Evrak-ı perişan arasında: Faik Âli Ozansoy’un hatıraları
Faik Âli’nin şiirlerinde, üstadı olarak gördüğü Abdülhak Hamid’in tesiri büyüktür. İlk şiirlerini Servet-i Fünûn’a götürdüğü zaman Tevfik Fikret’in “İkinci Hamid doğuyor galiba” demesi ve Faik Âli’nin de ömrü boyunca Abdülhak Hamid tarzında şiirler yazması şairin “İkinci Hamid” olarak anılmasına yol açmıştır.
Devlet adamı, şair ve tarihçi Mehmed Sid Paşa ile Ayşe Hanım’ın oğlu olarak 1876’da Diyarbakır’da dünyaya gelen Faik Âli Ozansoy1 , tıpkı ağabeyi Süleyman Nazif gibi modern Türk edebiyatının önemli isimlerinden biri olarak karşımıza çıkar. İlk ve orta öğrenimini Diyarbakır’da tamamlayan şair, lise eğitimine Diyarbakır Askerî Lisesi’nde başlamış ve İstanbul’da Mülkiye Mektebi’nde devam etmiştir. 1901’de Mülkiye Mektebi’nden mezun olan şair, kaymakam vekili, vali ve öğretmen olarak çeşitli illerde görev yapar. 1 Ekim 1950’de Ankara’da vefat eden şairin naaşı vasiyeti gereği İstanbul’da Zincirlikuyu Mezarlığı’nda Abdülhak Hamid Tarhan’ın mezarının yanına defnedilmiştir.
İlk şiirleri Mülkiye Mektebi’nde öğrenciyken 1897’de Servet-i Fünûn’da çıkan Faik Âli Ozansoy, şiirlerinde Edebiyat-ı Cedide topluluğunun his ve duyarlılığını yansıtmıştır. Faik Âli’nin şiirlerinde üstadı olarak gördüğü Abdülhak Hamid’in tesiri büyüktür. İlk şiirlerini Servet-i Fünûn’a götürdüğü zaman Tevfik Fikret’in “İkinci Hamid doğuyor galiba” demesi ve Faik Âli’nin de ömrü boyunca Abdülhak Hamid tarzında şiirler yazması şairin “İkinci Hamid” olarak anılmasına yol açmıştır.2
Başlangıçta aşk, tabiat, ölüm, kadın gibi temalar üzerine şahsi duygularını terennüm eden Faik Âli Ozansoy, ilerleyen yıllarda toplumsal içerikli temaları da işlemiştir. Bütün şiirlerini aruz ölçüsüyle kaleme alan şair, şiirlerini Fâni Teselliler (1906), Midhat Paşa (1906), Temâsil (1911), Elhan-ı Vatan (1915), Şair-i Âzam’a Mektup (1920) adlı kitaplarında toplamış; Payitahtın Kapısında (1918) ile Nedim ve Lale Devri (1950) adlı iki tiyatro metnine de imza atmıştır.
Ömrünün son yıllarını oğlu Munis Faik Ozansoy ile birlikte Ankara’da geçiren şair, bu dönemde oğluyla birlikte Marmara adlı bir edebiyat dergisi yayımlamış ve son eserlerini bu dergide neşretmiştir. Servet-i Fünun, Fecr-i Âti, Millî Edebiyat ve Cumhuriyet Dönemi’nde eserler vermeyi sürdüren Faik Âli Ozansoy, çeşitli yazılarda hatıralarını ifade etmiştir. Şair, çocukluğuna dair hatıralarını “Dicle Çocuğu” adıyla Tasvir-i Efkâr’ın 17 Ocak 1941 tarihli nüshasında (Nu. 4595, s.4) yayımlar. B. K. (muhtemelen Behçet Kemal Çağlar) imzasıyla Yeni Gazete’de yayımlanan söyleşi ise, onun edebî hatıralarını içermesi bakımından dikkat çekici bir metindir. Şairin hatıralarını dile getirdiği diğer bir yazısı da ölümünden kısa bir süre önce Hisar dergisinde yayımlanmıştır. Şair, Hisar’da yayımlanan hatıralarında Abdülhak Hamid ile ilgili hatıralarını nakleder. Bu yazı Faik Âli üzerindeki Abdülhak Hamid tesirini göstermesinin yanı sıra Abdülhak Hamid’in kitaplarına girmemiş bir mektubunu içermesi bakımından da önem arz etmektedir.
Faik Ali hatıralarını ve edebiyatımız hakkında düşüncelerini anlatıyor
Basın hayatının 50’nci yılını idrak etmiş olan değerli şairlerimizden Faik Âli Ozansoy, şimdi günlerini Suadiye’deki sakin yuvasında istirahat etmek ve şiir yazmakla geçirmektedir. Evvelki gün evinde ziyaret ettiğim zaman üstadı soğuk algınlığından muztarib buldum. Şair, buna rağmen, ruhen gençliğini ve zindeliğini muhafaza etmekteydi. Kendisiyle edebiyat mevzusunda saatlerce konuştuk. Üstad, bazan bana bugünkü şairler hakkında sualler soruyor, cevabını sükûnetle dinledikten sonra kendi fikrini söylüyordu. Şairin, aruz ve hece vezni hakkındaki düşüncelerini buraya naklediyorum:
—Şükrana şâyân olan bir şey varsa o da Türk şiirinin hakiki özüne doğru dönmekte olmasıdır. “Aruz öldü!” diyorlardı. Halbuki ölmemiş ve esasen ölmez de. Midhat Cemal üstadımız bu hususta bir makale yazmıştı. Benim de 30 sene önce kaleme alınmış “Aruz Kaside” isimli bir manzumem mevcuttur. Hece vezni ile küçük mikyasta güzel şiirler yazılabilir. Fakat büyük eserlerin yazılamayacağı artık bedahet gibi sabit olmuştur. En kudretli edip ve şairimiz Abdülhak Hâmid bile bunda muvaffak olmadıktan sonra, hecenin ilerde hâkim bir mevki alacağını zannetmiyorum. Hece vezni Nesteren’in müellifi indinde ve onun büyük kardeşleri olan üstad-ı ekrem Nâmık Kemal’in uzunca bir neşidesi vardır. Bu eser sathî bir bakışla hece ile yazılmış zannolunur.
“Bâlâ’dan Bir Ses” hakikaten muntazam, mevzun, secili ve kafiyeli bir nesirdir. Aruza epeyce hâkim olan şairlerimizden Faruk Nafiz evladımız bir aralık doğru yoldan saparak, hecenin yok vadilerinde dolaşıp durdular. Fakat Faruk Nafiz’in şimdi, tekrar kendi fıtrî istidadının yoluna döndüğünü memnunlukla görüyorum. Celal Sahir kendini toplamağa vakit bulamadan maatteessüf hayata gözlerini kapadı.
Bugünkü Türk romancılığını nasıl buluyorsunuz?
—Romancılığımız hâlen tevakkuf devresi geçiriyor. Hiçbir terakki hamlesi maalesef görülmüyor. İyi roman yazanlardan Halide Edip Hanım elhamdülillah hayatta ve zekâsının bütün zindeliğine sahip bir hâldedir. İki kıymetli genç edibemiz olan Mükerrem Kâmil Su ile Kerime Nadir hanımların her yazdıklarını büyük bir zevkle okudum.
Son yazdığınız bir şiirinizi rica edebilir miyim?
—Size bugün kaleme aldığım bir şarkıyı okuyayım:
- Şimdi peymâne gelir, neş’e gelir, hande gelir; Bir peri zümresi, hânende ve sâzende gelir
- Her gönül aşk ile cûş eyliyerek vecde gelir Sîneler, buse-i mestâneye âmâde gelir
- Doldurup sâkiyeler, neşveyi peymânelere Döndürür aklı Felâtun’u da divanelere.
- Nazralar meyl ü tahassürle gider sînelere Buse-i mestâneye âmade gelir.
Bütün gününüzü evde mi geçiriyorsunuz?
—Hava müsait olursa, pek nadiren çıkıp geziyorum. Evvelce daima okumakla vakit geçiriyordum. Şimdi ise gözlerim ağrıyor. Bir zamandan beri esaslı olarak şiir de yazmıyorum. Maalesef bu büyük tesellilerden mahrum kaldım.
Eski hatıralarınızdan bahseder misiniz?
—İnsanlar yaşlanmaya başlayınca eski tatlı günleri hatırlayarak teselli bulurlarmış. O kadar hatıram var ki sanki bin yıl yaşamış gibiyim. “Geçmiş zaman olur ki hayalî cihan değer!” sözü hiç de doğru değildir. Kanaatimce “geçmiş hatıralar olur ki, hayalî bilakis insan ağlatır.” Bu suali sordunuz da aklıma pek eski bir manzumeden bir mısra geldi:
“Nedir, bilmez geçen bir ömr ü şevkin yâd-ı girâne”
Bugünkü edebî gidişimizi nasıl buluyorsunuz?
—Şimdi biz, bir nevi anarşi devresinde bulunuyoruz. Çok şükür büyük ediplerimizden birkaçı berhayattır.
Onlar… Ne kadar bu fetret devrini geçirtmek için gayret ediyorlarsa, çok yazık ki, ters bir cereyanı bertaraf etmeye kudretleri kâfi gelmiyor. Bununla beraber, iyi ve makul bir devrin uzak olmadığını ümit etmekle teselli bulmaya çalışıyorum. Dünya ahvalinin henüz istikrar bulmaması, maddiyatta olduğu kadar, maneviyatta da tesirini göstermektedir. Siz gençler, inşallah bizimkinden çok daha mesut zamanlar idrak edersiniz.
B.K., “Faik Âli Hatıralarını ve Edebiyatımız Hakkında Düşüncelerini Anlatıyor”, Yeni Gazete, 2 Ekim 1948, Nu. 1130 (378), s.3.
Abdülhak Hamid'e dair hatıralar
(Büyük Şair Abdülhak Hâmid bundan 13 yıl önce (12/13 Nisan 1937’de) hayata gözlerini kapamıştı. Bu sayımızda yakın dostu Faik Âli’nin dergimize lütfettiği birkaç hatırayı neşrederek merhuma karşı olan saygı borcumuzu yerine getirmeye çalışıyoruz.- Hisar)
Bundan 48 sene evvel bir gün “Servet’i Fünûn” mecmuasının o zaman Meydancık Sokağı’ndaki idarehanesinde İsmail Safa, Cenab Şehabeddin ve ben Tevfik Fikret’in yanında öteden beriden konuşuyorduk. Fikret ayakta pencereden sokağı seyrediyordu. O sıralarda Avrupa’dan mezunen İstanbul’a gelmiş olan Abdülhak Hâmid Bey’in Sirkeci tarafından Ahmed İhsan Matbaası binasına yani mecmuanın idarehanesine gelmekte olduğunu pencereden görmüş, “Hâmid geliyor,” diyerek hemen odadan fırladı. Biraz sonra, merdivenin aşağısından karşıladığı büyük ziyaretçisiyle odaya girdiler. O küçük oda, o anda Yeşil Camii gibi, Süleymaniye ve Selimiye camileri gibi rûhaniyet ve ulviyet dolu bir mabetti. Hiç unutmam: Odaya girince hazır olanlara eli ve başı ile selâm vererek kapının yanındaki bir sandalyeye oturan edeb ve şiir sultânını, İsmail Safa “Aman efendim, şöyle,” diyerek köşedeki koltuğa buyur edince “burası iyi” demiş ve ısrar üzerine o koltuğun yanındaki pencereye bir hoş bakarak camın açık olduğunu, sözde, ima etmişti.Hakikatta bu, baş köşeye geçip kurulmayı istemediği için bir bahane ve çünkü Hâmid fıtrî, samimî, samedânî tavâzua en kibar nümûne idi. Camı hemen ben kapadım. Ve her oturduğu yere bir saltanat tahtı pâyesi veren o insan üstü, köşedeki sade koltuğa geçti.
Fikret, Hâmid’in henüz şahsen tanımadığı Cenab’la beni takdim, müşarünileyh de mutâdı üzere bize iltifatlarını ibzal etti, ömrümün hiç unutamıyacağım en güzel günlerinden biri.
Hâmid’i ikinci defa görüyordum. İlk defa bir hafta kadar evvel bir gün ben Divanyolu’nda Sultanahmed Bahçesi hizasında karşılaştığım bir bildikle konuşurken, resimlerinden derhal tanıdığım şairin siyah çarşaf ve peçeli genç bir hanımla geçtiğini görmüştüm. Yanındakinin kızı Hamide hanımefendi olduğunu yakınımdan geçerken işittiğim bir muhâverelerinden anlayınca Makber’den iki beyit hemen zihnimden geçti:
- Derler ki Hüseyn ü Hâmidem var.
- Dünyâda demek ki fâidem var.
- Ettikçe seni dizinde takbil
- Şâir de çocukdur ey kızım bil.
Çok küçükten beri hayranı olduğum bu çok büyük şairi birkaç dakika olsun temaşa etmek için konuştuğum zattan ayrılarak arkasından biraz uzakta yürüdüm. Mülkiye Mektebi’ne giden sokağın karşısına kadar hayran hayran takip ettikten sonra bir iş için yarım saat izinle çıktığım mektebime gitmek mecburiyetiyle Sultanmahmud Türbesi yanından küçük sokağa saptım. İçimde ruhanî bir neş’e vardı. Bu tesadüfü kendilerine anlattığım bazı sınıf arkadaşlarım bana gıpta etmişlerdi. Hey gidi mes’ut ve mübarek günler ve büyüklüğe âşık ruhlar
Evet on iki yaşımdan beri hâfızamı şiir yıldızlarıyla doldurarak Dicle’nin ve Marmara’nın yaz geceleri semâsı gibi nurlara gark etmiş olan şiir ilâhını ikinci defa yakından seyrediyor, sesini işitiyor, sözlerini dinliyordum.
En çok İsmâil Safa konuşuyor ve onu konuşturuyordu. Yeni çıkmış olan Nevsâl-i Servet-i Fünûn’daki “Hediye-i Sâl” manzumesinden bahsedildi. O muazzam eserin birkaç parçasını sansür çizmişti. Hâmid “çok tahrip edilmiş, niçin?” diye Fikret’e sordu. Fikret harâbiyi musavver olduğu için deyince, ulvî bir infial ve istihza ile, “O harabî Felemenk’e âid”dedi. Hepimiz kendimizi tutamıyarak kahkaha ile güldük; O da tebessüm etti.
Bir aralık ona, üstad, diye hitap ederek bir şeyler söylemek isteyen Safa’ya dehâ tahtgâhı olan cebininde derin bir çinle: hepimizin bir tek üstâdı var, ve eliyle pencereden göklere işaret ederek, bizi yetim bırakarak gitti, demesi üzerine bütün başlar öne eğildi. Nâmık Kemal’i kasdettiğini derhal anlamıştık.
Hamid’i arşı rahmete intikal edinceye kadar 40 küsur sene en sık ve en çok görmekle bahtiyar olmuşlardan biriyim. Nâmık Kemal’e daima âbidâne bir hürmet gösterdiğine şâhid oldum. Makber’de şair-i âzam diye tavsif ettiği Fuzûli’den ne zaman bahsolunsa hemen bir tâzim vaz’ı alırdı. Huzurunda büyük kardeşimle benim bulunduğumuz bir gün şimdi hatırlayamadığım bir münasebetle bu beyiti okudu.
- Zamâne içre mücerrebdir intikam-ı zaman
- Hemîşe yahşiye yahşi verir yamana yaman
Benim gibi kardeşim de bu beyiti bilmiyormuş. “Efendim kimin?” deyince, “kimin olabilir? Fuzuli’nin” diyerek yine bir huşû vaziyeti almıştı. Şark’ın bu en büyük edibi yalnız yazılarıyla değil, daima sözleriyle, tavırlarıyla, hareketleriyle de küçüklere edeb dersi, büyüklük dersi vermiştir.
- “Olsun sana nur-i ezelî şem’a-i türbet
- Ey saff-ı melâik yakışan kabrine divar”
- Faik Âli
Abdülhak Hamid’in Faik Âli’ye yazılmış bir mektubu
- “Manzume-i malûme hakkındaki iltifatlarınızdan ne kadar memnun ve mübahi olduğumu tarif edemem. Bana izharı teveccüh hususunda birader-i mükerreminizle müsabaka ediyorsunuz.
- Manzume-i cevabiyenizdeki “Sen zührelerin nârına yandın” tevcihi ne güzel ve ne kadar doğru. Ve yalnız bunda mübalâğa yok. Bahsettiğiniz serîre gelince beni ona siz ikiniz iclâs etmiştiniz, binaenaleyh istediğiniz ânda câlisini hal ile mahkûmu iflâs edebilirsiniz.
- Bu matbu ve manzum lûtufnamenizi aldığım gün ehibbadan birisi bir suretini almak üzere elimden kapmış olduğundan ve ertesi gün iade edeceğini vaad eylediği halde getirmediğinden hiddet ediyorum. İnşaallah İstanbul’a avdetimde bana bir nüsha daha ihda edersiniz. Şimdilik şükranımı tekrar takdim ve nâsiye-i irfanınızı telsim ile iktifa ederim büyük ve sevgili şairimiz efendim.
- 18 Kânunusani 1923
- Mütehassir ve minnettarınız Abdülhak Hâmid
- (*) Bu mektup, Hâmid’in “Mevki Viyana...” diye başlıyan Hasbihâl adlı meşhur manzumesine Faik Âli’nin yazdığı ve “Şâir-i Azâma Mektup” adı ile risale hâlinde neşrettiği manzum cevap üzerine gönderilmiştir.
- Hisar, S. 3, Mayıs 1950, s.10-11.
Dipnotlar
1. Hayatı ve eserleri hakkında bkz: Selahattin Çitçi, Faik Âli Ozansoy: Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri, Akademi Titiz Yayınları, İstanbul, 2015, s. 360.; Sevim Karabela Şermet, Faik Âli Ozansoy: Yaşam Öyküsü, Yapıtları ve Şairliği, Günce Yayınları, Muğla, 2022, s. 164.
2. Hüseyin Tuncer, Arayışlar Devri Türk Edebiyatı: Servet-i Fünun Edebiyatı, Akademi Kitabevi Yaınları, İzmir, 1998, s. 374.