Evrak-ı Perişan arasında: Cenap Şahabettin’in unutulmuş bir yazısı

NECATİ TONGA
Abone Ol

Cenap Şahabettin, -tıpkı Ahmet Hâşim gibi- edebiyatımızda şair kimliğiyle bilinmesine rağmen, nesri de nazmından aşağı kalmayan bir kalem erbabıdır. Şüphesiz ki Cenap, edebiyatımızın en velut kalemlerinden biridir ve onun eserlerinin toplu bir dökümünü yapmak çok zordur. Her an başka bir dergide ya da gazetede onun şiir ve yazılarıyla karşılaşmamız mümkündür. Bu minvalde Cenap Şahabettin’in unutulmuş bir yazısı aşağıda dikkatlere sunulmaktadır.

Cenap Şahabettin, 1880’li yılların ortalarından itibaren şiirlerini gazete ve dergilerde neşretmeye başlayarak edebiyat âlemine adım atar.

Şiir, mensur şiir, fıkra, gezi yazısı, tiyatro, biyografi, vecize gibi edebî türlerde eserler veren Cenap Şahabettin (1871-1934), modern Türk edebiyatının önemli isimlerinden biridir. İlk gençlik yıllarında gazel tarzında şiirler yazmaya başlayan Cenap Şahabettin, 1880’li yılların ortalarından itibaren şiirlerini gazete ve dergilerde neşretmeye başlayarak edebiyat âlemine adım atar. İmdadü’l-midâd’da yayımlanan “Nazire-i Gazel-i Muallim”, Cenap Şahabettin’in yayımlanan ilk şiiridir. 1 Şair, 1886’dan itibaren başta Saadet gazetesi olmak üzere Gülşen, Sebat, Muhit gibi mecmualarda Şeyh Vasfî ve Muallim Naci’nin etkileri hissedilen şiirlerini neşretmeye devam eder.

İlerleyen yıllarda Namık Kemal, Recaizade Mahmut Ekrem ve Abdülhak Hamid’in şiirlerini okumaya başlayan Cenap Şahabettin, divan şiiri anlayışından koparak modern tarzda şiirler yazmaya girişir ve henüz Tıbbiye’de öğrenciyken bu tarz şiirlerini Tâmât (1886) adlı bir kitapta toplar. 1890’da Paris’e giden şair, orada bulunduğu dönemde pasnasyen ve sembolist şairleri okuyup inceleme fırsatı edinmiştir.

Yurda döndükten sonra yeni tarz şiirlerini art arda dönemin mecmualarında yayımlamaya başlayan Cenap Şahabettin, asıl edebî kimliğini Edebiyat-ı Cedide topluluğuna katıldıktan sonra Servet-i Fünun dergisinde bulur. Tevfik Fikret’le birlikte Edebiyat-ı Cedide’nin şiir cephesini temsil eden Cenap Şahabettin, ses ve musikileriyle ön plana çıkan “Elhan-ı Şitâ”, “Yakazât-ı Leyliye”, “Temaşâ-yı Leyâl” gibi şiirleriyle ününe ün katar.

Seda Özbek tarafından hazırlanan, Cenap Şahabettin Portreler -1.

Cenap Şahabettin, şiirde olduğu kadar nesir sahasında da usta bir kalemdir. II. Meşrutiyet’in ilanına kadar “şair” kimliğiyle beliren Cenap Şahabettin’in 1908’den sonra büyük oranda nesre yöneldiği görülür. Hac Yolunda (1909), Evrak-ı Eyyam (1915), Nesr-i Harp, Nesr-i Sulh ve Tiryaki Sözleri (1918), Avrupa Mektupları (1919) Cenap’ın nesir sahasındaki belli başlı eserleridir. Bu eserler, zaman içinde çeşitli araştırmacılar tarafından gerek sadeleştirilerek gerekse açıklamalı orijinal metin hâlinde neşredilmiştir. Şairin yakın zamanda Seda Özbek tarafından yayımlanan Portreler-1 adlı kitabı ise 2, onun insan ruhunu kavrama ve portre çizme hususunda ne kadar mahir bir sanatkâr olduğunu göstermektedir. Denilebilir ki Cenap Şahabettin, -tıpkı Ahmet Hâşim gibi- edebiyatımızda şair kimliğiyle bilinmesine rağmen, nesri de nazmından aşağı kalmayan bir kalem erbabıdır.

Seda Özbek tarafından hazırlanan “Nesir Yazarı Olarak Cenap Şahabettin” adlı doktora tezi 3 , Cenap’ın nâsirliğini değerlendiren önemli bir çalışma olarak dikkat çekmektedir. Özbek, doktora tezinde Türk şiirinin usta isminin bütün nesirlerini değerlendirmiş, yıllar süren çalışmalar neticesinde titiz bir işçilikle Cenap’ın bütün yazılarının dökümünü yapmıştır. Şüphesiz ki Cenap, edebiyatımızın en velut kalemlerinden biridir ve onun eserlerinin toplu bir dökümünü yapmak çok zordur. Her an başka bir dergide ya da gazetede onun şiir ve yazılarıyla karşılaşmamız mümkündür.

Cenap Şahabeddin Bey.

Bu minvalde Cenap Şahabettin’in unutulmuş bir yazısı aşağıda dikkatlere sunulmaktadır. 29 Aralık 1930 tarihinde Halk Dostu gazetesinin ilk sayfasında Büyük edibimiz Cenap Şahabeddin Bey’in Halk Dostu için yazdığı yeni ve nefis bir yazıyı bugün ikinci sayfamızda okuyacaksınız” notu yer alır. Gazetenin ikinci sayfasında “Edebî Fıkralar: İntiba” üst başlığıyla neşredilen “Selviler”, Cenap Şahabettin’in ömrünün son demlerinde yazdığı yazılardan biri olarak ön plana çıkmaktadır.

Şüphesiz ki servi, uzun boyu ve koyu yeşil yaprakları ile edebiyatımızda en çok işlenen ağaçlardan biridir. Divan şairleri asırlar boyunca sevgilinin boyunu serviye benzetmiş; halk ozanlarının dilinde ise “selvi boylu” sevgililer ölümsüzleşmiştir. Serviler, her dem yeşil kalan yapraklarıyla mezarlıklarımızı süsleyen en önemli ağaçlardan biri olmuştur. Daha çok su kenarlarında yetiştiğinden “hayatı”, mezarlıkları süslediği için de “ölümü” sembolize ederler. Bu minvalde Türk edebiyatında yazılmış pek çok roman ve hikâyede serviler, mezarlıklarla özdeşleştirilerek işlenmiştir. Örneğin Cahit Sıtkı Tarancı, “Mezarlığın İyiliği” ve “Mezarlıktaki Hayalet” adlı hikâyelerinde mezarlıkları servilerle bir arada tasvir etmiştir. 4

İşte, Cenap Şahabettin’in “Selviler” adlı yazısı, kültür tarihimizde çok özel bir yerde duran bu ağaç türünü ele alan bir metindir. “Selviler”, Cenap’ın tabiatla, ağaçlarla ve bilhassa servilerle kurduğu özel bağı göstermesinin yanı sıra onun nesir sahasındaki ustalığını da ortaya koyan bir yazıdır.

Yazar, servilere çok farklı bir bakış açısıyla yaklaşmış; bu ağaçlarla ilgili hemen herkesin her an görebileceğinden ve duyabileceğinden çok daha fazlasını dile getirmiş; servilerle ilgili hislerini rahat ve akıcı bir üslupla dile dökmüştür. Edebiyat-ı Cedide döneminde ve sonrasında ağır ve süslü dille kaleme aldığı nesirleri göz önüne alındığında “Serviler”in oldukça sade bir dille yazıldığı görülür. Bu bakımdan “Selviler”, Cenap Şahabettin’in dil ve üslup hususunda ulaştığı merhaleyi özetleyen bir yazıdır. Netice itibariyle Cenap Şahabettin, “Serviler” yazısıyla yaşayan Türkçeden yana tavrını koymuş; “Çok değil, güzel yazan yaşar.” sözünü ispatlayan bir metne imza atmıştır.

Selviler

Kâr yolunu aklına getirmeksizin bir ağaca bakan belki yalnız şairdir.

Ağaçlara herkes başka bir gözle bakar: Oduncu meşenin veya gürgenin çekisini hesap ederek, marangoz şu ceviz kütüğünden hangi nazenin sevdalara sarhoşluk karyolası biçebileceğini düşünerek… Emin olunuz, hiçbir yelkenli reisi ucunda filaması, ortasında sereni ve çarmıhları, iki yanında fırtınanın ıslık çaldırdığı ablileri, iskotaları, isterelyaları ile mevzun bir grandi direği tahayyül etmeksizin uzun ve doğru kavaklara bakamaz.

Abanoz bir kanepeyi gıcırdatarak ey biribirinin kokusile çıldıran âşıklar, unutmayınız ki sizin istiğrakınıza zavallı Afrika ağaçlarının ölüsü tahtgâh oluyor; ve sen ey genç anne biliyor musun ki güzel yavrunu tatlı ninnilerle, içinde salladığın oymalı beşik ibda edilmek için kaç çift kuşun yuvası yıkılmak ve musikisi feryat olmak lâzım geldi?

Ooh, biz insanlar kör bir kasırga gibi tabiatı kırıp geçirerek kendimize lezzet veya istirahat oyuncakları yaparız. Bize hizmet etmesi için arzın feda edilmiyen ziyneti yoktur. İşte en şen ve şuh pırnal, seni karlı saatlerde yutmak için sobalarımızın ağızları sabırsızlanıyor ve senin hayatından alacağımız leziz sıcaklığın şükranesi olarak yapacağımız, bilir misin nedir? Yeryüzüne bir kürek kısır kül iade etmek.

Kâr yolunu aklına getirmeksizin bir ağaca bakan belki yalnız şairdir. Mamafih bir ağaç tanırım ki onun huzurunda en katı ve bazirgan yüreklerde biraz safderun şair olmaktan kendilerini men edemezler. Aziz ölülerimizin başuçlarında daima bir ibadet kıyamı muhafaza eden selvi!...

Selviye ağaçların veliyyi hakîmi denebilir. Öteki ağaçlar kuş kalabalığı içinde ufuklara seslenirken selvi sakit düşünür; dalları ve yaprakları sanki inkıtasız bir murakaba vaz’ındadır. Arzın her deveranını alâkasız takip ederler. Yaz ve kış onlara bir kıymette görünür; zira bilirler ki her mevsim fanidir ve köklerinde uzanan cesetler gibi ergeç harap olacaklardır. Ve bilirler ki baharında ve hazanında tabiat hiç kimsenin vefalı dostu değildir ve onun bilhassa doğrulara ve yükseklere istihdaf eden gür yıldırımları vardır.

Selvili ve Yıldızlı Yol Vincent van Gogh'un tablo.

Rüzgâr eserken selvilerin seslerini dinleyiniz: Bedbaht dudaklarda inliyen bir duaya ne kadar benzer. Rüzgâr o neftî minarenin ezelî müezzinidir ve yükselmek için ona tırmanarak onda ruha ebediyet daüssılası getiren derin bir musiki uyandırır.

Selvilerin rüzgâr ve yağmurdan başka ziyaretçisi yoktur: Ne dallarına bülbül konar, ne yapraklarına zaman dokunur. Onlar gündüz bütün bir gölge mahrutudur; güneş battı mı, karanlıktan daha siyah olurlar. Mehtap bile onların o kadar kıskançlıkla birbirine sarılı yaşıyan yaprakları arasına nüfuz edemez. Cihanın hiçbir inkılabı bir selviyi değiştirememiştir: Onda ahretin ve bekanın ebedî sebatı yaşar. Hissolunur ki kökleri geçmişlerimizin ruhlarını kucaklıyor ve onun için topraktan dimdik semaya hitap eder.

Bir selvi yayılmaz ve çarpılmaz; dallarını gövdesine büyük bir itina ile yapışık tutar ve yaprakları kendilerini hiçbir an dardaganlığa mezun hissetmezler. Selvi daima ayakta, daima mutarassıt, daima kelimelerden kaçan mevzun bir sükût görünür. Fakat gizli sesleri duyanlar için o, faniliği susturulmuş bir çığlık âbidesidir. Zira şehirdeki ve köydeki hayatın ancak arasıra feryadını duyar ve hayretle sorar: “Yarabbi, bir hayat susarken etrafındakiler niçin haykırışırlar? Acaba hayatta kaldıklarından emin olmak için mi?...”

Galata Surları ve Mezarlığı Konstantinopolis - Flandin Eugène.

Elem diyarında doğan ve büyüyen varlığına selvi bilir ki elemden başka mukadder bir nasip olamaz ve feragatinin azameti ile kaderinden daha yüksek olduğunu hissederek müteselli olur… Onu gövdesinden kavramış zâlim fırtınalar mı sarsıyor? Selvi burkulur, eğilir, solur ve inilder, fakat havanın kudurganlığına mağlup olmaz, saatlerce birbirini kakıştıran dallarını bir lahzada tarar ve güya: “Yaşamak,” der, “her sadmeye karşı koymaktır!” Her feveran gibi işte rüzgârın tehevvürü de selvideki mırıltılarla diniyor ve artık arasıra öterek bir küme geçmeğe başladı ve bir küme işte selvinin tepesinde bir musiki şemsiyesi açtı, çünkü işte kasırgayı yağmur takip ediyor: Öteki ağaçları denizden sırsıklam çıkmış kazazedelere benzeten ve onlara magmum bir zillet getiren sağnak, dikkat ediniz, selvinin vekarına ilişemez: Pervasızca gökten aldığı sel ceryanını selvi istihkarla köküne gömer ve hadisenin göl haline getirdiği etrafına bakarak: “Ben bu göl ortasında hakir bir sazım, fakat toprakla bulutlar arasında şakulî bir dere haline gelsem bile çamurlanmam ve eğilmem!” der.

  • Selviyi böyle hissettikçe içimden sorarım: “Acaba, acaba bu ulu nebatta bir büyük insan ruhu gizli değil midir?”

Cenap Şahabettin, “Selviler”, Halk Dostu,

29 Kânunuevvel 1930, s.2

1. İnci Enginün, Cenap Şahabettin, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yay., Ank., 1989, s. 6. 2. Cenap Şahabettin, Portreler-1, Kırmızı Kedi Yay., İst., 2022, 360 s. 3. Seda Özbek, Nesir Yazarı Olarak Cenap Şahabettin, (Yayımlanmamış doktora tezi), Gazi Ün. Sosyal Bil. Enst., Ank., 2016, 904 s. 4. Cahit Sıtkı Tarancı, Yağmurdan Sonra Güneş, (Haz. Necati Tonga), Can Yay., İst., 2019, s. 97-100; 209-214.