“Gümüş mü, kurşun mu?”
Siyasi Bir Narcos okuması
Giriş: Hikâye anlatma sanatının uçlarında
Doksanlı yılların ardından klasik manada “gangster/mafya draması” janrının/temasının gerek sinema gerekse de televizyonda ciddi manada gözden düştüğünü ve dizi olarak The Sopranos, film olarak Road to Perdition (ki nispeten vasat bir yapımdı) ve The Departed ile bunlara benzer sayılı birkaç istisna kenara konulduğunda kendini tekrara düşen şekilci, özsüz ve kısır yapımlarla janrın kendi kendini tüketmeye başladığını görürüz.
Tam da herkes artık büyük, epik gangster dramalarının demode olduğunu ve sözünü tükettiğini düşünürken birisi(nin hikâyesi) “Ben bu oyunu bozarım” dedi: Don Pablo Emilio Escobar Gaviria.
Üç sezon yayınlanan ve Medellín ve Cali kartellerinin hikâyesini anlatan Narcos’un ilk iki sezonu gelmiş geçmiş en ünlü uyuşturucu baronlarından Kolombiyalı Pablo Escobar’ın ve yirmi yılı aşkın süre yönettiği Medellín Karteli’nin yükseliş ve düşüş hikâyesini anlatıyor ki bu tahlilde söz konusu iki sezona odaklanacağım.
Fakat Narcos’un janrını canlandırmasını sağlayan şey hayat ve “kariyer”i siyaset, spor, organize suç ve filantropizm gibi mesafeli alanlara yayılmış olan ve uçak bombalama, başkan adaylarına suikast düzenleme, sabıkalarına rağmen senatör olma, kırmızı bültenle aranırken Washington’da tatil yapıp Beyaz Saray’da oğluyla fotoğraf çektirme, soğukta ısınmak için milyonlarca dolar yakma, kendi adına bugün hâlâ ayakta olan bir mahalle (Barrio Pablo Escobar) yaptırma, memleketinde bir “folk aziz” olarak kabul edilme gibi uçuk ve marjinal icraatları olan “El Patrón” lakaplı bu “arıza” baronun hayatının enteresan ve sinematografik bir ham madde sunması değil.
Narcos’un bu bağlamda onu, son yıllarda çekilen (Public Enemies, Loving Pablo, Gotti gibi) ham biyografilerden ve (Live by Night gibi) kültleri tekrar ve taklit eden klişeliklerden ayıran vasfı, inşa ettiği orijinal dil ve üslupta saklı.
Narcos bir yandan dünyaca ünlü Kolombiyalı edebiyatçı Gabriel Garcia Marquez’in öncülük ettiği ve Latin edebiyatını uzun müddet tesiri altında tutmuş “büyülü gerçekçilik” akımına hem tahkiye dilinde (bilhassa ilk sezonunda) zımnen hem de yer yer aleni bir şekilde isim zikrederek yer vermekte; diğer yandansa tahkiye üslubuyla mesajı geri plana çekerek hikâye, suret ve akışı sahneye süren Kubrick ve (kısmen) Scorsese gibi tahkiye ustalarının söz gelimi Barry Lyndon veya Casino, Raging Bull vb. eserlerini yâd ettirmekte.
Özellikle Barry Lyndon’da kendini gösteren kronikçi ve menkıbevi dilin yoğun bir izdüşümü kendini göstermekte Narcos’ta. Bu orijinal tarz ile bilhassa birinci sezonda iktidarın sosyal, erkeksi/maskülen, siyasi vb. bağlamlardaki izdüşümlerine dair dikkatlerin bir potada buluşması Narcos’u hikâye anlatma sanatının uçlarına taşıyarak janrını “tecdid” ettiren özellikleri arasında.
Müstesna dil ve tarzı bir kenara konursa Narcos’un ilk iki sezonunu üçüncüsüne ve Narcos: Mexico’ya göre daha özel yapan ise ham maddesi olan Medellín Karteli’nin ve Escobar’ın hikâyesini belli başlı sosyal ve siyasi kavram ve olgular paralelinde, onları vuzuh ve vukufla anlamayı kolaylaştırıcı teşbih ve istiareler kurmaya oldukça elverişli olması. Bu istiareler evrenini kurcalamaya girişmeden önce tüm tespitlerimin gerçeğe değil, dizideki kurguya dayandığı şerhini de düşüverelim.
Meşruiyet ve haydutluk arasında merkez ve çevre
Neyin suç, bağy, yıkım veya terör ve neyin adaletin icrası ve kanunun teşrii olduğu belki de en tartışmalı ahlaki ve hukuki ikilemlerden birisidir. Alınacak neticenin kullanılacak vasıtayı aklayacağı yönündeki su-i kabul ile beraber doğal hukuk, doğal durum gibi problematiklerin de sahneye girmesiyle kimin halk düşmanı (public enemy) ve kimin halk kahramanı olduğu hususunda sular iyiden iyiye bulanmaktadır.
Bu ayrım bakanın gözüne ve bakış açısına göre değişir ve bir yandan da kul yapısı hukukun tutarsızlık ve teellüh eğilimine işaret ederken bir yandan da meşruiyet kavramı üzerinde düşünmek için güzel bir fırsat sunar.
Meşruiyet (arkaik manada) bir şerre nispetle doğruluğa dayanmaya, şerrin ise “tehdidini ikaa muktedir” (tehdidini icra edebilen) bir iktidar odağına bağımlı oluşu gerek günümüzde gerekse geçmişte meşruiyetin güçten, iktidardan neşet eden bir kavram olduğunu tasdik eder.
Çoğu zaman iktidarın gölgesinde gölgelenme konforunu tercih eden tarih zanaatı iyi ve kötü, meşru ve gayrimeşru kodlarını Nietzscheci bir özerklik ile belirlemektense muktedirin cari kodunu benimsemek durumunda kalır. Merkezin tanımı ile periferinin tanımı çatıştığındaysa ne olduğunun takdiri tarih okuruna kalan “halk kahramanları” ve “sosyal haydutlar” tarih sahnesine çıkagelir.
Sosyal haydut tabiri kanun dışı icraatları iyi neticelerinden dolayı mazur görülen ve bozuk bir düzende halka hizmet ve (özsüz, Hammurabi tarzı bir) adalet sağlamaya çalışan Robin Hood, Köroğlu vb. kişilikleri tarif eder.
Çoğunun sonu iyi bitmemekle beraber her dönemde ve coğrafyada böylelerinin (Hızır Reis, Sicilya’ya 1946’da bağımsızlık getiren Salvatore Giuliano ya da 19. yy Bourbon karşıtı “Briganti” hareketi gibi) siyasi bir güce ya da öneme ulaşma şansı oldukça az da olsa vardır.
İmparatorluk kavramı üzerine araştırmasıyla (İmparatorluklar/Imperien) tanınan siyaset bilimci Herfried Münkler’in de tartıştığı gibi güç merkezleri dâhilî ve haricî çeşitli siyasi dengeler ile meşgul olur ve onların seyrine kapılırken periferal aktör siyasi zamanın ritmine kapılmak yerine ona hâkim olma fırsatını gitgide arttırır, bu sebeple tarih boyunca çoğu büyük gücün (Çin hariç) periferiden doğması bir tesadüf değildir.
Benzer şekilde modern devletin “ideolojik” ve “zor” aygıtlarının ve vatandaşlık kültürü ile modern bürokrasinin kök salmadığı konvansiyonel imparatorluklarda/devletlerde merkezin gerek “tehdid” ve otoritesi gerekse hizmet ve nimetleri periferiye ulaşmakta zorlanır. Bu boşluk ise yeni güç odaklarının periferide sürgün vermesini sağlar, merkezin bağî ve şakileriyle periferinin yeni patrimonyal efendilerinin.
Kırılgan bir devlet ve bir 20. yüzyıl Tavaif-i Müluk’u
Tavaif-i müluk her tarihçinin az çok haberdar olduğu bir kavram. Özel anlamıyla Endülüs Emevileri’nin 1031’deki yıkılışından sonra geride kalan bölgelerin birbiriyle yarışan ve birbirini baltalayan emirler/periferal aktörler arasında paylaşıldığı, emirlerin güç kaybederek birbirlerine düşmesi ile başlayan ve Nasri Hanedanı’nın kısa ömürlü son Endülüs devleti olan Gırnata Emirliği’ni kurmasıyla sona eren yerel bir çekişmeler dönemidir.
Bu dönemde sırf güç hırsı için Hristiyan krallıklar emirlerle ve emirler de Hristiyan aktörlerle ittifak kurmaktan kaçınmamıştır. Kavram bağlamında yaklaşılırsa eğer, tavaif-i müluk verili (ve bölünmüş) bir coğrafyanın jenere edebileceği toplam siyasi iktidar ve sermayenin merkeziyet yokluğu sebebiyle pek çok oyuncu tarafından bölüşülmeye çalışıldığı amansız siyasi rekabet ortamını tanımlar. Bir taife, etrafındaki beyleri onlara tavizler/apanajlar vererek kendine bağlı tutar, hükümran olduğu toprağa hizmet/yatırım yaparak halkın bağlılığını temin edip meşruiyetinin temelini atar.
Tıpkı Endülüs emirleri gibi, Osman Gazi gibi, Selçuklu atabeyleri gibi, Orta Çağ Avrupa lordları gibi. Spesifik bir döneme işaret eden bu tabir bir model alınmak suretiyle benzer karakterdeki fetret dönemlerinin de tavaif-i müluk olarak adlandırılması mümkündür, benzer merkez-çevre ilişkisi şablonunun farklı coğrafya ve dönemlerde tekrar etmesi ise oldukça muhtemeldir.
Bunun bir örneği de dizimize siyasi-coğrafi uzamını veren Kolombiya. Ülkedeki en büyük ayrılıkçı paramiliter örgüt olan FARC’ın 2016’da silah bırakmasıyla bütün Latin Amerika’nın ünlü siyaset adamı Simón Bolívar’ın ta 19. yy.da başlattığı ve fakat türlü çeşit tehdit ve ayrılıkçı akımın etkisiyle bir türlü tam manasıyla tamamlanamayan Kolombiya’nın devletlik (statehood) sürecinde nihayet son düzlük de aşılabildi. Ancak dizimizin konu aldığı seksenli yıllarda
Kolombiya kırılgan devlet (fragile state) kavramının mücessem örneklerindendi ve iktidarsız merkezin periferisine diş geçirememesi sebebiyle tam anlamıyla bir “tavaif-i müluk” dönemi içindeydi. Güç ve “devlet” (kuşu) ayrılıkçı gruplar, Marxist ve sağcı paramiliter örgütler, Amerikan istihbarat kurumları ile uyuşturucu kartelleri gibi periferal aktörler arasında tedavül ederek nihai konağını aramaktaydı. Peki Don Pablo Emilio Escobar Gaviria’nın tepesi bu durak mıydı?
“Voy a liberar Colombia”: kale, kule ve kılıç
“Voy a liberar Colombia”... Kolombiya’yı özgürleştireceğim demek. Bu fazla iddialı cümlenin sahibi Pablo Escobar ile Narcos’un ilk bölümünde uyuşturucuyla hiçbir alakası olmayan, yoluna çıkanları “¿plata o plomo?” yani “Gümüş mü, kurşun mu?” teklifi ile sindiren küçük çaplı bir kaçakçı olarak tanışırız. Bu küçük çaplı kaçakçı kendine bir gün uyuşturucu ticareti teklifi geldiğinde “ilk/mevrus günah”ı işleyerek kisve değiştiren bir tragedya kahramanı gibi karanlık tarafa geçiş yapar. Bilerek verdiği küçük açıklarla emniyet güçlerini oyalarken Florida’ya yaptığı devasa sevkiyatlarla servetini ilanihaye katlar, Amerikan Narkotiği’nin esrar gibi konvansiyonel uyuşturuculara odaklanarak dönemin yeni aktörü olan kokaini önemsememesi ise durumun tuzu biberi olur.
Kurduğu trafik ağıyla ele geçirdiği muazzam iktidar/para akışı genç Escobar’ı kısa zamanda önemli bir mahallî güç odağı hâline getirir. Merkez(lerin) “oligark”larının ve “yönetimdeki adamların” erişemediği yahut tahfif ettiği periferinin temin ettiği güç boşluğundan yeni bir sosyal haydut doğar. Böylelikle rakip Cali Karteli ile FARC, Marxist M-19 Örgütü, sağcı Los Castaños gerillaları, DEA (Uyuşturucuyla Mücadele Örgütü), CIA, Los Pepes, Arama Grubu (Search Bloc) ve hükûmet arasında çekişilen işbu sosyal ve siyasi uzama yeni bir “taife”, yeni bir periferal güç odağı daha eklenir: El Cartel de Medellín. Sıra varlık ve meşruiyetini konsolide edip apanajlar ve ulufeler dağıtarak müttefikler ve sicario1lar (alpler?) toplamaktadır.
Acemi taife emirimiz “yirmi küsur yaşında sayamayacağı kadar çok para”yı bulunca hayallerini gerçekleştirmeye karar verir. Medellín halkı için evler, okullar ve futbol sahası, havuz gibi tesisler yaptırıp fakirlere yardım dağıtarak kısa zamanda memleketinde “Kolombiyalı Robin Hood” olarak tanınmaya başlar. Gerçekte de bir sömestr siyaset bilimi eğitimi alan fakat maddi sorunlardan dolayı üniversiteyi bırakan Escobar öteden beri siyasete oldukça meraklıdır ve erken yaşlardan beri başkan olma hayali kurmaktadır. Ülkesinin gidişatını beğenmeyen Escobar bir milletvekili adayının yedeği olup seçim kampanyası yürütmeye başlar.
Kampanyanın olumlu seyrini gören DEA Pablo Escobar’ın seçilmesine mâni olacak kanıtlar ararken Medellín Karteli’nin büyüyüşünden rahatsız olan bir başka kesim sahneye çıkar: M-19. Bu radikal komünist örgüt kartele karşı hamle etmek istese de Escobar M-19’u dize getirir ve örgüt başkanı Korkunç Ivan yakın bir zamanda hükûmeti aşağılama maksadıyla çaldıkları Simón Bolívar’ın kılıcını da yanına alarak Escobar’a teslim olur. Ivan kafasının uçurulmasını beklerken Pablo kılıcı Ivan’ın omzuna koyarak onu “şövalyesi” ilan eder bir nevi. Artık kartel ve M-19 beraberdir ve kartel ilk müttefiğini kazanmıştır. Emir kılıcını kuşanmış, ilk alpini/neferini devşirmiştir. Bolívar’ın kılıcı elindeyken dudaklarından şu sözler dökülür: “Voy a liberar Colombia”...
Bir yandan Pablo kampanyasında uç bir popülizmle “yönetimdeki adamlar”ı ve “oligarşi sistemi”ni hedefe alarak ateşli konuşmalar yaparken, DEA de Pablo’nun suç geçmişini kurcalamaktadır. Pablo sabıkalarıyla alakalı tüm polis, avukat, muhasebeci vb. kişileri yok eder ve meseleyi bir maşayla kökten çözmeye karar verir. M-19 militanları Bogotá Adalet Sarayı’nı basar ve sadece birkaç dosyayı yok etmek için bütün adalet sarayını ateşe verir...
Seçimlerde Pablo’nun adayı kazanır ve istifa ederek yerini Pablo Escobar’a bırakır. Ancak merkezin oligarşik dünyasında Pablo gibi bir “bedevi”ye yer yoktur. Parlamentoda Pablo Escobar’ı yok ettiğini düşündüğü sabıka fotoğrafıyla oldukça aşağılayıcı bir tavır karşılar, sabıkalı olduğu anlaşılan Pablo’nun milletvekilliği düşürülür. Bu an dizinin ve “taife”nin seyri için kritiktir.
Merkezde kendi cinsine yer olmadığını anlayan Pablo merkeze savaş açar, Medellín Karteli artık merkezin karşısındadır. Escobar ve çetesi yönetimdekileri cebirle yenmeye karar verir ve uyuşturucu karşıtı başkan adayı Carlos Galan’ı öldürtür, ardından yerini alan Cesar Gaviria ise çelik yelekle Medellín Karteli’nin hışmından kurtulur. Pablo bu kez yeni bir suikast planı yapar. Gaviria’nın bineceği bir uçağa bir bombacı yerleştirilir. Cesar Gaviria’nın son anda uçağa binmekten vazgeçmesi üzerine uçak içerisindeki yüzü aşkın siville havada infilak eder ve kimse sağ çıkamaz. Bu narkoterör eyleminin ve önceki suikastlerin süksesiyle Gaviria seçimleri kazanır.
Gaviria döneminde tüm ordu ve polisi karşısında bulan Escobar’ın karteldeki diğer yandaşları bir bir tasfiye edilirken sıranın kendine gelmesinden çekinen Escobar devlet erkanının akrabalarını kaçırmak suretiyle koz elde edip sözde teslim süreci için pazarlığa girişir. Başkan Gaviria hatırlı devlet erkanının baskı ve tehditlerine dayanamayarak Escobar’ın şartlarını kabul eder. Pablo Escobar Medellín sınırları dâhilinde olan, gardiyansız, iç işleyişine müdahale edilmeyen lüks bir “hapishane” inşa ettirecek ve mahkemece tayin edilen cezayı burada geçirecektir.
Polise teslim olan Escobar, kartelinin (suç) ortakları ve sicariolarıyla beraber La Catedral adını verdikleri televizyon, sinema, bilardo, jackpot makinesi ve hatta dansözleri olan bu sözde hapishaneye yerleşir. Pablo’nun kuzeni ve danışmanı Gustavo’ya dediği gibi: “Bir hapishane değil kuzen, bir kale, bir kale kuracak ve tüm düşmanlarımızdan korunacağız.” La Catedral gerçekten de bir hapishaneden ziyade Pablo’nun tüm tehditlerden devlet eliyle korunduğu bir kale işlevi görür.
İşlerini dışarıda kalan ortakları vasıtasıyla La Catedral’den kusursuzca idare eden Escobar bir yandan hem tüm polis ve subayları satın alması hem de Medellín mahallelerinde kurduğu kurye ve gözcüler ağı sayesinde Medellín’i bir tarassut ağıyla sarar. Katedral kalesinin bu metaforik uzantısı/kulesi bir nevi bir “panoptikon” işlevi görmekte ve Medellín Karteli’nin kendi arazisiyle sınırlı fakat mutlaklığa oynayan iktidarını sembolize etmektedir. Artık Don Pablo servetini (ve devletini) koruyan kale, kule ve kılıçtır.
Bu noktadan geriye bakıldığında en büyük hasmı olan “yönetimdeki adamlar”ın tüm egemenlik sembollerine tecavüz ederek hükûmeti maskara etmiş, oligarşinin devletlik (statehood) vasfının (arazi, halk, kanunu icra edebilme gibi) ana sütunlarını zedeleyerek iktidarlarının/devlet edişlerinin kırılganlığının altını fiilen çizmiş, benzer devletlik vasıflarını bünyesinde toplamış, devletin yapacağı okul, hastane, toplu konut, sosyal yardım gibi hizmetleri Medellín’de devlet yerine üstlenmiş, kalesi kulesi ve kılıcıyla servet akışını ve “halkını”/mülkünü koruyan, bombalamalarını iyice sıklaştırdığı son dönemleri hariç halk desteğini arkasına almış, tehdidini ikaa “plata o plomo” (“Gümüş mü, kurşun mu?” demek olup rüşvet alma yahut silahla vurulma ikilemine işaret eder) politikası sayesinde muktedir, bir tek adına sikke bastırmadığı eksik kalmış bir Kolombiyalı Robin Hood yahut bir sosyal haydut/emir/lord portresi tebellür eder. Ekmek ve tuz; şan ve ganimet mukabilinde alpler devşiren, kılıç kuşanan, kal’a kuran, tebaasının “havaic”ini temin eden bir emir...
“Hakkımızda devlet etmiş fermanı”: Machiavelli vs Escobar
El Patrón’un La Catedral’de kurduğu düzen taife sisteminin tabiatı gereği uzun bir süreyi meydan okunmaksızın geçiremez. Zirveye ulaşan her gücü bekleyen nihai erek bir düşüştür. Zaten tavaif-i müluk(lar) da iktidarın “kesik dans”ına ve el değiştirme süratine yetişilemeyen dönemlerdir. Escobar’ın “ceza”sını beğenmeyen DEA Escobar’ın hükûmetle anlaşmasını bozduğunu kanıtlamakta kararlıdır. Soruşturma sonucu Pablo’nun iki eski ortağının La Catedral’e gelip bir daha da geri çıkamadığı tespit edilir ve ordu La Catedral’i basar. Pablo Escobar ekibine karşı taarruz emri vererek kaçar. Bundan sonrası kalesi yıkılan ve ordusu dağılan beyimiz için sürekli bir firar ve saklanma dönemi olacaktır.
Hapisten kaçtıktan sonra sicariolarının çoğunu kaybettiği için laboratuarlarını Cali Karteli’ne ve ekibinden ayrılan Moncadalar’a kaptıran Don Pablo şedid bir geri dönüş tasarlar. Yeni sicariolar toplayıp taraf değiştiren laboratuarları bir bir basmaya, boyun eğmeyenlerden akışını kılıçla korumaya başlar. Bu gürültülü ve maço tavrın altındaki mesaj basittir: “A Pablo Escobar se le respeta!” Yani “Pablo Escobar’a saygı duyulacak.” Zira emir kılıcını yeniden kuşanmış, obasına, tebaasına ve hazinesine çöken hasım taifeleri temizlemeye başlamış, Reconquista’nın (İspanyollar’ın Endülüs’ü geri alma sürecine verilen genel ad) düğmesine basmıştır.
Bu şiddet dalgası üzerine hükûmet El Patrón’un rüşvet şebekesi ve gözcüler ağını yenebilmek için en güvenilir adamlarından oluşan bir ekip kurar: Arama Grubu. Öbür yandan ise El Patrón’a karşı olan her türlü oluşumun faaliyetine göz yumar. Pablo bir yandan gizlice taksi bagajlarında gezip Medellín mahallelerinde aça açığa para dağıtarak “Nerede kalmıştık?” mesajı verirken hasmı olan Cali Karteli Castaños gerillalarıyla işbirliği yaparak ağır silahlı bir infaz timi kurar: Los Pepes.
DEA ve Arama Grubu La Catedral’den çıkan dokümanlar ışığında Kartel’in önemli kimi sicariolarıyla Pablo’nun danışmanı Gustavo’yu öldürse de Medellín Emiri hâlâ yıkılmamıştır. Köşeye sıkışan Escobar merkezi yıldırmak için uçuk bir şiddet dalgası başlatır. Önce Gustavo’yu öldüren Arama Grubu komutanı Albay Carrillo’yu bizzat öldürür, ardından Medellín’deki tüm karakollara saldırılar düzenleyip başkent Bogotá’da2 seri bombalamalara başlar. Hem kamuoyundan hem de eski oligarklardan ciddi baskı alan hükûmet halkının ölümü pahasına da olsa sebat etmeye karar verir. Bardak taşmıştır. Medellín’in tüm sokakları ordu tarafından ablukaya alınır, Escobar’ın başına milyonlarca dolar ödül konulur.
Ancak Escobar kendi imaj ve meşruiyetini öyle sıkı kurmuştur ki Medellín Don Pablosu’nu vermemektedir. Kimse folk aziz olarak gördükleri ve minnettar oldukları bu adamı ihbar etmeye yanaşmamaktadır. Bunun üzerine kanun bir kenara konur, Cali’nin parası ve ABD istihbaratına dayanan Los Pepes önce Escobar’ın hükûmetteki temsilcilerini, basındaki destekçilerini ve en yakınlar hariç bütün sicariolarını faili malum suikastlerle katleder. Escobar’ın yurt dışına çıkartamadığı ailesi polis korumasına alınır. Kalesi ve kulesi yıkılan, kılıcı kırılan, alpleri ölen, ailesi hasım eline düşen, tüm bağlantıları yok olan Escobar şoförü Limón ile baş başa kalır.
Bu noktada akla Machiavelli’nin ünlü kavramları gelir: virtu ve necesita. Virtu Machiavellici liderin/“prens”in tüm pervasızlık ve celadetine rağmen sahip olduğu siyasi kudretin tamamına işaret ederken necesita “prens”i çevreleyen ve iradesini kısıtlayan haricî etkenlere işaret eder.
Machiavelli’ye sorarsanız eğer, bir prensin virtu’su ne kadar çok olursa olsun hiçbir zaman için necesita’yı yenecek kadar çok değildir. Machiavelli’nin bilgeliğini sınayan sayısız kişi gibi Medellín Emiri de yanılacaktır...
Sonuç: “Viva Colombia”
DEA ve Arama Grubu ailesine oldukça düşkün olup firar döneminde sık sık onları arayan El Patrón’un yerini telefon sinyalinden bulup adresine baskın yapar. Pablo ve Limón silaha sarılsalar da ikisi de kaçarken vurulurlar. Ardından cesedi teşhis etmek için gelen polis ve ajanlar Pablo’nun baş ucunda toplanır. Bir polisin peş peşe attığı histerik “Viva Colombia!” naraları eşliğinde kamera yavaşça cesedin baş ucundan ayrılarak “Serenata de Amor” (Aşk Serenadı) adlı ağır ve hüzünlü bir şarkı eşliğinde Medellín dağlarına yönelir.
Ünye’nin, Fatsa’nın, Bogotá’nın ve Washington’ın bir olup baş edemediği bir Hekimoğlu daha gelip geçmiştir bu dağlardan... “Voy a liberar Colombia” diyerek yola çıkmış, “Viva Colombia” denerek yolculuğu sonlandırılmıştır.
Genel manada düşünülünce Pablo Escobar’ın içinde uçak bombalama, adalet sarayı yakma, başkan adayı öldürme, firardayken ısınmak için para yakma gibi uçukluklar barındıran hikâyesinin belki de en şaşırtıcı yanı inanılamayacak kadar fahiş olması, ama buna rağmen gerçek olmasıdır.
Bu sebeple Pablo Escobar ve kartelinin basit bir çeteden defacto bir siyasi oluşuma tekamülünü anlatan bu büyülü gerçekçi dizi bilimin ve felsefenin katı ve köşeli gövdeleriyle dolduramadığı tahayyül/tasavvur/imajinasyon boşluğunu sanat ve hayal gücüyle doldurarak merkez-çevre ilişkisi, meşruiyet ve sosyal haydutluk meseleleri üzerine hadsiz ve sınırsız esneklikte bir spekülasyon ve tefelsüf alanı açmaktadır.
Diğer yandansa doğal hukuk tartışmalarının, beşerî hukukun, ahlaktan bağımsız meşruiyetin inanılmaz kofluğuyla mafya ile devlet, suç ile “liberacion” arasındaki çizginin sıratvari kıldan ince, kılıçtan keskinliğini gözler önüne sermektedir. Narcos, özellikle de istiare temelli anlatıyı benimseyen ilk iki sezonuyla sınırlanırsa benim için çoktan klasikler arasına girmiş ve eşi menendi kolay kolay gelmeyecek bir yapım. Biçimsel yeniliklerinin ve tahkiyevi mirasının detayına girmiyorum bile... Zira elimizde izdüşümleri belki de El Cid Destanı’na dek sürülebilecek eli kılıçlı bir “şampiyon”/“campeador”un hikâyesi var.
Dipnotlar
Kartel kültüründe örgütün kirli işlerini organize eden ve yürüten kıdemli fedailere verilen ad.
Pablo Escobar’ın Medellín ve ahalisine hiçbir zaman zarar vermeyip gerek Adalet Sarayı saldırısı gerek uçak bombalaması ve de diğer tüm narkoterör eylemlerini daima başkent Bogotá’ya yönlendirmesi merkez-çevre ilişkisi, meşruiyet ve sosyal haydutluk bağlamlarında oldukça manidardır.