi ışıldamaz mı?

Sahi, evet, Küçük Prens de otizmliydi desem, kim aksini ispat edebilir ki… Ne çok da dahi ismi verilebilir o geniş spektrumdan. Otizmsizler İçin Otizm kitabı, bilgi veriyor, aydınlatıyor, yol gösteriyor ve eminim otizmli aileleri yüreklendirecektir de... Kalemine, fikrine sağlık Ümit Savaş Taşkesen…