Güncel tıp ve geleneksel tıp ayırımı yapay bir tasnif

MERVE AKBAŞ
Abone Ol

Son yıllarda modern tıbbın geliştirdiği tedavi yöntemlerinin yanında kadim bilgilerin insan vücudu üstündeki etkileri de daha fazla araştırılmaya başladı. Geleneksel tıp olarak da adlandırılan bu yöntemler tamamlayıcı tedaviler olarak kullanılmakta. Fitoterapi, akapunktur, hacamat bu noktada ilk akla gelenler. Biorezonans ve akupunktur alanında çalışmalarıyla bilinen Dr. Esra Kırsever’le hem geleneksel tıp ve modern tıp arasındaki ilişkiyi hem de aslında kadim olan ama son dönemde yeniden gündemimize gelen bu farklı tedavi yöntemleri üzerine konuştuk.

Siz modern tıp eğitimi almış bir hekimsiniz. Bunun yanında “alternatif tıp” olarak adlandırabileceğimiz noktalara yoğunlaşıyorsunuz. Peki modern ve geleneksel tıp arasında neden bir kopukluk var?

Kökeninin Uygur Türklerine de dayandığı söylenen akupunkturda insan vücudunda organ sistemlerinden farklı olarak, bu organ sistemlerini hayatta tutan, hücrelere canlılığı veren bir çi akışından söz edilir.

Elbette bunun pek çok sebebi var. En baştaki sebep ise zaman zaman güncel tıbbın tıkanmışlığını, açmazlarını yaşıyor olmamız. Kendileri, yakınları ve hastalarındaki sağlık sorunlarına geleneksel tıp uygulamalarından beklenmedik şifalanma durumları ile karşılaşan meslektaşlarımız açısından güncel tıp ve geleneksel tıp arasında bir kopukluk olduğunu düşünmüyorum. Çünkü akabinde doktorlar bu alanla ilgili okumaya ve eğitim almaya başlıyorlar. Bu uygulamalar tıp fakültelerinde eğitimini almadığımız bir tıp sahasını oluşturuyor. Kopukluk gibi gözüken bir durum söz konusuysa bu, bilgi akışındaki yetersizlikten, doğru bilgilendirilmemiş olmamızdan kaynaklanıyor diye düşünüyorum. Konuya tıp bilimi ve salt bilgi yönünden baktığınızda güncel tıp ve geleneksel tıp ayırımının yapay bir tasnif olduğunu düşünüyorum. Güncel ya da geleneksel gibi zamanlamadan bağımsız olarak her ikisi de bir bilginin iki yönü. Burada Hz. Ali kv. Efendimizin “İlim tek bir noktaydı” sözünü zikretmeden geçemeyeceğim. Yıllardır üzerinde kafa yorduğum bu sahada, illa bir tasnife ihtiyaç duyuyorsak bu sınıflandırmanın “biyokimyasal-biyofiziksel tıp” veya “moleküler-titreşimsel tıp” şeklinde olması gerektiğine inanıyorum. Biraz açayım isterseniz. Bir tıp öğrencisi tıp fakültesinde, ilk iki yıl temel bilimler, üçüncü sınıftan itibaren klinik bilimler dersleri alır. Anatomi, histoloji, fizyoloji, biyokimya, farmakoloji gibi temel bilimler derslerinden geçtikten sonra, klinik bilimlerde hastalıkların teşhis ve tedavi yöntemlerini öğrenir. Hastalıkların tedavisinde kullanacağı iki ana yöntem vardır. Biz hastalarımızı ya ilaçlarla yani medikal yöntemle ya da cerrahi metodlarla tedavi etmeyi öğreniriz. Fizik tedavi, radyoterapi gibi fiziksel tedavi etkenlerinin kullanıldığı yöntemler ise daha dar bir spektrumdaki hastalıklara özgüdür.

Tıp eğitiminde olmayan bilgiye uzak duruyoruz

İnsan vücudunun biyolojik yapısının yanında titreşimsel beden katmanları da vardır. Bu alandaki kadim bilgileri özellikle Uzak Doğu ve Hint tıbbından öğreniyoruz.

Temel bilimlerde okutulan biyofizik dersleri neredeyse sadece ders geçmek için okuduğumuz derslerdir. Biyofizik için -biyokimyada olduğu gibi- biyofizik bilgisi zeminindeki tedavi tekniklerinin öğretildiği farmakoloji benzeri bir disiplin yoktur. Anatomi ve histoloji derslerinde insan vücudu makroskobik sistem ve organlardan hücreye, hücrenin organellerinden DNA ve genomuna kadar incelenir. Sonuçta üzerinde çalışılan alan ancak beş duyumuz ile algılanıp değerlendirilen maddi bedendir. Oysa günümüzde kuantum fiziği alanındaki gelişmeler bize evrenin başka bir yönünün olduğunu gösterdi. Madde donmuş bir enerjidir. Yani madde mananın yoğunlaşmış halidir. Evrenin milyarda birlik bir bölümünü oluşturur. Elbette bu bilimsel gerçekliğin tıp sahasında da tezahürleri vardır. İşte bu noktada titreşim tıbbından söz etmeye başlayabiliriz. Güncel tıp eğitimimiz bize insanı en ince moleküllerine, atomlarına kadar inceleme imkânı sağlasa da insanın titreşimsel boyutu ile ilgili bilgi vermez. Oysaki biyokimyasal mekanizmaların hızı insan organizması gibi bir sistemin bu denli mükemmel işleyişini izah etmekten uzaktır. İnsan bedeninin biofiziksel, biofoton salınımı yapan, meridyen sistemleri gibi katmanları hakkında bilgi sahibi olmak mecburiyetindeyiz.

Kadim bir bilgi olan akupunktur; evrenin ve insanın titreşim alanının anatomisini ve fizyolojisini tanımlayan bir bilimdir. Biorezonans da etki mekanizması insanın titreşimsel bedeni üzerinden olan günümüzün teknolojik gelişimlerinden yararlanılarak ortaya konmuş bir terapi yöntemidir. Özetle teşhis ve tedavide yeterli ve isabetli olmak, insanları sağlıklı kalabilmeleri yönünde doğru yönlendirebilmek için bu disiplinlerin hepsinden beslenmemiz gerekir. Kopukluk tıp eğitiminde olmayan bilgiye soğuk ve uzak durmaktan kaynaklanıyor olsa gerek.

Siz çalışma alanınızı nasıl genişlettiniz? Bu alanlarla nasıl tanıştınız?

Mesleğimin ilk on yılında klinik pratiğimde tıp bilgilerimizin yetersiz kaldığı, tıkandığımız pek çok vakayla karşılaştım. Hatta genç bir hekim olarak mesleki hayal kırıklıklarım oldu. 2004 senesinde anneciğimin sağlığının aniden kötüleşmesi ile ortaya çıkan bir hastalık bu kırılmanın son noktası oldu: “otoimmun hemolitik anemi.” Biliyorsunuz savunma hücrelerimiz hastalandırıcı mikroorganizma ve hastalıklı dokuya karşı vücudu savunmak üzere programlanmışlardır. Otoimmün hastalıklarda ise vücudun kendi hücrelerine saldırırlar. Bu saldırı hangi dokuda hangi hücreye karşı ortaya çıkarsa hastalık ona göre tanımlanır. Uveit, romatoid artit, sedef, Behçet, kolit… Anneciğimin savunma hücreleri alyuvarlarına saldırmaktaydı. Kan değerlerinde yaşamını tehdit eder derecede ani düşüşler oluyordu. Tedavide yapabileceğimiz tek şey vardı. İmmün sistemi baskılayıcı ilaçları kullanmak. Anneciğim bu tedavileri altı yıl düzenli bir biçimde kullandı. Altı yılın sonunda bu kez malign bir durumla karşı karşıya kaldık: “kemik iliği kanseri.” Biyopside kemik iliği malign karakterli hücreler tarafından yüzde 80 istila edilmişti. Kemoterapi ve radyoterapiden başka yapabileceğimiz bir şey yoktu. Beklenen yaşam süresi ise on aydı. O günlerde birkaç arkadaşımdan biorezonans yöntemini duyuyordum. Fayda gören hastalarla da karşılaşmıştım. Anneciğimle son bir yılımızı daha konforlu bir şekilde geçirebiliriz niyetiyle biorezonans yöntemini uygulamaya karar verdik. Sonuçlar beklediğimizin çok üstündeydi. İlk iki ayda hastalık remisyona girdi. Anneciğim hiçbir medikal tedaviye ihtiyaç duymadan on yıl yaşadı. Seyahat etmeyi, bisiklete binmeyi, dikiş dikmeyi severdi. Bunların hepsini de yaparak, yardımsız, yardımcısız on yıl yaşadı.

Bunun gibi titreşim tıbbı söz konusu olduğunda molekül yerine kullanılan rezonans fenomeni her türlü hastalığın tedavisinde kullanılabilir.

Bu sıra dışı iyileşme doktor arkadaşlarımın dikkatini çekmişti. “Benzeri zor vakaları birlikte tedavi edebilir miyiz?” şeklinde sorular gelmeye başladı. Genellikle doktor ve yakınları olan hastalarımızı tedavi etmeye başladık. Pek çoğunda iyileşmeler gördük. Üç yıllık bir çalışmanın sonucunda edindiğim tecrübe bana bu terapi yönteminin işe yaradığını öğretmişti. Şimdi sıra sistemin nasıl işlediği sorusunun cevabını aramaya gelmişti. O günden bu yana çalışmalarımı akupunktur ve biorezonans özelinde titreşim tıbbı, etki mekanizmaları, tedavideki etkinliği, bilimsel zemini ile ilgili alanlarda sürdürmekteyim.

Kökeni Uygur Türklerine dayanıyor

Peki biorezonans ve titreşim tıbbı nedir? Nasıl bir yöntem, neler vaat ediyor? Her hastalık için uygulanabilir mi?

Kadim bir bilgi olan akupunktur; evrenin ve insanın titreşim alanının anatomisini ve fizyolojisini tanımlayan bir bilimdir.

İnsan vücudunun biyolojik yapısının yanında titreşimsel beden katmanları da vardır. Bu alandaki kadim bilgileri özellikle Uzak Doğu ve Hint tıbbından öğreniyoruz. Kökeninin Uygur Türklerine de dayandığı söylenen akupunkturda insan vücudunda organ sistemlerinden farklı olarak, bu organ sistemlerini hayatta tutan, hücrelere canlılığı veren bir çi akışından söz edilir. Bu yaşam enerjisi diyebileceğimiz bir enerjidir. Vücutta kas, kemik, damar ve sinirlerin nasıl bir anatomik ve fizyolojik yapısı varsa enerjetik bedenin de bir anatomisi, fizyolojisi vardır. Çi, vücudumuzda meridyenlerde el ve ayaklardan parmak uçlarından giriş çıkış yaparak, birkaç katman hâlinde, özel yollar izleyerek, birbiri içinde ve organlarla ilişkili olan elektronik bir dolaşım sistemi gibi akar. Son yıllarda bu görüşü destekleyen pek çok çalışma bilimsel literatüre girmiştir. Biz hekimler genellikle cilt üzerindeki bazı noktalar üzerinden bu akışa müdahale ederek tedavi yaparız. Bu uygulamalar iğne, moksa, aroma gibi yöntemlerle yapılır.

Biorezonans bu kadim bilginin, teknoloji ve bilişim alanındaki gelişmelere paralel üretilen cihazlar yardımıyla uygulanan titreşimsel bir terapi yöntemidir. Tıbbi farmakoloji, ilaçların yapısını, insan üzerindeki etkilerini öğreten bilim dalıdır. Farmakoloji bize hastalıkları ilaç adını verdiğimiz kimyasal moleküllerle tedavi etmeyi öğretir. İlaçlarla migrenden hipertansiyona, enfeksiyon hastalıklarından onkolojiye kadar hastalıkları her yaştan her hasta için tedavide kullanmaktayız. Bunun gibi titreşim tıbbı söz konusu olduğunda molekül yerine kullanılan rezonans fenomeni her türlü hastalığın tedavisinde kullanılabilir. Burada belirli ve dar bir spektrumdan bahsetmemiz doğru olmaz.

Bu yöntem nasıl keşfedilmiş, kimler tarafından uygulanmış? Bugün modern tıp tarafından yararları kabul edilir bir yöntem mi?

Dr. Voll, cildin elektriksel rezistansını ölçerek yaptığı deneylerle akupunktur noktalarını keşfetmiş ve elektroakupunktur metodunu geliştirmiştir.

1940’larda Avrupa’da akupunkturun duyulmasıyla beraber bu sahadaki çalışmalar gündeme gelmiştir. Burada öne çıkan isimlerden biri olan Dr. Voll, cildin elektriksel rezistansını ölçerek yaptığı deneylerle akupunktur noktalarını keşfetmiş ve elektroakupunktur metodunu geliştirmiştir. Dr. Voll hastaların cildine temas ettirdiği bazı frekans yüklü homeopatik maddelerin akımları değiştirdiğini göstererek meridyenlerin keşfine yol açmış diğer yandan frekans yüklü sıvılarla terapi kavramını deneysel olarak ortaya koymuştur. Böylece homeopatinin etkinliğini de göstermiştir. Dr. Robert O. Becker vücudun farklı frekansları olduğunu sağlık durumunun bu yolla değerlendirileceğini, her hastalığın farklı frekansı olduğunu bazı kanser hücreleri ve virüslerin frekanslar ile tahrip edilebileceğini, Bruce Taino, Biyolojik Frekans Monitörü ile sağlıklı insanların gündüz frekansının 62-72 Mhz olduğunu tespit etmiştir. 1970’li yıllarda Dr. Franz Morell ve elektronik mühendisi Erich Rasche homeopati tecrübesi ve elektroakupunktur testlerini baz alarak biorezonans terapi yöntemini geliştirmişlerdir. 2000’li yılların başında, bundan on beş yıl önce, biorezonans tedavisi ile ilgili çalışmalarımı yazarak yayına dönüştürmek istediğimde literatürde ancak üç beş makaleye ulaşabiliyordum. Bugün ise yüzlerce yayından söz etmek mümkün. Günümüzde biorezonans yöntemi dünya çapında birçok uygulayıcı tarafından çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanılmaktadır.