Gariplerin kitabı’nın demlendiği yerde bir ihtida hikâyesi

ZEYNEP ÖZEL
Abone Ol

Kurtuba üzerinden Granada’ya girerken bir çocukluk hayalimi geç de olsa gerçekleştirebilmenin heyecanını yaşıyorum. Elhamra Sarayı’na nazır Granada İslam Araştırmaları Merkezi’nin Faslı ustaların eli değmiş eşiğinden geçip nefis Endülüs bahçesine giriyoruz. Bu bahçe Kudüs’teyken Kubbetu’s-Sahra’yı izlediğimiz anları hatırlatıyor; binlerce yılın izlerini taşıyan rüzgâr, palmiye ağaçları, göksel bir şehir… Merkezin yöneticilerinden Jadiya (Hatice) Martínez Hanım avluda bizi karşılıyor. Kırk yıl önce Abdulkadir es-Sufi vesilesiyle Müslüman olmuş bu zarif kadın İspanya’nın köklü ailelerinden birine mensup. Söyleşiye başlarken kendisini şöyle tanıtıyor: “Sevilla’da Katolik bir aileye doğdum. Gençlik yıllarımdan itibaren Katolikliği sorgulamaya ve reddetmeye başladım ve ateist oldum. Bir süre feminizmde ve sol kanatta militanlık yaptıktan sonra merhum Şeyh Abdülkadir es-Sufi’nin cemaatinden bazı Avrupalı Müslümanlar aracılığı ile İslam’ı keşfettim. 1980 yılının şubat ayında Müslüman oldum. Abdülkadir es-Sufi’nin yönlendirmesine uyarak kendimi dine davete adadım. İspanya’nın, Almanya’nın, İtalya’nın ve Güney Afrika’nın birçok şehrinde yaşadım, davama uygun bir şekilde topluluklar oluşturdum. Çeşitli dergilerde yazdım, söyleşiler ve konuşmalar yaptım. 5 çocuğum ve 8 torunum var.”

Gariplerin Kitabı, Tan Dallas.

Merkezin bulunduğu Granada Büyük Camii (Mezquita Mayor de Granada), İspanya’nın güneyindeki Granada şehrinde 500 yıllık bir aradan sonra, 2003 yılında açılmış; 1492’de burada inşa edilen ilk cami olma özelliğini de taşıyor. Cami bünyesinde faaliyet gösteren merkezde, İspanya’daki İslami mirasla ilgili çalışmalar, Arapça dersleri, sergiler ve kurslardan oluşan programlar düzenlenirken ihtiyaç sahiplerine de yardımlar yapılmakta.

İç avludaki portakal ağaçlarının arasından geçip özenle hazırlanan ikramlar eşliğinde merkezin toplantı salonuna geçiyoruz. Kitaplık başka birçok kaynağın yanında, Abdülkadir es-Sufi’nin külliyatıyla dolu. Gariplerin Kitabı’nın Ahmet Murat’la tanışmamda çok önemli bir yeri var (Bir gün yazar mıyım?). Yıllar sonra kızlarımızla geldiğimiz ve es-Sufi’nin yönlendirmesiyle açılan bu muhteşem yapıda, kitaplarının ve öğrencilerinin arasında üniversite yıllarımda başlayan bir döngünün tamamlandığını hissediyorum.

Merkezin yöneticileriyle samimi bir muhabbetin ardından Hatice Hanım’la söyleşiyoruz.

Bu topraklarda Endülüs ruhunu koruyarak çok önemli bir iş yapıyorsunuz. Müslümanlar İspanya’da ve daha özelde Granada’da rahat bir şekilde yaşayabiliyor mu?

Bir Müslüman olarak İspanya veya Granada’da yaşamak, azınlıkta olduğumuz bir toplumda, bizimkine uymayan bir yaşam tarzıyla çevrelenmiş olmamız dışında bir zorluk içermiyor. Bir Müslüman olarak bu topraklarda yaşamak bizim tercihimiz olduğu için, sıkıntılarla karşılaştığımızda da çok doğal bir şekilde başa çıkabiliyoruz.

Endülüs ruhuna gelince, Engizisyon Müslümanların izlerini ve şanlı bir zamanın şahitleri olan taşlar haricindeki pek çok kalıntıyı silme konusunda çok iyi iş çıkardı.

Zaman içerisinde camimize, mezarlığımıza, helal ürün satan dükkanlarımıza, restoranlarımıza ve bunun gibi daha birçok şeye sahip olmayı başardık. Azınlığız ama yine de bu toplumun bir parçasıyız. Vatandaş olarak tüm haklara sahibiz, soyadlarımız İspanyolca. Müslümanlara karşı bazı toplumsal hareketler gerçekleşse de bunlar temelde göçmenlere odaklanıyor; göçmenler ile arada kültürel bir uçurum var, dil engeli var, gelenlerin hepsinin sosyal davranışları iyi değil. Göçmenlerin birçoğu dışlanmış bir şekilde yaşıyor, toplum onları birer uzaylıymış gibi görüyor. Her ne kadar ülke nüfusunuzun çoğunluğu Müslümanlardan oluşsa ve göçmenlerin çoğu Müslüman kökenli olsa da Türkiye’de de bu sorunun yaşandığını gözlemliyorum.

Endülüs ruhuna gelince, Engizisyon Müslümanların izlerini ve şanlı bir zamanın şahitleri olan taşlar haricindeki pek çok kalıntıyı silme konusunda çok iyi iş çıkardı. İslam’ın Endülüs’teki varlığı artık geçmişle bir bağlantısı kalmamış yeni bir olgu. Buradaki varlığımızın 500 yıl önce sürgüne gönderilen insanların duaları sayesinde olup olmadığını yalnızca Allah bilir.

O duaların kabul olduğuna kendi adımıza bugün burada şahit olduk. İslam’ı tercih etme sebebinizden ve eski siz ile yeni siz arasındaki farktan söz edebilir misiniz?

60’lı ve 70’li yıllar, Batı’daki gençliğin çok büyük bir kesiminin, Batı inançlarını ve bu inançların kapsadığı yaşam biçimini reddettiği bir dönemdi. Mevcut düzene alternatif arayışı bazılarını uyuşturucuya, bazılarını Hindulara veya Asya düşüncesine sürükledi. Bu dönemde bazıları da İslam’a yöneldi.

Katolik bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiğimden, gençliğimin ilk yıllarında Katolikliğin sağlayamadığı manevi ve sosyal yanıtları aramaya başladım. 1980 yılının şubat ayında şehadet getirdim. Bu benim için yalnızca bir din değişikliği değildi; aynı zamanda üstlendiğim yeni bir yaşam biçimiydi, her anlamda dönüştürücü bir hamleydi.

Buradaki varlığımızın 500 yıl önce sürgüne gönderilen insanların duaları sayesinde olup olmadığını yalnızca Allah bilir.

Sanırım bende meydana gelen dönüşüm, kendiminkinden çok daha güzel bir örnekle gösterilebilir. Ailemin geri kalanı gibi din değiştirmeme karşı çıkan annem, ibadetlerini yerine getiren bir Müslüman olmamın üzerinden 10 yıl geçtikten sonra bana gelip yaptığımın ne olduğunu anlayamadığını fakat bunun bana iyi geldiğini ve beni daha iyi bir insan olarak değiştirdiğini itiraf etmek zorunda olduğunu, bunun kendisini de aynı şekilde değiştirip değiştiremeyeceğini merak ettiğini söyledi ve 70 yaşında şehadet getirdi.

Mübarek olsun! Müslüman bir anne olarak çocuklarınızı büyütürken ne gibi zorluklarla karşılaştınız ve bu sorunları çözmek için neler yaptınız?

Müslüman olduktan sonra, İslam’ı özel bir inanç gibi değil de sosyal bir şekilde yaşayabilmek için Granada’ya yerleştik ve burada bir topluluk kurmaya başladık. Ailelerimizden ayrı, bir nevi iş birliğine dayanan yeni bir sosyal ortam inşa ettik. Kendi okulumuzu kurmak için çeşitli girişimlerde bulunduk fakat bu okullar kaynak yetersizliği ve yetkililer sebebiyle ortaya çıkan zorluklar sonucu çok uzun süre devam etmedi. Çocuklarımızı devletin müfredatını takip eden resmi okullara yollamamız için üzerimizde baskı vardı. Bu sebeple evde eğitim bizim için hayati önem taşır hâle geldi. Çocuklar evde gördükleri ile şekillenir, gördükleri bir topluluk ile desteklenirse bu daha da belirginleşir.

Şeyh Abdülkadir es-Sufi bir ara Granada’ya taşındı ve orada birkaç yıl bizimle kaldı. Onun rehberliği çocuklarımızı nasıl doğuracağımızdan, nasıl emzireceğimize, ebeveynlerin evlerinde yapması gereken davranışlara kadar eğitim sürecine ilişkin tüm ayrıntıları kapsıyordu.

İspanyol Müslüman öğrencilerle Türkiye’de düzenlediğiniz kamplardan bahsedebilir misiniz?

Abdülkadir Es-Sufi.

Buna 1999 yılında Abdulkadir es-Sufi’nin tavsiyesi üzerine başladık. Bana onun ifadesi ile kızlara “İslam banyosu” yaptırmamı söyledi. Bununla kastettiği Müslüman kızları Türkiye’ye götürmem ve onları Müslüman halifeliğinin son mirasçısı olan Türk toplumuna, kültürüne, tarihine, camilerine ve vakıflarına dahil etmemdi. O tarihten bu yana, çeşitli sebeplerden gerçekleşemeyen birkaç yıl hariç, Avrupalı genç Müslüman kadınlardan oluşan gruplarla “Summer School in Turkey” (Türkiye’de Yaz Okulu) adını verdiğimiz bir etkinlik organize ediyoruz. Birçok ailenin başka türlü karşılayamayacağı bu kampları Türkiye’deki cömert insanlar, gruplar ve kurumlar sayesinde düzenleyebiliyoruz.

Bu program, Osmanlı ve Endülüs tarihi üzerine dersleri, önemli tarihi mekanların ziyaretlerini ve en önemlisi Türk kadınları, aileleri ve kurumları ile etkileşimi içeriyor. İslam’ın uygulandığı ve toplumun tutum ve davranışlarına yansıdığı canlı ve modern bir topluma tanık olmak onlar için hayatlarını değiştiren bir deneyim oluyor.

Siz eğitim için Batılı gençleri Türkiye’ye getirmeyi tercih ederken Türkiye ve Doğu’daki gençler de Batı’ya gitmeye çalışıyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?

Bence bu çok ilginç bir soru. Batılı gençler kendilerini Batı’nın yaşam tarzından kurtarmanın, İslam ile hayatlarına cevap ve çözümler bulmanın bir yolunu ararken, Doğulu gençlerin çoğunun Batı’ya hayranlıkla baktığı ve inançlarını terk ettiği doğru.

El Hamra Sarayı.

Bir açıdan yeni nesillerin kendi yollarını bulmaya çalışması doğal. Bir diğer açıdan “özgür” dünyanın cezbediciliği ve büyüsü çok güçlü. Demek istediğim aslında şu; Batı artık dünyayı silahla değil ideolojisi ile sömürgeleştirmiş durumda ve herkes bu ideolojiyi büyük bir hevesle takip ediyor. Bu, hayatın toplumdaki başarı, para, mal varlığı gibi zahir yönlerini öne çıkaran; tevhid, insanın mahrem doğası ve onun Yaratıcı’yla ve yaratılanla bağlantısını anlayacağı bilgiden yoksun bir ideoloji. Hollywood ve medya tarafından çok başarılı bir şekilde pazarlanan bu ideoloji, sonuçları hesaba katmadan yalnızca kendimiz için tasarladığımız bir hayatı yaşamakta özgür olduğumuzu iddia ederek egoların en aşağı arzularını pekiştiriyor, burada kastettiğim bu dünyadaki sonuçlar, bir sonrakini beklemeye gerek bile yok.

Batı’nın sunduğu şey belki de Instagram tarafından açıkça gösteriliyor, kısa aralıklarla sunuluyor, fotoğraflar insanların geçirdiği harika zamanları göstermek için yayınlanıyor, yüzler filtrelerle maskeleniyor ve “ayın diğer tarafı” asla gösterilmiyor.

Her şeyin karanlık yüzü hakkında konuşmaya devam etmek istemiyorum fakat kolaylıkla ulaşılabilen verilerde de görüldüğü üzere Batı’da ruhsal sorunların bir numara olduğunu, gençler arasında intihar oranlarının, yalnızlığın ve hayatı anlamsız bulmanın çok arttığını ve hayatlarının yasal olan ya da olmayan uyuşturucularla uyuşturulmuş olduğunu unutmamak gerekiyor: egemenliğin ayakta kalabilmesi için göstermelik bir eğlence.

Doğulu ve Batılı Müslümanlar olarak ortak bir noktada buluşabilmeyi, hepimizin iyiliği için tecrübelerimizi birbirimizle paylaşabilmeyi umuyorum.