Nihayet Dergisi göç ve göçmenlik konusundaki kitapları sizler için derledi.
Hem gerçeklikte hemde mecazi anlamda göç, modernitenin temellerinin altını oyan ve onları sorgulamaya açan bir kavramdır. Küresel düzlemdeki insan göçlerimodernitenin çekirdeği olan kent mekânını dönüşüme uğrattığı gibi, ulus-devlet sınırlarını da muğlaklaştırmakta ve eski açıklama kalıplarını geçersizleştirmektedir. Göç kavramını yeniden düşünmeye iten denemelerden oluşan kitap, başlangıç için bir kavram haritası sunabilir.
İki yıl içinde üçüncü baskısını yapan Göç Sosyolojisi, göçün sosyolojik boyutlarına, ulusal ve uluslararası toplumsal etkilerine eğiliyor. Kitap, öncelikle göçe ilişkin kavram ve kuramları açıklıyor, göç hareketlerini yerelden küresele bir seyirle ele alıyor. Türkiye’de iç göç süreçleri, kentleşme ve hemşehrilik ilişkilerinin yanı sıra Türkiye’den yurtdışına göçler ve Türkiye’ye yurt dışından göçler inceleniyor. Küresel düzensiz göçler, göç politikaları, birlikte yaşama modelleri, diasporalar, geri dönüş göçleri, göçmen dayanışma ağları da kitapta ele alınan konular arasında… Göçün temel konularına giriş mahiyetinde kaynak niteliğinde olan bu kitapta 2011 yılından sonra Suriye’den Türkiye’ye yönelen kitlesel göçleri ve son yıllardaki düzensiz göç hareketlerini de bulabilirsiniz.
Çağımızın en önemli meselelerinden biri göçmenlik… Bu konu yaklaşık on yıldır sadece alanda çalışan akademisyen ve uzmanların değil, sıradan insanların da hayatlarında karşılık buldu. Uluslararası göç rakamlarına göre iç göçlerle birlikte günümüzde her yedi kişiden biri göçmen durumunda. Hâl böyle olunca hemen hepimiz mahallemizde bir göçmenle yaşıyor, biraz geriye gittiğimizde ailelerimizde bir göç hikâyesine rastlıyoruz. Göçmenlik üzerine son yıllarda yaşananları çok iyi anlatan bir kitap Zygmunt Bauman’ın Kapımızdaki Yabancılar’ı. Kitap, bitmek bilmeyen Afgan Savaşı ve yıllardır devam eden Suriye Savaşı’nın yoğun etkisiyle Avrupa’nın kapısına dayanan göçmenleri eleştirel bir perspektifle anlatıyor. Kamusal kaygı ve korkuların odak noktası olarak kullanıldığı televizyon haberleri, gazete başlıkları, politik konuşmalar ve internet tweetlerinin Avrupa’nın istila edileceği ve Avrupalının el üstünde tuttuğu yaşam şeklinin çökeceği mesajlarını nasıl pompaladığını fakat bunların yanında boğulmuş çocukların, aceleyle dikilen tellerin, aşırı kalabalık toplama kamplarının, ölümüne yapılan yolculukların nasıl her gün biraz daha azalarak haberlerde yer aldığını örnekler üzerinden çarpıcı bir dille anlatıyor.
Türkiye’nin Göç Tarihi, Anadolu topraklarının yüzlerce yılın ötesine uzanan son derece hareketli, zengin ve o ölçüde de çok yönlü, çok kültürlü sonuçlar yaratan göç tarihinin, dünden bugüne ulaşan hikâyesini konu ediniyor. Aslında çalışma, Anadolu coğrafyasının kısa sayılabilecek bir tarihsel dilimi üzerinde yoğunlaşmakta ve genel olarak Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan bu yana gerçekleşen göçlerin yaratmış olduğu toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel yapılanmalarını sonuçlarıyla birlikte ele almaktadır. Bir başka açıdan da bakıldığında bu önemli eser, bir anlamda çok kültürlü Anadolu’yu resmetmekte, bu geniş çerçeve içinde yüzlerce yıl sürekli değişen ama hiçbir zaman tek renkli olmayan zengin ve çarpıcı tabloyu anlamamızı sağlamaktadır.
İnsanlar, ezelden beri dünya üzerinde göç hâlindeler. İçinde bulunduğumuz küreselleşme çağında göçün hem boyutları olağanüstü arttı hem karmaşıklaştı. Açık, döner ve mühürlü kapılar var; herkes her yere göçemiyor... Çok farklı göç deneyimleri var. Göçmenler, umutları ve mağduriyetleri ile, bütün yerleşik düzenleri değişime zorluyorlar. Elinizdeki kitap, uluslararası göçü bütün boyutlarıyla tartışmaya açıyor: Teorik yaklaşımlar... Uluslararası ve ulusal politikalar... Emek göçü... Emekli göçü... Göçte kadınlar... Göçmenlerin uyum ve “entegrasyonuyla” ilgili tartışmalar... Göçmenlerin statü, vatandaşlık ve kimlik meseleleri... Zorunlu göç, yerinden etme, mültecilik... “Dönüş” deneyimleri; geriye göç... Göçmenlerin dayanışma ağları... Diasporalar... Düzensiz göç hareketleri...
Seyla Benhabib, Ötekilerin Hakları’nda konukseverlik kavramından yola çıkarak yerli yurtlu olmayı, yurtsuz kalmayı, vatandaşlığı, yabancı ya da göçmen olmayı tartışıyor. İmparatorluk sonrası dönemin keşiflerini, sınırlar içinde var olmaya mahkûm edilen insanları ve geleceğe dair yeni bir yaşam biçimi için bu var olan ulus-devlet çerçevelerinin ne kadar mümkün olduğunu ele alıyor. Bu çerçevede hiç değişiklik yapmadan, kendini esnetmeden potansiyel sorunlarla nasıl başa çıkılacağını, “doğduğun yer ve doyduğun yer” arasındaki gerilimi, farklı inanç topluluklarının yabancı sayıldıkları bir ülkede taşıdıkları kimliğin vatandaşlık kimliğiyle nasıl çarpışabildiğini, kimliklerin bu süreçte kendilerini de nasıl yeniden kurduğunu örneklerle tartışıyor.