Gerçek ve efsane arasında: Atçılık
At üzerine yazılan farklı kaynakları okuduğumuzda ya da farklı atçılar ile sohbet ettiğimizde kafamız biraz karışabilir. At hakkında temel bazı fiziki özellikler dışında, birbirinden bazen çok farklı ve zıt bilgiler edinmiş oluruz. Irk farklılığından dolayı bilgilerde bir çeşitliliğin olması anlaşılırdır. Büyük orandaki çeşitlilik ise daha ziyade değişik atçıların atla kurdukları ilişkiden kaynaklanır. Kültürler arası farklılıklar dışında bireysel farklı atçılıklardan da bahsetmek mümkündür. At, avlanan bir hayvan olmaktan çıkıp, binek hayvanı olmaya başladığından beri, insanla arasında belki başka hiçbir hayvanla kurulmamış bir ilişki de başlamış oldu. İnsan hızlandı, dünya küçüldü, hayaller büyüdü ve ovalar yetmez oldu.
Atı kanat, dünyayı yurt edinmek
Kaynakların çoğu atın insanla bu tür bir ilişkisinin ilk defa Türkler eliyle olduğunu belirtir. Bu süreç genel olarak atın evcilleşmesi olarak isimlendirilmiştir fakat “evcilleştirme” kelimesinin o zamanları ve o tür bir atçılığı açıklamakta yetersiz kalacağını düşünüyorum.
Bütün bu özelliklerini muhafaza edebilmesi için de belli bir oranda serbest kalması ve vahşiliğini muhafaza etmesi gerekirdi.
Bugün bu tarz yetiştiriciliğin bir örneğini hâlâ Moğolistan’da görmek mümkündür. Dünyada kişi başına en çok atın düştüğü ülke olan Moğolistan’da, geniş at sürülerine sahip ve düzenli olarak göçen küçük topluluklar hâlâ mevcuttur ve bu şekilde atlarını büyük oranda serbest bırakarak yaşamaktadırlar.
Bu açıdan yaklaşınca ve mevcut tarihî verilere ve efsanevi anlatılara bakınca, sanki insan at sürüsüne dâhil olmuş ya da ortak bir topluluk oluşturulmuş gibi de yorumlanabilir. Türklerin göçebeliğini atlarının çok olmasına bağlamak ne kadar yanlış olur bilmem. Göçebe olmak için illa atlara sahip olmak gerekmiyor, ama çok fazla atınız varsa mecburen onları besleyebilmek için göç etmeniz gerekebiliyor.
Binek olarak kullanmanın dışında, atın etinden, sütünden, kılından ve derisinden faydalanılmıştır. Sürü içinde takip edilen atlar, doğal ortamlarında öne çıkan özelliklerine göre ayrılmış, bazısı etlik, araba çekmek ya da yük taşımak, bazısı yarışmak ya da hızlı yolculuklar yapmak ve savaşmak için ayrılmıştır.
Savaş atı olması istenen at, sürüden ayrılır ve biniciyle daha yakın olacağı şekilde eğitilirdi. Öyle ki, bazı topluluklarda, insanlar bilinçli olarak başkasının atına kötü davranıp, atın sahibine daha da yakınlaşmasını sağlarlardı. Kötü davranmak, bir tür eğitim olarak kullanılırdı.
Sürü hayvanı olan at, bu şekilde binicisiyle ayrı bir sürü oluşturur, dostluk, yakınlık kurardı. At ve binicisi birbirini sahiplenmelidir ve yolda bırakmamalıdır. Bazı topluluklarda bu yüzden hatta savaşa giderken yeni doğum yapmış dişi atlar tercih edilirdi.
Bunun sebebi annelik duygusu gelişmiş atın, binicisini de yavrusunu korur gibi koruyacağı ve ne olursa olsun mümkün olduğunca bırakmayacağı düşüncesiydi. Yine savaşa gidecek at ve binicisi, savaş dışı zamanlarda düzenli olarak muhtelif oyunlarla eğitilirdi.
Kök börü, cirit ve atlı güreş bu tür eğitim oyunlarındandır. Atın savaşta seslerden ve kalabalıktan korkmaması, bunu bir oyun olarak algılaması sağlanmış olurdu. Atın tarımda kullanılması, tarla sürmesi bilebildiğimiz kadarıyla daha çok Batı toplumlarında yaygındı. Batının atları nispeten daha iri ve soğukkanlı, ağır hareket eden hayvanlardı. Doğu atları ise sıcakkanlı, hızlı ve daha esnek hayvanlardı. Bu esneklik hem göç etmekte hem savaşta büyük üstünlükler sağlamıştır.
Bir yoruma göre örneğin, İngiltere’ye dünyaya açılma düşüncesini sağlayan, İngilizlerin Doğulu atlarla tanışması olmuştur. Hızlı ve uzun yollar gidebilen atların İngiltere’ye girişiyle, İngilizler de artık uzak yerlerin hayalini kurabilmişlerdir. Bu atların İngiltere içinde toplumsal düzende de değişimlere sebep olduğu belirtilmiştir.
- Donna Landry’nin Türkçeye de çevrilen Asil Hayvanlar isimli kitabı, atın bir toplumdaki değişimini göstermesi açısından önemli bir eserdir. Atın insanlara sağladığı maddi imkânların ve atın özelliklerinin aynı zamanda toplumları şekillendirdiği, yukarıda kısaca bahsettiğimiz şekilde düşünce yapısını etkilediği de iddia edilmiştir. İlk başta bu durum çok makul görünmese de, -ki düşünce ya da medeniyet tarihlerinde at neredeyse hiç zikredilmez- İngiltere için verilen örnek dışında muhtelif olaylar ele alınınca gayet olası gelmektedir.
Benzer bir uygulamayı Ruslar Macaristan atına ve işgal ettiği muhtelif topraklarda da yapmaya çalışmıştır. Bizde doğrudan böyle bir uygulama olmamakla birlikte, Cumhuriyet’le beraber kültür ve düşünce değişimi gerçekleştirmeye çalışılırken, yerli atlar kaderine terk edilmiş, buna nazaran bir dayatma görünmeksizin İngiliz atları yetiştirilmeye ve kullanılmaya başlanmıştır.
Osmanlı son zamanlarını da kapsayan, Batılılaşma eğilimiyle beraber bu süreç bizim için aynı zamanda, dünyaya atı ve atçılığı tanıtan bir millet olmaktan çıkıp dünyadan at ve atçılık öğrenmeye başladığımız bir döneme tekabül eder.
“Dünya saadeti atların sırtındadır” (Hadis-i Şerif)
Atın fiziki ve toplumsal bu özellikleri dışında, yine ağırlıklı olarak Doğu toplumları ve özellikle Türkler için manevi yönleri de önemli bir yere sahiptir. Türkler hem İslam öncesi hem de İslam sonrası dönemde atlara büyük bir manevi değer biçmiştir.
İnanışa göre, Hz. Âdem’le beraber Aşkar adında bir at yaratılmış ve ölümsüzlük suyundan içmiştir. Hz. Hamza, Battal Gazi, Sarı Saltuk gibi birçok din büyüğünün, özellikle savaşçı, alperen olan şahsiyetlerin atı olmuştur.
Aşkar hep var olarak bu büyük insanların en önemli yoldaşı olmuştur. İslamiyet sonrası Türklerde, at üzerine söylenen efsaneler İslami yönlerden de desteklenmiş, bunlara İslamiyet’e uygun bir değer katılmıştır.
Peygamber Efendimizin de atlar hakkında övgüleri, Kur’an’da atlara dair yorumlanan ayetler, atın mevcut değerine değer katmıştır. Peygamber’in, atlarına isim vermesi, zaten ata isim verme geleneği olmasına ilaveten, bunu bir sünnet olarak da yerine getirmeyi ve buna ayrıca önem verilmesini sağlamıştır.
Doğrudan at olarak belirtilmemiş olmakla birlikte, Efendimizin Miraç hadisesi gerçekleşirken ona bineklik eden Burak’ın, gelenek ve anlatılar içinde at olduğu kabul edilmiştir. Hadislerde tariflerin buna uygunluğu bir yana, kültürel olarak böyle bir kutsiyeti hak edecek ve kaldırabilecek binek doğal olarak attır. Yine atın renginden (don), nişanelerinden, tüy kıvrımlarından anlamlar çıkartılmış, maddi ve manevi yorumlar yapılmıştır.
Belli izleri taşıyan atlar uğurlu, belli izlere sahip olanlar da uğursuz kabul edilmiş ve o atlardan uzak durulmuştur. Örneğin, Hz. Hüseyin Kerbela’da şehit edilirken, ismi Zü’l-Cenah olan atının sağ ön ayağında aklık (sekil) vardı ve bundan dolayı Türkler sağ ön ayağında aklık olan atları uğursuz bulmuş ve tercih etmemiştir.
Aşkar anlaşılacağı üzere Türklerin İslamiyet’i kabul etmesinden sonra çıkan efsanelerdendir. Aşkar’dan önce benzer özellikleri olan, fayrıca Burak’a da benzetilen efsanevi at Tulpar vardır. Tulpar, hem yeryüzünde hem gökyüzünde yaşayan, kanatlı bir attır. Yunan mitolojisinde Pegasus’un benzeridir.
- Pegasus’tan farklı olarak Tulpar’ın kanatları görünmezdir, Tulpar insanlarla daha yakın ilişki içerisindedir, şekil değiştirebilirdir ve Tanrı onu sadece kahramanların atı olsun diye yaratmıştır. Ayrıca ihtiyaç duyulduğunda, at kılı yakılarak çağrılan Tulpar savaşlarda insanlara yardım etme özelliğine de sahiptir.
İslamiyet öncesi Türklerde, ata verilen manevi değer ve kutsiyet anladığımız kadarıyla İslam sonrası dönemden çok farklı değildir. Dönemin dinî, manevi anlayışı ve kavramlarıyla, at yine yüce bir varlık ve insana, neredeyse insanla bütünleşen bir dost olarak görülmüştür.
Gündelik hayatın, kültürün oluşmasında neredeyse insan kadar etkili bir gücü olan at, Türklerin tam anlamıyla fikrinde ve zikrinde yer etmiştir. Bazı Türk topluluklarında insanların atlarıyla beraber gömülmesi, kuvvetle muhtemel öte dünyada da yine atın insana yoldaşlık edeceğine, insanın menziline yine atla ulaşacağına olan inançtan gelir.
Aklın gönle baskın gelmeye başlaması
Devletleşmeyle, ardından imparatorlukla beraber, bugünkü anlamda at bakımı profesyonelleşmiş ve bir açıdan at ırklarının oluşmasının da temelleri atılmıştır. At ırklarının tescili ve aslolarak ırklaştırma, Batı düşüncesindeki Faşist düşüncelerle neredeyse eş zamanlı gerçekleşmiştir. Buna rağmen dünyada ilk tescil edilen ırk, Avrupa’da değil Osmanlı’daki Karacabey atıdır.
Öncesinde, genel anlamda bir at algısı olduğunu, ırk diye bir ayrımdan ziyade özellikleri veya güzelliği hesaba katılarak at üretiminin olduğunu söyleyebiliriz. Doğal olarak aynı bölgede bulunan atlar benzer özelliklere sahip ve adı konmamış olsa da ayrı bir ırk olarak düşünülebilir fakat genel olarak katı bir şekilde ırk koruma düşüncesinden bahsedilemez.
Faşist düşüncelerle beraber, özellikle Avrupa’da ciddi ırk çalışmaları yapılmıştır. Her ülke kendi atını üretmiştir hatta Almanya gibi örneklerde, kendi içinde bölgeler dahi o bölgenin adını taşıyan at ırkları üretmeye çalışmıştır.
Devletler ve imparatorluklar at mevcudiyetiyle övünmüş, at neredeyse devletin resmî bir bileşeni, temsiliyeti açısından önemli bir unsuru olmuştur. Bu açıdan halk arasındaki atçılık ve devlet atçılığını ayırmak da gerekir.
Devlet atçılığı, atın tam olarak evcilleştiği şeklidir de demek yanlış olmayacaktır. Yine devlet atçılığı, halk atçılığına göre daha yoğun ve sistemli bir üretim biçimi olduğu için, atçılık açısından daha baskın bir özelliğe sahip ve tarihsel veri olarak değerlendirmesi de daha kolaydır.
Meseleye bizim açımızdan yaklaşıldığında, Cumhuriyet başına kadar aşağı yukarı topraklarımızda dokuz farklı Türk atı ırkı varken, Cumhuriyet sonrası bu ırkların çoğu kaybolmuş, birbirine karışmıştır.
Bazılarını tam olarak şeklen bilmiyor olmakla birlikte, yazılı belgelerden veya yakın akrabası sayılabilecek at ırklarından bilebiliyoruz. Bugün için ise Türklerde genel olarak at üzerine bir şey söyleme imkânımız yok.
Farklı Türk cumhuriyetlerinde hâlâ ciddi olarak gündelik hayatta atın etkisinden bahsedilebilirken, bizim ülkemizde de, kırsal kesimde at varlığını nispeten sürdürürken büyük şehirlerde kapalı ve dar alanlara hapsolmuş bir şekilde hayatını devam ettirmeye çalışmaktadır.
Bir tür atçılıktan ziyade, binicilik merkezleri olarak görebileceğimiz, spor kulübü gibi çalışan bu çiftlikler, genel olarak atı ve atçılığı geliştirmek yerine, Batılı bazı atlı sporları icra etmeye çalışan ve büyük oranda yabancı atlarla faaliyetini sürdüren merkezlerdir.
Bir atçılık faaliyet olarak anılsa da, burada yapılan türde sporlar için at yetiştirilmiyor olması, daha ziyade yurt dışından yetişmiş at getiriliyor olması, atçılık olarak adlandırılması için yeterli görülmemelidir.
Burada bu faaliyetlerin başını çeken spor engel atlamadır ve eleştirilerimiz daha ziyade buna yöneliktir. Sadece binicilik eğitimi için kullanılanlar daha ziyade ülkemizde, aslen yarış sektörü için üretilmiş fakat yarış hayatı bitince bu çiftliklere gelen İngiliz ya da Arap atlarından oluşmaktadır.
Bunlar çiftliklere kısa bir uyum eğitiminden sonra, eğitim atı olmaktadır. Yine maalesef bu atların çiftliklerde kazayla üreyen tayları dışında binek atı için özel bir üretim yok denecek kadar az. Kimse üç dört yıllık böyle bir sürecin masrafına ve zahmetine girmek istememektedir.
Yeniden kanatlanmanın hayali
Yeni yeni tekrar canlanan bazı atlı faaliyetler ata tekrar bir değer verme, ucundan da olsa atın hayatımıza girmesini sağlamaktadır. Atlı okçuluk, Endurance, cirit gibi şimdilik yine atlı spor kulüpleri üzerinden yürüyen bu faaliyetlerin yanı sıra, Rahvan at yetiştiriciliği ve yarışları, Anadolu’nun muhtelif bölgelerinde insanların hayatında daha yoğun bir şekilde atın varlığını hissettirmektedir. Rahvan at yetiştiriciliği bu anlamda halk ya da bireysel atçılığa gösterilebilecek az sayıdaki örneklerden biridir.
Ticari bir kaygı gütmeden, at sevgisinden ve bir geleneği yaşatmaktan başka bir amaç gütmemektedir. Tabii Rahvan atçılığının ve üretiminin de ciddi bazı sorunları vardır ama zamanla daha iyi hâle gelebilecek gibi durmaktadır. Buna karşın büyük şehirlerde yapıldığı hâliyle kulüp atçılığı, maalesef bütün süsüne rağmen çok sağlıklı bir atçılık gibi görünmemektedir. Kontrollerin az, temel amacının ticari olması, atçıdan ziyade binici yetiştirme amacı gütmesi, at adına çok da sağlıklı olmayan şartlar getiriyor.
Bunun dışında sıklıkla basında ya da sosyal medyada yer alan ve eleştirilen bir fayton atçılığı var mesela. İstanbul adalarda, maalesef gerçekten de iyi olmayan şartlarda yapılan faytonculuk, maalesef sadece günah keçisi görevini görmektedir. Ölmek üzere olan atlar genelde faytona gitmektedir.
Öncesinde ama kimsenin dikkat etmediği ya da önemsemediği bir süreç vardır ki, hipodromda başlayıp sonrasında muhtelif kulüpler üzerinden devam eder ve genelde at için sağlıksız süreçlerden oluşur.
Fayton belki de atın kendini en at gibi hissedebildiği, fakat oraya gelene kadar zaten canının çıktığı yerdir. Tabii bütün faytoncular ve bütün at kulüpleri için kötü diyemeyiz ama maalesef iyi olanlar azınlıktadır. Yine bütün bu süreçte atların durumunu kötüleştiren, amaca uygun atların yetiştirilmemesidir.
Yarış için üretildiği gibi, binek için daha sakin olması gereken, aynı şekilde araba çekmeye daha müsait olan atlar yetiştirilse bugün çok daha sağlıklı bir atçılığımız olurdu. Eleştiriler üzerine kaldırılmaya çalışılan faytonculuk, bir rahatsızlığın sadece görünür olmaktan çıkmasını sağlayacaktır. Kuvvetle muhtemel atların daha iyi şartlarda olmasını temin edemeyecek, atlar ya ölüme terk edilecek ya da kasaba gidecektir.
- Toplumsal olarak, tarih içinde atla madden ve manen çok önemli bir ilişki kurmuş bir milletin, atla bugünkü münasebeti tam anlamıyla büyük bir hüsrandır. Atın savaş alanlarında önemini kaybetmiş olması, tarımsal faaliyetlerde ve taşımacılıkta bugün bir anlam ifade etmemesi sebep olarak ortaya sürülse de, bunlar için alternatif teknolojileri üreten ve atçılığı bizlerden öğrenen devletlerin, bugün atçılıkta ulaştıkları nokta, bizim yakın gelecekte maalesef ulaşamayacağımız bir merhale olarak duruyor.
İngiltere, Fransa, Hollanda, Almanya vb. birçok ülkede hâlâ ciddi bir at üretimi ve devlet kontrolü vardır. Bu anlamda orada at hâlâ devletler için manevi değerini korumaktadır. Resmî törenlerinde bu ülkeler kendi atlarını kullanmaktadır. Aynı şekilde Türkmenistan, Kazakistan vb. bazı ülkelerde, Rusların bütün asimilasyon çalışmalarına rağmen, yine ciddi bir yerli atçılık faaliyeti var. Bizde maalesef resmî törenlerde Hollanda vb. ülke atları kullanılmaktadır.
Özü itibariyle bugün toplumsal düşünce yapımız ve dünya algımız maalesef atçılığa çok uygun düşmemektedir. Bunun değişimi ne kadar mümkündür bilemiyoruz ama devlet kontrolünde, millî ve manevi bir hizmet olarak yine devlet öncülüğünde bir hareket sağlanabilir. Bunun için atın tekrar kapalı çiftliklerden çıkması, lüks bir tüketim malzemesi olmaktan kurtarılması gerekir.
At bize hızlı olmayı, bir yerden çabuk ve nispeten rahat göçebilmeyi sağlamıştır. Maalesef at sayesinde edindiğimiz bu hızlı olmayı, yine ata karşı, ondan kopmak için de kullanmış olduk. Bir zamanlar gerçeğimiz olan at ve atçılık bugün maalesef hoş bir efsane olarak dilimizde durmaktadır.