Hastalar, ağrıları ve nazlar
Bir an kahramanımızın geçici değil kalıcı bir hastalığa yakalandığını, dünyadaki seferlerine ebediyen veda etmek zorunda kaldığını da düşünelim: Dulcinea del Toboso’ya duyduğu şu büyük aşk yüzünden ince hastalığa yakalanmış olsun.
Bir an Don Kişot’un, büyük bir heyecanla hazırlığını yaptığı seferini, sırf ağır bir soğuk algınlığı sebebiyle ertelemek zorunda kaldığını hayal edin: Cesur şövalyemiz yardımcısı Sanço ile son bir kez istişarede bulunmuş; zayıf atına bolca yem verilmesini emretmiş; kılıcını, kalkanını ve zırhını akşamdan hazırlayıp yanı başına koymuş; üzerindeki hafif kırgınlığı ve birkaç önemsiz hapşırmayı kale almadan, hülyalar içinde yatağına çekilmiştir. Ancak bedenin görünmez düşmanları gece boyunca hiç de boş durmamış, şövalyenin savunma sistemini basbayağı zaafa uğratmışlardır. Uyandığında, eklemlerindeki ağrılar, ateş ve halsizlik yüzünden yerinden kalkamaz hale gelmiştir. Bir şövalyenin şu basit ateşli hastalıktan ötürü sefere çıkamaması ve bunu yardımcısına izah etmek zorunda kalması elbette onur kırıcı bir durumdur. Kendisini zorlayacak, yerinden kalkıp zırhına yeltenecek ama yakınındaki ev halkı hiç değilse iyileşinceye kadar beklemesi için ısrar edeceklerdir.
Yüce gönüllü Don Kişot, pek çok nedenden dolayı akıl dışı bulsa da, bir nedenden ötürü bu teklifi kabul etmek zorunda kalacaktır. Bu basit bir nedendir: Onu taşıyan beden, bir süreliğine görevini maalesef yerine getirememektedir; bunu, bitkinlik ve ağrı yoluyla yeterli derecede hissettirmiştir. Başka yurtları fethe duyduğu özlem ne denli büyük olsa da, kendi yurdu yani bedeni istila altındadır. İçerideki savaş kazanılmadıkça, dışarıdaki hiçbir savaşa çıkamayacaktır…
Bir an Don Kişot’un çakılıp kaldığı yatakta, yaşadığı deneyimle yüzleştiğini de düşünelim: Yalnızca bir seferden geri kalmamış, ağız tadını da kaybetmiştir. Dahası beden hareketleri olabildiğince yavaşlamış, kurmayı çok arzuladığı adaletli yeryüzü hükümranlığı da basit bir hastalık yüzünden ertelenmek zorunda kalmıştır.
- Görünmez düşman mevziini bizzat şövalyenin bedenine kazdığı için, her hasta gibi o da bir başkasının birkaç tatlı sözüne, içirdiği çorbaya ve tutuğu ele muhtaç hale gelmiştir işte. Ahlanıp ohlanmalar, nazlanmalar, iniltilerini abartılı bir biçimde çevreye duyurma arzusu; efendimizin harp meydanında hiç de hoş karşılamayacağı bütün bu zayıflık alametleri onu esir almıştır. Hastanın bir başkasına nazlanma isteği, belki de hastalık yoluyla çocukluk çağına geri döndüğünün bir emaresidir. Beden, garip bir biçimde gücünü yitirdikçe sorumluluklarından da kurtulmuş, rahatlamış, bir annenin, bir babanın, bir eşin ya da yardımcının iyi niyetine teslim olmuştur. Her bir inilti onu daha da rahatlatacak, dünyevi yükünü azaltacaktır. Bu hastalığın yalnızca çocuklaştırıcı değil aynı zamanda özgürleştirici yanıdır da. Hasta beden, kendisinden bir şey beklenmeyen bir bedendir. Çektiği ağrılar karşılığında ayrıcalıklı hale gelmiştir…
Bir an kahramanımızın geçici değil kalıcı bir hastalığa yakalandığını, dünyadaki seferlerine ebediyen veda etmek zorunda kaldığını da düşünelim: Dulcinea del Toboso’ya duyduğu şu büyük aşk yüzünden ince hastalığa yakalanmış olsun. Zırhı ve kılıcı işte şurada, duvarın dibinde durmaktadır; ahırdan zayıf bir kişneme sesi gelmektedir; gözlerinin aralığından hayat tutunacak hiçbir yeri olmayan sert bir duvar gibi görünmektedir; inlemelerinin dünyada herhangi bir kimseye nazlanmak gibi bir gerekçesi kalmamıştır. Bedenin, şu ilginç makinenin, şifalı otlar ya da hekim ilaçlarıyla tedavi edilmeyecek bir arızası vardır artık. Hasta, ağrıları dayanılmaz hale geldikçe bu kez bir başka makamda bir başka sahibe nazlanmaya başlamıştır. Ölümlü hastanın çevresinde toplaşanlar da ondan pek farklı değillerdir. Bir kereliğine ya da defalarca, kendi ölümlerini bir başkası üzerinden tecrübe ettikleri duygusuna kapılırlar. Bu onların gelecekteki çaresizliğidir. Nihayet Azrail bu çileye son verir ve yaşayanların bilincine, hastalığın ölümle akrabalığını hatırlatan bir bayrak daha diker. İnsan yaşlandıkça bu bayraklar da, onların dalgalanışları da artar. Hastalığın genç bir bedende mi yoksa yaşlı bir bedende mi misafir olduğu önemlidir. Tanpınar’ın deyişiyle, hastalıklar yaşlanmanın müştemilatıdırlar. Sadece yaşlanmanın mı? Savaşma gücü zayıfladığı için, yaşlı biri hastalığı bir ölüm habercisi olarak görür…
Bir an şövalyeyi yatağından alıp çağımıza getirelim ve onu bir toplu taşıma aracının içinde hayal edelim. Bindiği otobüs şehrin büyük hastanelerinden birinin önünden geçiyor olsun. Sayısız penceresiyle bir hastanenin cephesi, ona bakıp geçmekte olan içli birini az ya da çok tahrip edecektir. Kendisi dışarıda ve sağlıklıdır. Ama şu pencerelerin aydınlattığı odalardan her birinde, birbirinden farklı sayısız hasta, yalnızca hastalıklarının değil, alıştıkları günlük hayattan kopmuş olmanın da ayrıca acısını çekmektedirler. Bazen hastaların bazen de refakatçilerinin açık pencerelerden umutsuzca uzaklara bakışlarından anlarız bunu. Ve o an, bir başkasının hastalığı, bizde bir suçluluk duygusu bırakır. Bu kısa süreli suçluluğun içinde özeleştiri de vardır. Biz bilelim ya da bilmeyelim, hastalar ve onların ağrıları şehrin her yerindedir; tam şu anda bir ambulansın içinde, bir evin salonunda, bir hastane odasında, bir bankta, bir kuyrukta… Penceresinden bakılan araç hastanenin mevkiinden uzaklaşırken, göz mecburen normal dünyaya kayar. Ama akıl hala hastane odasının o solgun çarşaflarındadır. İçimizden bir ses, şu birkaç dakika içinde yataklardan birinin boşaldığını ve o boş yatağa bir başka hastanın yerleştiğini fısıldar. Bir ağrı nöbetini bir başka ağrıya devretmiştir.
Bir gün bir hastane odasına yolumuz düştüğünde, biz de pencereden dışarıya bakar, oradaki yaşamın acımasız güzelliğine dalar, tam o an, şu aşağıda geçip gidenlerden birinin, hastane odasındaki halimizi tahayyül etmesini arzularız. Bu da bir nazlanmadır. Belki de hastaların en talihsizi, etrafında nazlanacak biri olmayandır. Hastalığın bize tanıdığı en önemli hak ‘nazlanma hakkı’dır. Nazlanmak aşktan bir cüzdür ve hasta bedeni, incelmiş bir tutkuyla sağlıklı hayata bağlayan odur…