Hac yolculuğunda erzakla cilalanmış bir sandık

KEVSER ÇELİKEL
Abone Ol

Annemin aklında dün yaşanmışçasına kalan bir an var: “Bağdat’tayız, sabah namazını kıldık, cami dışına çıktığımızda fırından yeni çıkmış sıcacık pideler ikram ettiler. Bir de selam yolladılar kutlu beldeye ve Efendimize (sav)…’’

Merakımı celbeden bir konu için sempozyum bildirisi hazırlamaya niyet etmiştim. Yedi, sekiz yıl oluyor. Ne yazık ki yazılı bir kaynak bulamamış röportaj çalışması yapıp, yazılı olarak derlemiştim. Hac yazısı için de aynı şeyi düşündüm. Ola ki biri eski yıllarda hac yolculuğuyla ilgili bir çalışma yapmak ister. Kaynak arayışına girerse ufacık bir katkı olsun. Bazı şeyler bir kar topu gibi ya da arının bal yapması gibi birikiyor. Her çiçekten biraz sonrasında muazzam bir lezzet.

Sene 1967, henüz altı aylık bir bebeğim. Annem ve yengemin hatırında kalanlar ise bir paragrafı geçmez. Ama olsun, yazalım da şurada bir not olarak kalsın. Belli miktarda döviz olmadan gidilmezmiş, onu bulmak da hayli zormuş. Rahmetli dedem galvaniz bir güğüm yaptırmış, yolda izde buldukları su kaynaklarından doldurup, abdestte kullanmak üzere…

Çöl onlar için bir muamma, bilinmezlik… Ne bulacaklarından habersiz düşmüşler yola. Güğümün vazifesi sadece su için değil. Yengem şöyle diyor: “Altına ayrı bir bölüm yaptırdılar, paraların bir kısmını oraya bir kapak yardımıyla sakladılar.’’

Bunu tedbir amaçlı mı yaptılar, yoksa belli bir meblağın üzerini götürmek yasak mıydı bilmiyoruz. Ama döviz bulmanın hacca gitmenin zor olduğu zaman dilimlerinden bahsediyoruz. Kıyafetlerinin ferace, başörtü, eldivenden müteşekkil ve siyah olduğunu özellikle belirtti yengem.

Şam’a kadar trenle, oradan kara yoluyla kutsal beldeye vasıl olmuşlar. Üç ay süren yolculuklarının son zamanlarında hayli zorlandıklarını da annem, yengem ve halam ayrıca ifade ettiler.

İkinci hatırat ise seksenli yılların ikinci yarısından. Annem ve babam hac yolculuğu için hazırlıklara başlamış. Başlamış diyorum çünkü hacca kara yoluyla gidiliyordu. Uzun ama bir o kadar da heyacanlı, feyizli olan bu yolculukla ilgili annemin hatırında kalan son kırıntıları toplamak istedim. O yıllarda İstanbul’da üniversite okuyordum. Her hafta sonu Adapazarı’na gidiyor ve farklı bir gelişmeye şahit oluyordum.

İlk olarak ahşap bir sandık sipariş edilmişti. Rahmetli Ferruh amca işinin ehli muazzam bir ustaydı. Kılı kırk yarar ama en güzel işi çıkarırdı. Gösterişsiz denecek kadar sade ama bir o kadar da kullanışlı bir sandık yapmıştı. Cilalanmamış ama pırıl pırıl görünen çam rengindeydi.

Yolculukta en büyük işlevi olacak parça oydu. Çünkü bütün erzaklar ona istiflenecekti. Evet, erzaklar. Aman Allah’ım neler yoktu ki! Aklımda kalanları anneme saydım, hiç eksik yoktu. Kaç teneke olduğunu hatırlamıyorduk ama çokça kavurma yapılmıştı. Kavurma yapma işi Köfteci Mustafa’nın sahiplerinden Sabire yengenindi. Tenekelere doldurulmuş, lehimlenerek kapatılmıştı. Hac hazırlığı değil de benim gözümde kavimler göçü gibi şeydi.

Adapazarlı olunca patates ve soğanı alacağın adres bellidir, patates hali… Bu görev mahallenin ve muhitin kıdemlisi çiftçi olan rahmetli dedemindi. İnsan niye patates soğanı da yükler heybesine o zaman anlam verememiştim. Yurt dışı seyahatleri hatta uçak seyahatleri yaygın değildi. Bilgiye ulaşmak da hâkeza… Eldeki tek kaynak daha önce hacca gidenlerden gelen bilgilerdi. Onlar derler toplanır, kesesine ve aklına uyanı yapardı herkes.

Yola çıkacak hacılar için herkes bir şeyler yapma telaşına ve yarışına girerdi. Bunlardan biri de babamın ustası rahmetli Ahmet amca idi. Bursa’da yaşamasından mütevellit Gemlik’ten az tuzlu sele zeytin ve yola dayanıklı olsun diye mihalıç peynir getirmişti tenekelerle. Tarhana ve sucuğu da anneannem koyuvermişti sandığın bir köşesine. Sanki günler boyu sürecek bir piknik hazırlığı gibiydi. Küçük tüp, çaydanlık ve illa ki Rize çayı da sandıkta yerini alan demirbaşlardandı.

Kıyafetler kadın ve erkek için belirlenen bir modelde açık renk ve sol göğüslerinin üzerinde Türk bayrağı olacak şekilde hazırlanmıştı. Yola çıkacak hacı adayları elbet bir surre alayı değildi. Ama ona benzer heyecan ve duygular yaşadıklarına yolcularken şahit olmuştuk. Otobüsler belirlenen yerlerde hacı adaylarını beklerken ayrılığın hüznüyle gidilecek beldenin kutsallığının verdiği heyecan birbirine karışıyordu.

O yıllarda akıllı telefonlar hayatımızda olmadığı için haber alamayacağımızı hesaba kattığımızda hüznümüzü varın düşünün. Bir hafta sürecek yolculuk güzergâhı hacı adaylarını âdeta adım adım vazifelerine hazırlayacak şekilde planlanmıştı. Ankara Hacı Bayram Veli Camiine hangi vakit namazı denk gelmişti, bilinmez ama selamını alıp Resul-i Ekrem Efendimize götürmek üzere heybelerine koymuşlardı. Başka güzel bir selam da Urfa’dan Halil Rahman Camii’nden. Eller göğe açılıp niyazlar edilip Habur sınır kapısındaki kontrollerden sonra Bağdat yoluna revan olmuşlardı.

Bağdat deyince annem bir duruyor, sesi çıkmıyor bir an. “Ah! Nasıl güzeldi Bağdat, anlat desen anlatamam. Aklımda kalan iki katlı yolları sanki göğe çıkarmışçasına, cennet gibi bir yerdi.’’ Burada da ben yutkunuyorum ve Sezai Karakoç’un şu dizeleri geliyor aklıma…

“Her zerrede ölen benim

Ölen Bağdat benim

Ve diyor ki haberci

Yanan ay sönen gün benim

Çöken akşam gelen geceyim ben

Neden anlamadın bütün bunları sen

Ey Bağdat’ın altın anahtarını küle çeviren’’

Bağdat’ta alınacak ne çok selam vardır. İmam-ı Azam, Abdul Kadir Geylani… Bunların içinde heybeye çok ağır gelen selam değil de belki acı dolu bir nida olan Kerbelâ şehitleri vardır ziyaret sırasında. Peygamberimizin torunu, biriciği Hz. Hüseyin’inden de dedesine onurlu bir selamı taşımak ağır gelse de heybede yerini almıştır.

  • Ve çöl yolculuğu artık başlamıştır. Medine garajına kadar sürecek olan bu yolculukta sandıklardaki yiyeceklere hiç dokunulmaz. Çünkü kutsal topraklara gidilen tüm durak şehirler, hac yolcularına ikramda birbiriyle yarışır.

Yine annemin aklında dün yaşanmışçasına kalan bir an var: “Bağdat’tayız, sabah namazını kıldık, cami dışına çıktığımızda fırından yeni çıkmış sıcacık pideler ikram ettiler. Bir de selam yolladılar kutlu beldeye ve Efendimize (sav)…’’

Medine garajında yolcuların sağlık kontrolleri yapılıp, kalacak yerlere gitmeleri sağlanıyor. Apart tarzı konaklama yerlerinde kadın ve erkekler ayrı olacak şekilde beşer-altışar kişi odalara yerleştiriliyor. Her apartta bir mutfak var ve ortak kullanıma açık.

Şimdi o canım sandık ve erzakları yerleştirme vakti gelmiştir. Burada annem akıllıca davranıp bir iş bölümü yaparak malzemelerin kolayca yerleşmesini sağlamış. Kendinden yaşça büyük olan gruptakiler bundan hoşnut da olmuş.

Ah neler yapılmamış ki o hazırlanan erzaklardan... Tabiri caizse yedi düvele yetecek malzeme olduğundan otobüs şoförleri de nasiplenmiş. Babacığımın birkaç gün içerisinde sebze meyve halini, Türk ekmeği yapan fırını bulduğunu da yol arkadaşlarından Fatma hatırlıyor. Fatma’nın annesi Havva teyze ev eriştesi getirmiş. Hâl böyle olunca kavurmanın baş rolde olduğu yemekler geçidi başlamış.

Sabah kahvaltısında zeytin, peynir, yumurta, çay ve ekmek… Dünyanın neresine giderseniz gidin, bir Türk bundan vazgeçmeyecektir. Dün de böyle olmuştur, bugün de…

  • Annem genellikle günde iki öğün yediklerini söyledi. Sabah namazından sonra ve ikindi akşam arasında... O mübarek kavurma her yemeğin içine az da olsa konarak hem lezzet hem bereket katıyormuş: tarhana çorbasına, ev eriştesine… Bazen soğan kavurmasının içine girerken bazen de patates ile tadına doyulmaz bir öğüne dönüşüyormuş.

Günümüze geldiğimizde ne çok şey değişmiş demeden edemiyoruz. Ulaşım yollarından, kalınan otellere kadar… Âdeta bir köy gibi betimlenen Mekke ve Medine’den Zemzem Tower inşaa etmeye kadar varan bir süreç... Bunları derinlemesine inceleyip bir portre çıkarmak sosyologların işi. Belki yazdıklarımızla bir veri oluşturma noktasında katkımız olur. Ama benim gönlümdeki hac hep Ali Şeriati’nin anlattığı hâliyle devrimci bir yolculuk…

“Hac, ucu kaçmış bir yumak gibi varlığını açar. Bu kapalı daire, “devrimci niyet”le açılır, ufuk olur, yola koyulur. Dosdoğru bir seyir çizgisinde ebediyete hicret eder. Başka bir yöne, O’na doğru. Kendi evinden Allah’ın Evi’ne, halkın evince hicret!”