Gülmek şakaya gelmez
Kahkaha koşullara teslim eder bedeni; özgürleştirmekten ziyade özgürlükten –bilinçten- feragat eder. Tebessüm ise dünyanın rengine aldanmaz, eğlenmek için değil tahammül etmek için güler.
- “Nasreddin Hoca medeniyetin çiçek açmasıdır.”
- Ahmet Hamdi Tanpınar
Bunca acının kol gezdiği bir çağda gülmekten bahsetmek, kekre bir yemişi tarif etmeye benziyor. Lezzetin yanına hemen acı bir tat karışıyor. Ruhun asaleti, etin kabalığı karşısında eziliyor. Tebessüm, kahkahanın karşısında titreyerek geri çekiliyor. Bir zamanlar etiğin alanına dâhil edilirdi gülmek; adına tebessüm denilirdi; şimdi eğlencenin avlusunda “lalapaşa eğlendiren” kahkahalarla histeri nöbetleri tutuyor. Tebessüm hatırlatır çünkü; gülerken yüzün hatlarının zarafet sınırlarının dışına çıkmasına, asaletinin bozulmasına izin vermez. Tebessüm hatırlatır, kahkaha ise unutturur. Yüzün bir nizamı olduğunu, etrafta acı çeken başkalarının olma ihtimalini… Kahkahanın olduğu yerde bir enaniyet, bir adaletsizlik perçemi de gölgeler yüzü. İnsan bir hemcinsinin, eşitinin ‘yanında’ tebessüm eder. Astı ya da üstünün ‘karşısında’, ezerken güç illüzyonundan, ezilirken çaresizlikten kahkaha atar.
Özellikle Bakhtin’in Rabelais ve Dünyası çalışmasından sonra Batılı kaynaklarda ve Türk aydınının kahir ekseriyetinde kahkahaya “hazla beslenen, otoriteyi sorgulayan bozguncu nitelik” atfedilerek ilerici, kimi zaman devrimci, en azından özgürleştirici bir rol biçildi. Oysa devrimlerin insanlık tarihinin en ciddi dönemlerine denk geldiğini, kendi çocuklarını yemesinin başkaca mümkün olmadığını söylemek de mümkün. Mizahın olmadığı yerde fikirler ideolojiye dönüşür. Kahkaha, otoriteyi sorgulamak ya da yıkmaktan ziyade onun meşruluğunu tahkim etmekten başkaca bir işe yaramaz. Muhatabını eleştirmez çünkü ezer, küçük düşürür, rencide eder. Bünyedeki arazları işaret etmez, bütün bünyeyi hastalıklı ilan eder. Tartışma zemini ortadan kalktığı için demokratik olduğu da şüphelidir. Kahkahanın muhatabı bu alçaltma girişimine, arazlarına daha da fazla sahip çıkarak tepki verir.
Vakur tebessüm, biçimsiz kahkaha
Rabelais’in Gargantua’sının gülmesi, bir karnaval gülüşüdür daha çok. Sınırlı bir mekân ve zamana yayılan; pazar günlerinin izinli gülüşüdür. Kilise ve devlet otoritesi karşısında kendi içine çekilemeyen, pazarlarda dolaşan ve tüketime katılan insanın özgürleşmesini temsil eder. Karnaval dönemlerindeki israf; değer yargıları, mahremiyet ve ilişkilerin alt üst olması hesaba katıldığında, Rabelaisçi gülmenin daha çok günümüz kapitalizmine temel olduğu düşünülebilir. Gargantua’nın oburluğu, bel altına doğru kabalaşması, iticiliği; işliklerdeki, okullardaki akıl dışı disiplinden kurtulmak için kendini tüketimin ve eğlence sektörünün kollarına atan günümüz sefahatçi insanın kaba bir prototipini verir bize.
- Aristo ve Platon’dan itibaren olumlanan vakur tebessümün, Rönesans’tan sonra miskin ve biçimsiz kahkaha ile yolları ayrılmıştır. O günden bugüne neredeyse evrensel kabul edilen Gargantua gülüşüne buradan baktığımızda çocuksu bir sorumsuzluğun işaretlerini bulabiliriz ancak. “Yaradılış sırrına hürmetin, fanilik şuurunun, ferde huzur ve ahenk verebilecek dünya görüşü güzelliğinin” eksikliğini hissederiz.
Nasreddin Hoca anti-depresan kullanır mıydı?
Kahkahayı, çağımızın psikiyatri mağduru kentlilerine bir mutluluk ilacı niyetine telkin eden modern tıp haberlerini okudukça hep şu soru geliyor insanın aklına: “Nasreddin Hoca acaba anti-depresan kullanır mıydı?” Eldeki veriler kullanması gerektiğini söylüyor kuşkusuz. Mesela kıt kanaat geçindiğini, evliliğinin öyle pek de mutlu olmadığını biliyoruz. Zengin değildir; olma ihtimali de, isteği de yoktur. Kızıyla, oğlu pek ortalarda görünmez.
Daracık kerpiç damlı evinde sorunsuz bir günü geçmemektedir. Tam başını yastığa koyacakken, karısıyla daracık eski yorganlarını değiştirme münakaşasını ederler bu defa. Maddi hayatında sevinçli olduğu, efkârsız geçirdiği günler sayılıdır. O günler geldiğinde de kendisini bulamaz zaten. Her şeyin iyi olacağına dair ufacık bir işaret de yoktur hayatında. Yıllardır bir helva bile yememiştir. Papağan kadar çenebaz olamayan mütefekkir hindinin ucuza gitmesini bir türlü anlamak istemez. En değerli eşyası olan kaftanı damdan sokağa düşünce şükreder. Çünkü içinde kendisi yoktur. Tutumludur ama cimri değildir. Eşyasını sakınmaz. Zaman zaman oburluğu da tutar; gece yarıları hanımından gizlice tatlıları “uçurur.” Eşeği çalınmasın yeter; başkaca esirgeyecek malı yoktur. Fıkıh ve tasavvuf meselelerine Sadreddin Konevi ile mektuplaşacak kadar hâkimdir. Yine de bundan bir tekebbür vesilesi çıkarmaz. Bilginin hafifletmediğini aksine ağırlaştırdığını bildiği için göğün katlarını uçarak geçtiğini iddia eden şeyhlerin hafifliğinden ve samimiyetinden şüphe eder.
Yukarıdaki soruya bir soru daha eklemek istiyorum: “Nasreddin Hoca acaba ‘Kahkaha Benden Yana’ diye bir kitap yazar mıydı?” Kierkegaard, aynı adlı kitabında, gençlik, iktidar, uzun ömür teklif eden tanrılardan farklı bir dilekte bulunur:
Dileğim şudur ki kahkaha benden yana olsun.
Her gece uyumadan önce, “Yarın hava iyi olursa tarlaya, kötü olursa oduna giderim.” dediğine göre çalışmanın iyileştirici gücüne inanır Hoca. Tasavvufi neşve, iyimserlik ve vakara sımsıkı sarılır. Ayrıca güldürebildiği halde asla gülünç duruma düşmez, kimsenin de düşmesine izin vermez. Onun şöyle bir dilekte bulunması daha akla yakındır: “Kahkaha benden uzak olsun.” Zekâsından emin olduğumuz bu iki kafanın zıt dilekleri –şayet Hoca dünyanın dengesini gözeterek böyle bir cevap vermediyse- coğrafya ve zaman farkından öte anlamlar ifade eder. Acı çekmenin mukadder, acı duymanın ise ihtiyarî olduğu bir dünyada Doğu ile Batı arasındaki farkı gözler önüne serer bu iki farklı dilek.
Nekregûluk
Kahkaha acıdan kaçışın, acıyla baş etme cesaretinin olmadığının göstergesidir. Acının öğreticiliğinden mahrum kalmak pahasına, kaçmak unutmak ister onu. Bunun için tanrılardan kahkaha isteyen Kierkegaard, Regine ile nişanı bozulunca başka bir kente taşınır. Kahkaha acıdan kaçarken; tebessüm hak edilmiş bir acının neticesinde talep edilir. Kahkaha hafiftir.
İçinde bir hikmet kırıntısı taşıyamayacak kadar biçimsiz ve sathidir. Eskilerin “nekregûluk” dediği latife ise bildiğimiz mizahtan çok farklıdır. İçinde “büyük bir incelik ve gizli bir felsefe barındırır.” Kahkaha koşullara teslim eder bedeni; özgürleştirmekten ziyade özgürlükten –bilinçten- feragat eder. Tebessüm ise dünyanın rengine aldanmaz, eğlenmek için değil tahammül etmek için güler. Anlamak, iletişim kurmak, bağışlamak için. Dünyaya “Ben buralıyım” diyen kişi kahkaha atar. Yalan da olsa buralıdır zira. Nasreddin Hoca gibi “Ben buraların yabancısıyım,” diyen kişi ise tebessümle yetinir sadece. Gülüşünü bir fener gibi kullanır: Benzerlerini bulmak için elbet.
Nasreddin Hoca’nın latifelerinin, ağır perdesini aralayın, altından pırıl pırıl gülümseyen bir Türkçe çıkacaktır. İnsan sadece anadilinde bu kadar güzel gülebilir.