Hayal ile hakikat arasında
Bizden önceki nesiller için sanal âlem; romanlardan, masallardan, rüyalardan ibaretti. Sanal dünya dönüşüp büyüdükçe, genişledikçe; hayal dünyalarımız, çocuklarımızın hayal dünyaları küçülmeye, büzüşmeye başladı. Anlatma, dinleme, okuma filleri, yerlerini seyretmeye bıraktıkça da, hayatlarımız resimden fotoğrafa dönüştü. Bunun sağlıklı mı yoksa sağlıksız mı olduğu tartışılabilir elbette; lakin lezzetsiz olduğu aşikâr. Ayrıca hem lezzetsiz hem de bereketsiz.
Okuduğumuz, dinlediğimiz kitaplardaki, romanlardaki, masal yahut hikâyelerdeki kimi sahneler, kimi ânlar beynimizin bir köşesinde, belki hafızamızda belki de bilinçaltımızda dönenir durur. Bunlar, hayalhanemizi besleyen ve hayal gücümüzü her daim zinde tutan kırıntılardır. Gerçek hayatta, benzer bir hadiseye şahit olduğumuz vakit, o romanın, o hikâyenin o ânı, hemen bir şablon gibi, daha önceden navigasyon cihazına yüklenmiş yol haritası gibi beliriverir zihnimizde. Ama beliren harita, bize mahsustur, biriciktir, üniktir. Çünkü tohum başka kaynaktan gelmiş olsa da, büyüyüp serpildiği toprak bize, şahsımıza aittir.
Dejavüyü yahut bir hatıranın, güncel bir hadise karşısında yeniden gözümüzde canlanmasını kastettim sanılmasın, bahsetmeye çalıştığım, çok daha farklı bir hâl. Meselâ Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun, hangi kitabında olduğunu tam çıkaramıyorum lâkin kuvvetle muhtemel Bu Atlı Geçide Gider romanında, Börklüce Mustafa ile Torlak Kemal’in medreseden kaçışlarını anlatan bir bölüm vardır. İki isyankâr talebe gece boyu yol yürüyüp yorulduklarında, biraz dinlenmek, nefeslenmek için, tenha bir köşede uzanıp yatarlar. Fakat tam bu esnada ezan okunmaya başlar. Kalplerinde ezana, medreseye, kurulu düzene isyan eden öfke dolu bir taraf vardır ki, “Ayaklarını uzatıp yatmaya devam et” diye bastırmaktadır. Fakat aynı kalbin medrese terbiyesiyle yoğrulmuş diğer yarısı ise “Ezan-ı Muhammedî okunurken, böyle ayak uzatıp yatmak olur mu?” diyerek çekiştirmektedir sahibini. Sepetçioğlu, onların kalbinde köpüren gerilimi öyle bir anlatır ki, ne zaman ezan okunurken yatan birini görsem yahut ben yatarken ezan okunsa, Torlak Kemal’in bacaklarındaki “kiriş misali” gerildikçe gerilen tereddüdü hâlâ hissederim.
- Veya, ne bileyim, ne vakit Erenköy’e yolum düşse, Salkım Hanım’ın Taneleri’ndeki Halit Bey; onun, ellerinin arasından kayıp gitmesine mâni olamadığı, günbegün dağılmaya devam eden hayatı; onca dert arasında bir nebze huzur soluklanmak amacıyla bahar aylarında taşındığı Erenköy’ündeki köşk; köşkün geniş, bakımlı bahçesi; sakız gibi tertemiz beyaz masa örtüsünün üzerine kurulmuş kahvaltı sofrası canlanır zihnimde. O bahçede çiçek açan limon ağaçlarının kokusu, Halit Bey’in kurşun gibi ağır hüznüyle harmanlanıp gelmektedir Yılmaz Karakoyunlu’nun kaleminden…
Bunlar, zihindeki hayatla reel hayatın birbirine temas etme, hatta kısmen nüfuz etme hâlleridir ki, esasında sanal âlemin, gerçek dünyaya taalluk ettiği anlardır ve kanaatimce, sanal gerçekliğin başladığı sınır da burasıdır. Bundan sonrası ise, dijital dünyanın imkânları ölçüsünde, hâlen ve elan genişlemeye devam etmektedir. Bugün, dijital dünyanın ayaklarımızın altına serdiği müthiş bir “sanal gerçeklik” yelpazesi var. Gerçek hayatı taklit eden, süreklilik arz eden ve interaktif oynanan nice bilgisayar oyunu, Matrix’le tanıştığımız, Avatar’la devam eden bir süreci bilafasıla evlerimizin içine; odalarında uslu uslu oturduğunu, gözümüzün önünde, kanatlarımızın altında bulunduğunu varsaydığımız çocuklarımızı ise dışarıya, bizden alabildiğince uzağa taşıyor.
Almanların hazırladığı bir kısa film görmüştüm internette. Bir evin kapısı çalınıyor; evin hanımı açıyor; kapı önünde birbirinden şerir tipler, evin küçük oğlunu soruyor. Kadın gayet güler yüzlü ve sakin, “Üst katta, odasında” diye cevap veriyor. Adamlar paldır küldür giriyorlar içeri. Sonra tekrar kapı çalınıyor. Bu kez gelenler kızını soruyorlar kadına; “Yukarıda, odasında” diye cevaplıyor. Grubun içinden erkek sesli, kadın görünümlü olan bir tanesi “İyi, ona anlatacaklarımız var” diyor ve onlar da kızın odasına gidiyor. Sonra silahlı bir “robocop” geliyor, o da evi makinalı tüfekle tarayarak üst kata, oğlanın yanına gidiyor. Ardından orta yaşlı karanlık bir adam, sırıtarak kapıda beliriyor; kadına yaklaşıyor ve annesinin yanında duran, kucağında oyuncak tavşanı, sessizce gülümseyen küçük kıza doğru eğilip, “Oh, küçük Anna bu mu? Ne kadar güzel bir tavşan, gel sana geçek bir tavşan göstereyim” diye fısıldıyor ve küçük kızla el ele evden çıkıp gidiyor… Sonra ekranda mesajı okuyoruz: “Gerçek hayatta çocuklarınızı korurdunuz, öyleyse internette de koruyunuz.”
- Biz ki, analog bir dünyada doğup büyüyen ve fakat baş döndürücü bir süratle dijitalleşip sanallaşan, kendinden önceki devirlerde nesiller boyu süren dönüşümleri tek hamlede ve kusursuz bir adaptasyonla hayatına mal eden bir nesiliz. Buna rağmen, çocuklarımızla aramızda geometrik hızlarla büyüyüp duran uçuruma mâni olamaz, güç yetiremez, bırakın öbür tarafa geçmeyi, sesimizi dahi duyuramaz hâldeyiz.
Bizden önceki nesiller için sanal âlem; romanlardan, masallardan, rüyalardan ibaretti. Sanal dünya dönüşüp büyüdükçe, genişledikçe; hayal dünyalarımız, çocuklarımızın hayal dünyaları küçülmeye, büzüşmeye başladı. Anlatma, dinleme, okuma filleri, yerlerini seyretmeye bıraktıkça da, hayatlarımız resimden fotoğrafa dönüştü. Bunun sağlıklı mı yoksa sağlıksız mı olduğu tartışılabilir elbette; lakin lezzetsiz olduğu aşikâr. Ayrıca hem lezzetsiz hem de bereketsiz. Bu yüzden biz ve çocuklarımız, her şeyi, fakat her şeyi, hızla ve mütemadiyen tüketiyor da tüketiyoruz. Biz çocuklarımıza yetişebilmek amacıyla hızlandıkça, onların mesafeyi biraz daha açtığına şahit oluyoruz.
Kim bilir belki de ihtiyacımız olan, koşmak değil durmak yani vakfe.
Sanal âlem ne kadar sanal?
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Rüyalar adlı bir hikâyesi var. Abdullah Efendi’nin Rüyaları veya yine rüya motifiyle örülmüş başka hikâyeleriyle benzerlikleri olsa da bu ayrı bir hikâye. Nispeten gölgede kalmış. O sebeple gözünüzden kaçmış da olabilir, normaldir.
Hikâyenin baş karakteri Cemil’in mutlu bir aile hayatı, çok sevdiği bir karısı vardır lakin Cemil, sürekli bir rüya görmekte, rüyasına da hep aynı kadın girmektedir. Hatta gündelik hayatına, reel hayatına ait kimi unsurların da, bahçedeki erguvan ağacı gibi, bu rüyalara karıştığı olur. Ayrıca rüyalar birbirinin devamı niteliğinde ortaya çıktığı için, her ne kadar rüyadaki genç kadın hiç konuşmasa, suskun vaziyette bakıyor olsa da Cemil, içten içe huzursuz olmakta, kendini, karısını aldatan bir erkek gibi hissetmektedir. Hikâyenin tümünü burada özetleyecek değilim, okumuş olanlar sıkılabilir, okumamış olanlar için de hikâyenin büyüsü bozulur. Bize lazım olan cümle, bir sabah kendi kendine söylenmekte olan Cemil’den gelir:
- “İki hayatım var. Birincisi kadar ikincisine de bağlıyım! Korkunç… korkunç…” Namuslu bir adam olarak bu ikinci hayattan karısına bahsetmeli midir? Çünkü rüyalarında olsa bile bir başka kadınla ilgilidir. “Rüyada imiş ne çıkar? Uyku hayatın yarısı olduktan sonra…”
Biliyorsunuz, Cemil’in iradesi dışında yaşamak zorunda kaldığı bu “ikinci hayat”ın bütün kurumlarıyla, cadde ve sokaklarıyla, hiçbir detay atlanmadan inşa edilmiş versiyonu, uzun yıllardır emirlerimize amade: Second Life. Bu öyle bir oyun ki, seçtiğiniz avatar sayesinde, “birinci” hayatınızda olmak isteyip de olamadığınız kadar güzel, alımlı, havalı olabilir, en lüks semtlerde oturabilir, müthiş yerlerde tatil yapabilir, müthiş restoranlarda müthiş insanlarla tanışabilirsiniz. E, tabii sanal olarak. Sanal ama, o sanal karakterin, avatarın da, aynen sizin gibi, bilgisayar başında oturan “gerçek” bir sahibi var. Evet, gerçek bir kişi fakat gerçek hayatta olduğu hâliyle değil, avatarıyla yani hayalleriyle ve yalanlarıyla. Öyle bir ülke ki, herkes yalan söylüyor ve herkes herkesin yalan söylediğini biliyor. Epimenides’in Girit’i gibi bir yerde, mutluluk arayan insancıklar. Her şey sanal olsa da ödenen bedeller reel.
İlim Şehrinin Kapısı, Hz. Ali (kerremallahu vecheh) Efendimizin, “en-Nâsü bi-zamânihim eşbehu minhüm bi-âbâihim / İnsanlar babalarından daha çok, kendi zamanlarına benzerler” sözü, herhâlde hiç bugünkü kadar elle tutulur, gözle görülür olmamıştı.
Evet, can alıcı soruyu soralım. İyi de, hadi kendimizi geçtik, çocuklarımızı nasıl koruyacağız? Bu sorunun net ve kati bir cevabı olduğunu zannetmiyorum, varsa da ben bilmiyorum. Çocuğu men etme, dinî bilgilerle donatma, mahrumiyetler üzerinden cezalandırma veya korkutma gibi formüllerin ise bazen sınırlı bir çözüm sunarmış gibi gözükse de, çoğu zaman çözümü mümkün olmayan problemlere evrileceğine kaniyim.
Elbette doktorların, psikologların, din adamlarının her biri size kendi meslekleri ve meşrepleri fehvasınca nasihatler edecekler, tavsiyelerde bulunacaklardır. Bütün o reçetelerin arasına bir küçük tavsiye de ben ekleyeyim. Okuyunca, “Ne alakası var?” diye sorabilirsiniz, lakin cevaplamak için en az üç sayfa daha yazmam gerekir. O yüzden, kuyuya taşı atıp kaçmayı planlıyorum.
Yediklerinize ve bilhassa da çocuklarınıza ne yedirdiğinize dikkat edin. Sağlıklı, hijyenik, organik vs. her bir detaya titizlendiğinizin toplamı kadar, helal olmasına da titizlenin. Bunun iki cephesi var. Gıdanın helal kazançla satın alınması ve gıdanın bizzat helal olması. Öfkelenmeyin hemen, haşa, haram kazandığınızı veya yedirdiğinizi ima ediyor değilim, o zaten bambaşka bir bahis. Benim kastım, küçük, gözden kaçması kuvvetle muhtemel detaylar. “O kadardan bir şey olmaz” deyip umursamadığımız ayrıntılar.
Virüs tarama programını bir çalıştırın bakalım, kazancınızın veya buzdolabınızın içinde neler bulacak.