Güle Dair Bir Neden Yok
İnsan ilişkilerinde tereddüt ve korku galip geliyor. Ruh dünyamıza kimi alacak, kimi dışarıda bırakacağız? İçimize buyur ettiklerimiz sınırlarımızı ihlal eder mi? Kendimizi başkalarının beğenisine göre mi düzenleyeceğiz?
Öteki korkusu. Beni yargılayan, bana rakip olan ve bazen ikisi birden olan ötekinden korku. Hem korkuyoruz ötekinden hem de yalnız kalamıyoruz. Kendi kendine kalma zorluğu. Günümüzün sorunlarından birisi de bu. Kendimizle baş başa kalamıyor, hemen bizi oyalayacak, dikkatimizi çekecek bir uyarana yönelmek istiyoruz. Cep telefonu, televizyon, abur cubur yaşantılar. Mesele sadece kendin olmak değil, kendin kalmak, kendinle kalmak. Hayatın önümüze serdiği sofralarda yetinmek yerine kıtlığa, sahip olmadığımıza, henüz yapmadığımıza odaklanıyoruz. Modern hayatın bir vasfı varsa o da dur durak bilmez bir meşguliyettir. Bir uyuşma hâli, içimizde büyüyen boşluktan bir kaçış teşebbüsü. İçimizdeki boşluğu, can sıkıntısını ve boş zaman dehşetini sürekli meşgul olarak korumak istiyoruz. Verimlilik anahtar kelime. İyi de, hayal kuramayan, aylaklık edemeyen, sürüden ayrı düşünemeyen, itiraz hakkını kullanamayan, dünyayı saran güzelliği göremeyen biri baştan aşağı verim olsa ne olur?
Kötü beslenme sadece gıdayla olmuyor. Zihnimizi çöple dolduran ve dikkatimizi derin/güzel olandan alıkoyan her çabuk mesaj, her e-posta veya gönderi de bizi kötü besliyor. Beynimize yedirdiğimiz şeylere dikkat. Malumat diyetine ihtiyacımız var. Gözü ve gönlü malayaniden sakınacağımız bir diyete. Yüce olan derindir ve güzel kendisini hemen ele vermez.
Byung Chul Han’ın ifadeleriyle: “Güzel saklıdır. Gizleme güzellik için aslidir. Şeffaflık güzellik ile anlaşamaz. Şeffaf güzellik bir oksimorondur, zıtların birleşimidir. Güzellik zorunlu olarak bir görünümdür. İçinde opaklık barındırır. Opak gölgeli demektir. Bu yüzden güzel, doğası gereği örtüsü açılamayandır. Örtüsüz ve gizemsiz çıplaklık olarak pornografi güzelin karşı figürüdür. Pornografinin ideal yeri vitrindir. Gizlemek, geciktirmek, oyalamak güzelin mekan-zamansal stratejileridir… Güzel, görünmekten tereddüt eder… Güzel, meselenin yanında, köşede vuku bulur. Örtme güzellik için aslidir. Örtüsünün açılamaması güzelin özündendir… Güzel nesne sadece örtüsünün altında kendisi olarak kalabilir. Örtülmekle, sonsuz derecede göze çarpmayan hale gelir.”
Güzelliğin uğruna alın teri dökmek gerekir. Onun için çalışıp çabalamalı, onu kazanmalıdır insan. Doğu’da hemencecik keşfedilen bir güzellik bayağı kabul edilir. Kişi örtüleri kendi zihinsel çabasıyla kaldırmalı ve sıradanın altında yatan sıra dışına, karmaşıklığın altında yatan basitliğe ulaşmayı bilmelidir. Güzel bir şey, ilk elde insana basit görünse de bize bir derinlik duygusu verir, insan onun mertebelerinden aşağı düşerken masum ve yabancıl bir baş dönmesi yaşar. Güzellik bizi sarar, kuşatır. Ama kimileyin de yavaşça ele verir kendisini. Güzellik, onun güven ve ifşasına değecek bir ritimde ona yaklaştığımızda, kendisini gösterir. Bizde güzellik varsa görürüz güzelliği. Güzellik güzelliği bilir. Güzel güzeli görür, güzeli gören güzelleşir. Güzellik, ruhun fiyakasıdır.
Baştaki şiire dönelim. Gül açar çünkü açar. Kendini gözetmez ve görülüp görülmediğini umursamaz. Bir kuş da tıpkı bunun gibi, bir şarkısı olduğu için şakır. Kimseye kendini beğendirmek için, övgüler almak için değil. Sadece bir şarkısı olduğu için. Güzellik bazen sadece kendiniz olmanın özgürlük ve berraklığındadır. Başka bir şeye ihtiyaç yoktur. Kâbe olağanüstü yalınlığında güzeldir. Dışarıdan müdahalelere boyun bükmeden, dışarının beklentilerine uymak için kendini değiştirmeden, kendiliğinden ve saf varoluş. Gül kendisi olmaktan razıdır, o zaten olduğu şeydir. Başka bir seviyede bu şiir, tabiatın özgürlüğüne bir ilahi gibi okunabilir. Bir yandan da gül serpilmektedir, yani büyümenin lütfu ile barışık bir hâldedir. Tabiat insan için işlev göstermez ve bu bizim hayatlarımızı yaşama biçimimizden çok farklıdır. Bazen açlığımızın aciliyeti bizi zaten bir ziyafette olduğumuz gerçeğine körleştiriyor. Hâlbuki bunu kabullenmek her şeyi değiştirebilir. Sürgünde değiliz, her zaman evdeyiz. Zihinlerimiz bizi ayıran duvarları görmeye meyyal olsa da gerçekte bu duvarlar örtülerden başka şeyler değil. Her an ve her durumda huzurdayız.
Âlem gördüğümüz kadar mı yoksa daha fazlası mı? Maneviyat, uzağın içindeki yakını, aza saklanmış çoğu, çokluk suretinde görünen birliği sezme çabasıdır. Çıplak gözle gördüğümüzle yetinmemek, daha fazlasını görme/bilme/duyma isteği. Kalbiyle gören, varlığa yakınlaşır. Maneviyat bir anlamda varlığa sinmiş olan güzellikle kurulan bir ilişki, bir tür yakınlık ayarıdır. Madem maneviyat gerçek bir mevcudiyetin içimizde uyanmasıdır, o hâlde kendimize, güzelliğe ve Allah’a yakınlaşmaktır. Ama varlığı zorlayamazsınız. Teslimiyet her türlü zorlamayı bırakmakla olur. Belki de ruhsal bütünlüğün sırrı bu kabullenişte yatar, teslim oluşta, yani zaten ilahi şefkatin kucağında olduğunuzu bilmekte. Belki de sır, şair John O’Donohue’nin söylediği gibi, “Allah’ı aramaya çıkmakta değil, Allah’ın sizi bulmasına izin vermektedir. Kimse kalbin sınırsız imkânları ona verilmeksizin dünyaya gönderilmedi.” Kalp takallüp eder. Kalp genişler, içine yedi cihanı sığdırır.
Pek çok insanın kalbin derinlik ve güzelliğini fark etmeksizin bir ömür geçirdiğini bilmek çok acı. Pek çoğumuz hayatı bir dayanıklılık sınavı veya sonsuza dek ağlayacağımız bazı yaralarımızı içinde sakladığımız bir yer olarak düşünüyoruz. Oysa kimi insanlar, ızdırap seli içinde kalmalarına rağmen, varlıklarının özünü bozulmamış olarak muhafaza ederler. Onlarda derin bir sükûnet ve nezaket hissederiz. Sanki yaşanan bela ve musibetler ebedî hazinelerin içsel kapısını aralamıştır. “Defineye malik viraneler var.” Bazen de, İbn Arabi’nin söylediği gibi “Onun kendi nurunda tezahürü o kadar yoğundur ki idrakimizi aşar geçer ve onun tezahürü bir perde olur.” Nuru onu görmeyi perdeler. İş kalbin çatlaklarından ve örtülerin bir anlık kalkışından sızan ebedî ışığı hissedebilmekte. İş sonsuzluğun sanatkârı olmakta, hiçlik uçurumunun kıyısında güzelliğin fısıltısını duyabilmekte. Yücelik derinliktedir.
Güzellik bize kendimizi dünyada evimizde hissettirir. Buradayız ve burada olmamızın bir amacı var. Öte yanda güzellikle hemhâl olmak ebediyet arzumuza cevap vererek, bu dünyanın ötesine de işaret eder. Güzeli fark etmek, kusurlarımızla yaşamaya razı olurken aşkın olanla yüce bir beraberliği de arzulamaktır. Güzelliği tecrübe etmek, güzellik nesnesinin hayatın bir parçası olduğunda, her şeyi daha güzel kılacağına dair bir umut telkin eder. Bir şeyi güzel bulmaya devam ediyorsak hayatın bize sundukları henüz bitmemiş demektir. Hakikat, güzellik ve iyiliğin ilahi varlığın çehreleri olduğu ve ilahi olanın, insan ruhunda bunlar yoluyla bilindiği öteden beri tartışılagelmiştir. Kur’an’da, “Allah’ın veçhinden başka her şey helak olucudur” buyurulmuştur. İnsana ötelerde bir yerde başka bir yurt olduğu bilinci hakikat, güzellik ve iyilikle ayan olur. Bu yönüyle güzellik ve iyilik, aynı hakikatin değişik görünümleri olarak da ele alınabilir.
“Tanrı’nın yakınlığı insanın yaralanabilirliğinin sırrıdır” diyor John O’Donohue, “kusurlu bir dünyada çocuksu yetişkinler olduğumuz için yaralanıyor değiliz. Yaralanıyoruz çünkü içimizde Tanrı’nın ihtimamından bir öz taşıyoruz. Dostlarımız ve ailemize duyduğumuz sevgi, dünya ve evrene duyduğumuz ilgi, başka insanların ızdırap ve ümitsizliğine karşı merhametimiz, sadece içimizdeki bencil olmayan genden değil, ruhumuzda saklı bulunan ve sevginin getirdiği nezaket, merhamet ve güzelliği her şeyin üzerinde tutan bir ilahi özden kaynaklanıyor. İhtimamın olduğu her yerde Tanrı mevcuttur.” “Kişi kendisini yaralanmaya maruz bırakmadan başkasını göremez… Yaralanma olmadan hakikat yoktur; doğruyu almak, yani algılama da yoktur. Aynının cehenneminde hakikat yoktur” diyor Byung Chul Han. “Cânıma bir merhaba sundu ezelden çeşm-i yâr / Öyle mest oldum ki gayrın merhabasın bilmedim” diyor Ahmet Paşa.
Aşka dair bir neden yok.