Filistin için ya boykot ya hezimet

FEYZA BETÜL AYDIN
Abone Ol

1994 yılına kadar apartheid bir sistemle yönetilen Güney Afrika özgürlüğüne kavuştuğu andan itibaren yine apartheid bir yönetim olan İsrail’e karşı Filistin dayanışmasına büyük destek verdi. BDS ise Güney Afrika’da apartheid sistemin yıkılmasında büyük payı olan boykot tecrübesini Filistin’in özgürleşmesi için kullanmaya çalışan bir oluşum olarak ortaya çıktı. Boykotun Filistin’e neler sağlayabileceğini daha iyi anlayabilmek için BDS hareketinin kurucularından Omar Barghouti’yle 2013 yılında Tribune dergisinde “Filistin için ya BDS ya hezimet1” başlığıyla yayınlanmış bir söyleşinin çevirisine yer veriyoruz.

Nelson Mandela 1990 yılında Güney Afrika’daki hapishaneden özgür bir adam olarak çıktığında, Filistin intifadanın ortasındaydı. İntifada üç yıl önce, yeni Filistin devletinin uluslararası sınırlarını belirlemiş olması gereken Altı Gün Savaşı’nın sona ermesinin yirminci yıldönümünde başlamıştı. Yirmi yıl sonra Filistinliler, İsrail devletinin bu anlaşmaya saygı göstermeye niyeti olmadığını görebiliyordu –şiddet ve mülksüzleştirme dalgalarının yanı sıra yerleşimler Filistin topraklarında devam ediyordu.

Nelson Mandela.

Mandela birkaç yıl sonra başkan olacak ve Filistin davasını siyahi Güney Afrikalıların mücadelesiyle derinden bağlı gördüğünü açıkça beyan edecekti; “Bizim özgürlüğümüz,” diyordu, “Filistinlilerin özgürlüğü olmadan tamamlanamaz.” Göreve gelmesinden kısa bir süre önce Filistin halkı için işler biraz daha olumlu bir yönde ilerliyor gibi görünüyordu. Kendi kaderlerini tayin hakkını yerine getirmeyi vaat eden Oslo Barış Anlaşmaları 1993 ve 1995 yıllarında imzalandı. Uluslararası medya yeni bir barış döneminin başladığını müjdeledi.

Mandela birkaç yıl sonra başkan olacak ve Filistin davasını siyahi Güney Afrikalıların mücadelesiyle derinden bağlı gördüğünü açıkça beyan edecekti.

Ancak bu anlaşmaları “Filistin Versailles’ı” olarak adlandıran yazar Edward Sid gibi ilk eleştirenler, trajik bir şekilde ileri görüşlü olduklarını kanıtlayacaklardı. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), kadim Filistin topraklarının yüzde 78’i üzerindeki hak iddiasından vazgeçerek geri kalan yüzde 22’lik kısımda bir devlet kazanılabileceklerine inanıyordu. Ama yanıldılar. Yerleşimler devam etti, şiddet, mülksüzleştirme ve ayrımcılık da. Çok geçmeden Oslo Anlaşmaları çökecek ve 2005 yılına kadar Filistin topraklarında devam eden İkinci İntifada direnişine dönüşecekti.

Bu başarısızlığın yıkıntıları arasından mücadelenin başka bir kısmı ortaya çıktı. Filistin genelinde sivil toplum örgütleri bir araya gelerek on yıllar önce Güney Afrika apartheid rejimi için olduğu gibi İsrail’in izole edilmesi için uluslararası bir kampanya başlatılması çağrısında bulundu. Hareketin taktikleri Boykot, Tecrit ve Yaptırımlar (BDS) adıyla özetlendi. Hareketin talepleri açıktı: tüm Filistin topraklarının işgaline ve sömürgeleştirilmesine son verilmesi ve apartheid duvarının yıkılması, İsrail’deki Filistinlilerin tam eşitlik haklarının tanınması ve vatanlarından sürgün edilen Filistinli mültecilerin geri dönme hakkının desteklenmesi.

O zamandan bu yana geçen yaklaşık yirmi yılda BDS, küresel Filistin dayanışma hareketinin önde gelen stratejisi hâline geldi. Veolia ve G4S’den Woolworths, Puma ve Hewlett Packard’a kadar bir dizi çok uluslu şirketinin yanında yatırım fonlarını, kültürel etkinlikleri ve spor müsabakalarını hedef aldı ve birçok önemli zafere ulaştı. BDS’in varlığı, ABD’de benzer çabalarla başarıya ulaştıktan sonra kısa bir süre önce İngiliz hükümetinin “Boykot Karşıtı Yasa Tasarısı” için destek vermesini sağlayan İsrail lobisinin de tepkisine yol açtı.

Filistin’de durum kötüye giderken Tribune editörü Ronan Burtenshaw, BDS kampanyasının kurucularından Omar Barghouti ile bir araya gelerek hareketin geleceği, kriminalize edilmesi için verilen savaşı ve mücadelelerin nasıl olup da yeni şafaklardan hemen önce karanlık günler gördüğünü konuştu.

İsrail’de Benjamin Netanyahu liderliğindeki aşırı sağcı hükûmet, apartheid söz konusu olduğunda sessizliğini giderek daha fazla koruyor. İşgali kalıcı hâle getirme, daha önce üzerinde anlaşmaya varılan uluslararası sınırları silme, Doğu Kudüs’ü etnik olarak temizleme ve Kudüs’ü İsrail devletinin tek başkenti yapma arzusundan bahsediyor. Filistin sivil toplumunun ve BDS hareketinin bu gelişmeye tepkisi nedir?

Bu hükûmet gerçekten de İsrail tarihindeki en aşırı sağcı ve aynı zamanda İsrail tarihindeki en köktenci ve cinsiyetçi hükûmet. Dolayısıyla, daha önce tereddütle söylenenler artık açıkça ifade ediliyor. İsrailin çirkin baskı rejimini liberalizm ve demokrasi görünümüyle örten maskesi düştü. Apartheid ile demokrasiye sahip olamazsınız: yerleşimciler ve İsrailliler için demokrasi, Filistinliler içinse apartheid ve yerleşimci sömürgeciliği.

Bu hükûmet Filistinlilerin hakları için verilen mücadelede yeni bir aşamayı temsil etmiyor. Çünkü yetmiş beş yıllık baskının derece farkıyla bir devamıdır. İster sözde sol ister sözde sağ olsunlar, önceki hükûmetler de -yasadışı yerleşimlerin inşasından Gazze’nin kuşatılmasına kadar– aynı eylemleri gerçekleştirdiler. Bunlar İsrail siyasetinde göreceli terimlerdir. İsrail’deki sol, Avrupa’daki aşırı sağın liberal görünmesine neden oluyor. Ancak mevcut hükümet planları konusunda hiç utanmadan açık davranıyor.

İsrail toplumu için mevcut hükûmet sadece derece açısından değil, tür açısından da farklı. Daha önce yerleşimci demokrasisinin [ve] yerleşimciler için hukukun üstünlüğünün altını oymaya [ya da] kadın hakları ya da sendikal haklar konusunda bu kadar sert bir tutum sergilemeye hazır bir hükûmetleri olmamıştı. Bu hükümet Filistinlilerin ötesinde İsrail toplumunda da radikal değişiklikler planlıyor. Bu korkunç bir meydan okuma ama aynı zamanda bu baskı rejimini apartheid Güney Afrika’da olduğu gibi daha da izole etmek için eşi benzeri görülmemiş bir fırsat.

Kısa bir süre önce İşçi Partili bir milletvekili olan Kim Johnson, İsrail ve Filistin’de yaşananları tanımlamak için “apartheid” terimini kullandı. İşçi Partisi yönetimi tarafından özür dilemek zorunda bırakıldı. Bu bağlamda apartheid ile neyi kastettiğimizi ortaya koymanın önemli olduğunu düşünüyorum. Siz bunu nasıl tanımlarsınız?

Bugün insan hakları camiasında İsrail’in bir apartheid devleti olduğu konusunda neredeyse bir fikir birliği var. Bunu sadece BDS hareketi değil, BM uzmanları ve Af Örgütü, İnsan Hakları İzleme Örgütü ve B’Tselem gibi insan hakları örgütleri de söylüyor. Dolayısıyla muhalefet partilerinin bazı liderlerinin bu tanımlamayı ağza alınmayacak bir şey olarak görmesi gerçekten gülünç. Bu saf ve basit bir McCarthyciliktir. İfade özgürlüğünün bastırılmasıdır. İsrail apartheiddan dolayı suçludur ve bu şekilde muamele görmelidir. Af Örgütü’nün de dediği gibi, İsrail Filistinlilere aşağı bir ırk grubu olarak muamele ediyor ve bu yetmiş beş yıldır devam eden bir gerçek.

Peki bu Güney Afrika’daki apartheid ile aynı mı? Elbette değil. Hiçbir baskı sistemi birbirinin aynısı değildir. İngiliz sömürgeciliği Fransız sömürgeciliğine eşdeğer miydi? Hayır, birbirinden farklıydı ama ikisi de sömürgecilikti. Farklılıklarına rağmen aynı ailendendirler. İsrail apartheidı Güney Afrika versiyonundan daha sofistike. Ancak Başpiskopos Desmond Tutu’nun bir zamanlar söylediği gibi, bu daha kötü bir apartheid rejim. “Güney Afrika’da Bantustanlarımızı bombalayan F16’larımız yoktu.” demişti.

Peki, uluslararası tepki nedir? Eğer bu bir apartheid sistemse o zaman hedefe yönelik yasal yaptırımlarla, spor boykotlarıyla, akademik ve kültürel boykotlarla ve ekonomik ve mali boykotlarla karşılık verilmelidir. İsrail, Güney Afrika gibi uluslararası forumlardan kovulmalıdır. İnsanlığa karşı apartheid suçu işleyen devletlere böyle karşılık verilir.

İngiltere’de hükûmet tam da bu faaliyetleri engellemek için Boykot Karşıtı Yasa Tasarısı’nı görüşüyor. Sizce bu yasaya karşı verilecek tepki nasıl olmalı? İşgale karşı Filistinlilerin yanında durma hakkımızı nasıl savunmalıyız?

Bu sadece Filistinlilerin hakların yönelik bir saldırı ya da BDS karşıtı bir mevzuat değildir. İngiliz hükûmetinin yapmaya çalıştığı şey, özellikle yerel yönetimlerin demokratik haklarını gasp etmektir. Yerel yönetimlerin, merkezi hükûmet kabul etmediği takdirde, örneğin emeklilik fonlarını nereye yatıracaklarına ya da elden çıkaracaklarına karar veremeyeceklerini söylüyorlar. Merkezi hükûmetin bununla ne ilgisi var? Bu demokratik hakkın gasp edilmesi sadece bir başlangıç.

Eğer İngiliz hükûmeti bu boykot karşıtı yasayı geçirir ve yerel yönetimlerin emeklilik fonlarını kontrol ederse, bu ülkede hiçbir adalet hareketi güvende olmayacaktır. Sendikaların peşine düşecekler, Black Lives Matter’ın peşine düşecekler; kadın haklarının peşine düşecekler, her ilerici mücadelenin peşine düşecekler. Birleşik Krallık’ta demokrasi şimdiden daralıyor, grev ve protesto hakkı tehdit altında. Ancak ikiyüzlü hükümet ‘ifade özgürlüğü’ ve diğer özgürlüklere verdiği destekten bahsediyor. Bırakın sosyalist ya da ilericileri, her liberal bu tür yasalara karşı ayaklanmalı ve sıranın kendilerinde olduğunun farkında olmalıdır.

ABD’deki McCarthyciliğin ilk versiyonunda da durum böyleydi. Sadece anti-komünist değildi; aynı zamanda hükûmetin her şeye aşırı erişimi ve her şeyi kontrolüne karşı çıkan bütün liberaller hedefteydi. Komünistlerle başladılar, hepsi bu. Benzer şekilde, şimdi de bizimle başlıyorlar.

İnsanlar antisemitizmle suçlanma korkusuyla fikirlerini söylemiyorlar

Bu yasa, Filistin dayanışma hareketine uygulanan çok daha geniş kapsamlı bir “caydırıcı etkinin” bir parçası. Son on yılda, Dökme Kurşun ve Koruyucu Hat operasyonlarından bu yana Filistinlilerin haklarına yönelik artan kamuoyu desteğinin ardından İsrail, kendisini eleştirenlere karşı oldukça etkili bir halkla ilişkiler kampanyası yürüttü. Bunun bir parçası da BDS hareketini kriminalize etme girişimidir, ancak bu kampanyanın genel konsepti Filistin’de adalet için kampanya yürüten herkesin antisemitizmle ilişkilendirilmesidir. Bu suçlama, Birleşik Krallık’taki Jeremy Corbyn’den İspanya’daki Podemos’a ve Fransa’daki Mélenchon’a ve hatta ABD’deki en yüksek profilli Yahudi politikacı Bernie Sanders’a kadar son zamanlardaki tüm büyük sol hareketlere yöneltildi. Sizce bu kampanya ne kadar zarar verici oldu? Buna karşı nasıl etkili bir mücadele verebiliriz?

“Caydırıcı etki” bir gerçek ve Filistin savunuculuğunu bastırmak için antisemitizmin silah olarak kullanılması çok ciddi bir durum. Bunun bir örneği de sözde IHRA tanımı ve örnekleridir. Ancak bununla mücadelede yalnız değiliz. Bu ülke de dahil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki düzinelerce ilerici Yahudi grubu, bu tanımın İsrail’in baskısına, ırkçılık sistemine ve Siyonizm ideolojisine karşı çıkmayı Yahudilere karşı nefretle özdeşleştirdiğini belirten açıklamalar yayınladı.

Bu özdeşleştirme, antisemitizme karşı verilen gerçek mücadele açısından korkunçtur. Bu tanımı İsrail’e yönelik bir saldırının Yahudilere yönelik bir saldırı olduğunu söyleyecek şekilde genişleterek İsrail’i eleştiri ve hesap verebilirlikten korumaya çalışmak, İsrail’i tüm Yahudilerle eşitlemektir. Bu yanlıştır. İsrail’in yaptıklarından tüm Yahudilerin sorumlu olduğunu söyleyen herkes antisemitik bir açıklama yapmış olur. Bu iki konuyu birbirinden ayırma konusunda net olmalıyız. Pek çok Yahudi grup bu sonuca varmıştır. Bu Filistinliler için de Yahudiler için de kötü.

Ancak caydırıcı etkinin işe yaraması için kişinin bunu kabul etmesi gerekir. Liverpool’daki İşçi Partisi konferansındaydım ve PSC [Filistin Dayanışma Kampanyası] toplantısında konuşma yaptım. Ne kadar çok insanın oto-sansür uyguladığını görünce şok oldum. İnsanlar antisemitizmle suçlanma ihtimaline karşı adalet konularında, kanıta dayalı konularda fikirlerini söylemekten korkuyorlar. Bu tamamen yanlış ve sürdürülmesi mümkün değil.

Irkçılık karşıtı ilkelere sadık kalın. “Yahudi karşıtı ırkçılık da dahil olmak üzere her türlü ırkçılığa kategorik olarak karşıyız.” deyin ve korkmayın. Caydırıcı etkiye verilecek en iyi karşılık budur. Sahada kampanya yürütmeye devam edin ve insanların seslerini duyurma gücünü ve imkânını arttırın.

Güney Afrikalıların 1950’lerdeki ilk boykot çağrısına kimse destek vermedi

1980’lerde İngiltere’de çok büyük olan apartheid karşıtı hareketi, Filistinlilerin hakları mücadelesi veren BDS hareketi için nasıl bir model olarak görüyorsunuz?

Hareketin ancak 1980’lerde büyüdüğünü hatırlamakta fayda var. Uzun bir süre boyunca çok küçüktü. Güney Afrikalılar 1950’lerde ilk boykot çağrısı yaptığında, neredeyse kimse bu çağrıya destek vermemişti. Çok kademeli bir süreçti ve bu hareketin oluşması otuz yıl sürdü. İnsanlar hareketin kitlesel olduğu seksenli yılların sonundaki ihtişamlı günleri hatırlıyor. Ben şahsen okula gittiğim New York’ta apartheid karşıtı hareketin bir parçasıydım. Hareketi inşa etmek sonsuza kadar sürdü; bu süreçlerin zaman aldığını unutmayalım.

Bütün adaletsizlik sistemleri birbirine bağlıdır

İngitere’de insan hakları konusunda endişe duyan insanlarla konuştuğunuzda, protesto ve grev haklarına yönelik saldırılardan, acımasız göçmen karşıtı yasalara kadar kendi ülkelerinde endişe duyacakları çok şey olduğunu görüyorsunuz. Bunlar, hayat pahalılığı kriziyle mücadele edenleri hesaba katmadığımız durumda olanlar. Bu konumdaki insanlara Filistinlilerin hakları için mücadelenin niçin bu kadar önemli olduğu nasıl anlatılır?

Bu önemli bir husus, çünkü bu ülkedeki ortalama bir insan tam da bu soruyu soracaktır. Hayat pahalılığı krizimiz var, kemer sıkma politikaları, neoliberalizm, temel haklarımızı elimizden alıyorlar, emekli maaşlarımızı tehdit ediyorlar, Filistin neden umurumda olsun ki? Bunun birkaç cevabı var.

Birincisi, çünkü bütün adaletsizlik sistemleri birbirine bağlıdır. Bu bir gerçek ve Birleşik Krallık’ta otoriterleşme ve militarizasyona doğru gidiş dış politikasıyla bağlantılı. Bunlar birbirlerinden bağımsız değiller. İkinci olarak, bu ülkedeki insanları bizimle durmaya çağırdığımızda, temelde bir suç ortaklığına son verilmesi çağrısında bulunuyoruz. Yani eğer grev yapan bir işçiyseniz, bir şoförseniz, bir hemşireyseniz, bir acil durum çalışanıysanız, bir öğretmenseniz, grevinizi bırakıp Filistinlilerin hakları için askere katılmanızı istemiyoruz. Grevinize ek olarak, sendikanıza, belediye meclisinize, kurumunuza Filistinlilere karşı apartheid’ı sürdüren şirketlerle ilişkilerini kesmeleri için baskı yapabilir misiniz? Mesela, eğer ben bir sendikanın üyesiysem ve emekli maaşım JCB, Barclays Bank ya da Elbit Systems gibi Filistinlileri öldüren, yerleşimleri finanse eden ya da bizi topraklarımızdan atan askeri şirketlere yatırım yapıyorsa, bu suç ortaklığını durdurmanızı istemek çok da zor değil. Paranız, emekli maaşınız, kurumunuz zarar veriyorsa, bunu durdurmak sizin ahlaki yükümlülüğünüzdür

2012 Mayıs’ında Londra, İngiltere tarihindeki en büyük Filistin dayanışma gösterisine sahne oldu. Bu, 2011’deki TUC gösterilerinden bu yana burada gördüğüm en büyük mitingdi. Ancak Filistin hareketinde, insanların televizyonda vahşeti gördükleri anlarda kitlesel katılımın gerçekleştiği ama sonrasında apartheid hâlâ devam ederken zayıflama eğiliminde olduğu bir zorluk var. Bunun üstesinden nasıl gelinebilir? Dayanışma hareketine daha düzenli bir kitlesel katılımın olduğu bir duruma ulaşmak mümkün mü?

BDS’yi diğerlerinden ayıran- ve etkili olmasının nedeni - sadece tek bir dayanışma biçimini içermemesidir. Örneğin sadece gösteriler için çağrıda bulunmaz. PSC, Birleşik Krallık’taki en önemli stratejik ortağımız olduğu gibi dünyadakilerin en önemlilerinden de biri. Dediğiniz gibi, korkunç zulümlere ve katliamlara tepki olarak doğru zamanda bu kitlesel protestoları düzenliyor. Ancak bu yıl boyunca devam eden bir kampanya ve bunun büyük bir kısmı da ırk ayrımcılığına suç ortaklığı yapan şirketlere karşı yürütülen kampanyalar.

Barclays Bankası, JCB, Puma’yı da işaret ettiğimiz gibi İsrail'in baskı sistemine derinden bulaşmış pek çok başka şirket var. BDS, kilise fonlarını, sendika fonlarını, belediye meclisi fonlarını geri çekmeye zorlamak gibi devam eden kurumsal biçimler alır. İnsanlar bunun teorik olduğunu düşünebilir, bu yüzden birkaç örnek vereceğim.

Dünyanın en büyük devlet fonu olan ve yaklaşık 1.2 trilyon dolar değerindeki Norveç Devlet Fonu, İsrail bankalarından, İsrail yerleşim endüstrilerine dahil olan uluslararası şirketlerden ve işgalden fonunu geri çekti. Başta Norveç İşçi Sendikaları Konfederasyonu (LO) olmak üzere işçi sendikalarının yoğun mücadelesi sonucunda bu kararı alabildik. Bu arada LO Norveç nüfusunun beşte birine sahip, Norveçliler işte bu kadar örgütlü. LO, Norveç’in devlet fonunun geri çekilmesi konusunda baskı yapılmasına büyük ölçüde yardımcı oldu.

Yeni Zelanda’da, Hollanda’da ve Belçika’da emeklilik fonları geri çekilmiştir. ABD’deki en büyük protestan kiliseleri, Presbiteryen Kilisesi, Birleşik İsa Kilisesi, Birleşik Metodist Kilisesi, İsrail’in işgaline karışan şirket ve bankalardan el çekmiştir.

Bill ve Melinda Gates Vakfı, o dönemde İsrail hapishanelerinde yer alan en büyük güvenlik şirketi olan G4S’den ayrıldı.

Büyük fonlar, kampanyacıların baskısı altında İsrail’in işgalinden çekildi. İsrail’de pek çok yasadışı projede yer alan Fransız Veolia şirketine karşı yürütülen kampanyada en önemli rolü İngiltere oynadı. İsveç’te, İrlanda’da, İngiltere’de, ABD’de ve Kuveyt’te belediye meclisleri birbiri ardına Veolia’yı kamu ihalelerinde dışarıda bıraktı. Veolia yedi yıllık bir süre içinde 20 milyar doların üzerinde zarar etti. Veolia, 2015 yılında İsrail ekonomisinden tamamen çekildi.

Aynı şeyi Hewlett Packard için de yapıyoruz. Orange Telecommunications, hareketin baskısı altında İsrail’den tamamen çekildi. Şimdi aşırı sağa dönüşle birlikte işler daha kolay olmalı çünkü kredi derecelendirme kuruluşları İsrail’in yargının bağımsızlığını zedeleme planlarına devam etmesi hâlinde İsrail’in kredi notunu düşürüp düşürmeyeceklerini tartışmaya başladılar bile.

BDS’nin çeşitli cephelerde yürüttüğü çalışmaları -kültürel boykot, spor boykotu ve akademik boykottan bahsetmiyorum bile- devam ediyor. Birleşik Krallık’ta pek çok akademisyen sessizce boykot ediyor. Caydırıcı etkisi nedeniyle seslerini çıkarmıyorlar ama sessizce boykot ediyorlar. Tel Aviv Üniversitesinde bir konferans düzenlendiğinde, hangi alanda olursa olsun İngiliz akademisyenlerin çoğu gitmiyor. BDS’nin tüm bu yönleri tabiri caizse sümen altından devam ediyor. Yani her hafta binlerce aktivistin süpermarkete gidip eylem yaptığını göremeyebilirsiniz ama kampanya iyi bir şekilde büyüyor.

  • Pek çok insan bugün Filistin’deki durumu izliyor, Batı Şeria’da sayıları her geçen gün artan yerleşimleri, Doğu Kudüs halkının mülksüzleştirilmeye devam edildiğini, Gazze kuşatmasında kötüleşen koşulları görüyor ve işlerin çok daha kötüye gittiğini söylüyor. Ama aynı zamanda dayanışma hareketi açısından gerçek bir ilerleme olduğunu söylüyorsunuz. Sizin göremediğiniz ama İsrail hükûmeti üzerinde baskı oluşturmak için yapısal olarak önemli olan başarılar var.

Yaşananlara bir bakıp ve baktığımız şeyin ne kadar kötü olduğunu görüp “Ah, hiç umut yok” diyemeyiz. Güney Afrika apartheid karşıtı hareketinde aktif olan bizler, en karanlık anın apartheid çökmeden hemen önce olduğunu biliyoruz.

Aslında, uzun yıllar boyunca sessiz bir baskı rejimiydi. Ancak daha sonra Güney Afrika rejimi tarafından işlenen katliamlar daha büyük bir hareketin tetikleyicisi oldu. Devrilme noktasının ne zaman geleceğini asla bilemezsiniz. Sendikal mücadelelerde, her adalet mücadelesinden bildiğimiz gibi, devrilme noktasının ne zaman geleceğini asla bilemeyiz. Mücadelelerin doğası budur, inşa etmeye devam edersiniz. Ancak ne olursa olsun zaferin gerçekleşeceği düşüncesiyle kendimizi asla kandırmamalıyız. Hayır, garanti değil. İşinizi yapmazsanız asla bir olasılık bile değildir. Güç inşa etmeniz gerekir. Eğer kendimizi hâlihazırda bizi destekleyen çevrelerle sınırlarsak, hiçbir şeyi değiştiremeyiz.

Evet, hareket büyüyor ama baskı, şiddet ve sömürgecilik çok daha yüksek bir hızla devam ediyor. İsrail hükûmetinde büyük faşist eğilimler var ve bu, İsrail medyasındaki analistler tarafından kullanılan ağza alınmaması gereken f**st kelimesi. Aşırı sağın yükselişiyle İsrail’in başına gelebileceklerden korkan İsrail yanlısı güçlerden bahsetmiyorum bile. Filistinliler korkunç bir ırkçılık ve şiddete maruz kalacaklar. Ancak İsrail’in baskı sistemi devlet, şirket ve kurumların suç ortaklığı olmadan devam edemez. Bu bağlantıları kestiğinizde Filistinliler tüm baskı sisteminin altını oymak için geri kalanı yapabileceklerdir

İsrail’in yeni hükûmeti, değişimin içeriden gelebileceğini savunanlara -son yıllarda pek bir kanıta dayanmadan-kesinlikle nefes aldırmıyor. İsrail devletinin barış süreci için taraflardan biri olmadığı gayet açık. Ancak aynı zamanda, Birleşik Krallık gibi hükûmetlerin İsrail’e yaptırım uygulamak ya da İsrail’i izole etmek için adım atması da çok uzak görünüyor.

Latin Amerika’ya bakacak olursanız birkaç yıl öncesine kadar tamamen umutsuz görünüyordu. Bolsonaro’yu ele alalım, ortalama bir Brezilyalıya yaptıklarına: yoksullaşma, ırkçılık, yerli karşıtı zulümler, Amazonlar, otoriter eğilimler. Ve [Kolombiya’da] bu on yıllardır devam ediyordu. Ama bakın şimdi ne oluyor: Latin Amerika’nın dört bir yanında sosyalist eğilimli ilerici hükûmetler kazanıyor. Yani bu kader değil. Filistinliler yetmiş beş yıldır şunu söylüyor: yerleşimci sömürgeci bir apartheid rejimi altında olmayı asla kabul etmeyeceğiz.

Sadece var olmayacağız, direneceğiz; onurlu, özgür, adaletli ve tam eşitlikçi bir yaşamımız olacak. Aksi takdirde, yaşamaya değmez. Herkesin bu sabır ve azme sahip olmasına ve stratejik, hedef odaklı bir çalışma yöntemine sahip olmasına ihtiyacımız var. İlkeler tek başına sonuç getirmez. Her şeyden önce etik olmalıyız ama aynı zamanda stratejik de olmalıyız. Mücadele alanlarımızı nasıl seçeceğimizi, neyi hedef alacağımızı, neyi hedef almayacağımızı, ne zaman bırakacağımızı, ne zaman mücadeleyi yoğunlaştıracağımızı bilmeliyiz. Filistin hareketinde yaptığımız budur. Boykotlar için uzun listelere inanmıyoruz. Süpermarketteki 100 şirketi kim boykot edecek? Londra’daki altı Che Guevara mı? Bu etkisizdir.

Ama bir JCB’nin, bir Barclays’in peşine düşer ve suçlarına ortaklık ettiklerinin bedelini ödetirsiniz. Etik eylem ile stratejik etkinlik arasındaki denge budur. Bu olmadan güç inşa edemezsiniz. Sizin de haklı olarak söylediğiniz gibi, hiçbir hükûmet bize adalet sağlamayacaktır. Bunu onlardan almak için bizler mücadele etmeliyiz.

1. Bu söyleşi Tribune dergisinde 9 Mayıs 2013 tarihinde yayımlanmıştır. Erişim tarihi: 11.01.2024 https://tribunemag. co.uk/2023/05/bds-or-bust-why- justice-for-palestine- means-boycott-divestment- and-sanctions