Erken yaşlanmış bir gencin portresi

AYÇA ÖRER
Abone Ol

Bugünden bakınca, olgunluk eserlerini altmışlarında verdiğini düşündüğümüz yazarların, henüz otuzlarında büyük eserler ortaya koyduğunu görmek şaşırtıcı. Ancak, gençlik, bir zamanlar olgunlaşmayı bekleyen günlere değil, yaşarken üretmek iradesi gösteren günlere deniyordu.

Bir arkadaşım, “Artık hikâyelerimizi anlatacak yaşa geldik sanırım” dedi. 90’larda tanık olduklarımız, sonrasında herkes gibi bizim de bir dönemini idrak ettiğimiz medya günleri... Hepsini toplamış, bunların belki de bizden sonrakilerin ilgisini çekebileceğini düşünmeye başlamıştı.

“Yok” dedim ona, “Bunun değerini idrak etmek için de, yazmak için de geç kaldık. Tarih yaşanırken yazılıyor.”

O sıralar, Balkanlarda yaşananları biraz olsun anlayabilmek için dönüp Ömer Seyfettin okumuştum.

Beni böyle söyleten ne nefsim ne bir anda her şeyi berraklaştıran fikirlerim. Bunları söylemek için bizden evvel yaşamışların hatıralarına sığınıyorum.

O sıralar, Balkanlarda yaşananları biraz olsun anlayabilmek için dönüp Ömer Seyfettin okumuştum. Bu, çocukluğumuza ilmek ilmek işlenmiş yazarın öne çıkmayan hikâyelerindeki tatlı ahenk, diline hâkim olan sakinlik kadar bir şeyi daha etkiledi yıllar sonra. Dizi dizi kitapları yazan, sanki yıllarını bu uğraşa adamış görünen hikâyeci, benimle aynı yaşta göçmüştü.

Şaşılacak şey, otuz altı yaşında bir insan olsun ki hem kendine bir hikâye kuracak bir ömür yaşasın, hem de anlattığı hikâyeleri bitmek bilmesin.

Sonra doyasıya bir ömür yaşamış zannettiklerimizin ömürlerine dikkat kesildim. Kimi ellisini bile görmemiş nice dünyaya iz bırakmış fani.

Onlar arasında Ömer Seyfettin’den bahsedeceğim ama.

Şöyle yazmış bir insan:

  • “Hatta senin hayâlini, ey sevdiğim, bu dem...
  • Hissimde yok, inan, ne sevinme, ne bir elem:
  • Bir boş odayla kasvet-âlûde bir sükûn”

Nezleden yorgun düşmüş genç bir insanın sözleri bunlar. Ne kadar yorgun ve yaşlı geliyor.

Bu biraz da dönemin ruhudur. Bilgisayarın başından sökerek aldığımız gençler gibi değil onların yaşları. On altısında baba, on yedisinde asker, yirmisinde mevta belki. Yaşamın bizim zamanlarımızdaki gibi daralmadığı, yılların boş günlerden çok daha fazlasını içerdiği günler.

11 Mart 1884’te Gönen’de doğan bu çocuğun, küçük yaşlardan itibaren acılı bir kaderi var. Annesi Fatma Hanım’la babası Yüzbaşı Ömer Şevki Bey’in ikisi vefat eden dört evladından biri.

11 Mart 1884’te Gönen’de doğan bu çocuğun, küçük yaşlardan itibaren acılı bir kaderi var.

Sonrası, Osmanlı’nın son günlerine yetişen emsalleri gibi telaş içinde, erkenden büyüyerek geçen yıllar. Kuleli Askeri İdadisi, Edirne Askeri İdadisi. İlk edebi çalışmaların kendini gösterdiği günlerde henüz yirmisine bile varmamış bir çocuk.

Bu genç 1900’lerde İstanbul’a dönecek, Mekteb-i Harbiye-i Şahâne'ye başlayacak. İstanbul’da Mecmua-i Edebiye dergisinde yayınlanan ilk şiirler, Makedonya’da başlayan karmaşa günlerine denk geliyor. O da okulu bırakıp “Sınıf-ı Müstacele” denilen bir hakla mezun olacak.

Ömer Seyfettin’in çoklarının yadırgadığı “Beyaz Lale”, “Bomba” gibi hikâyelerini yargılarken, o günlerine dikkatle bakmak gerekir.

Böylesine genç bir yazarı bunca canlı hikâyeler yazmaya zorlayan nasıl bir şahitliktir?

Bu sorunun cevabını biraz anılarında aramak mümkün:

  • “Ayın kaçı? Bugün ne? Bilmiyorum. Benimle beraber kimse de bilmiyor. Ne felaket yarabbi! Ric’atin, inhizamın en çirkinini gördüm. Bugün burada, Köprülü’nün önündeyiz. İkinci fırka kaçtı. Yalnız biz, nizamiye fırkası kaldı. Birden ric’at emri verildi. Hep kendimizi galip sanıyorduk. Meğer müthiş surette mağlup imişiz. Toplar filan hep kaçtı. En nihayet bizim tabur kalmıştı. Biz de çekildik. Bütün gece, tam on iki saat yürüyerek sabaha yakın Kiliseli’ye geldik. Oradan dün sabah kalktık. Buraya döküldük. Yolda uzun bir muhacir kafilesine tesadüf ettik. Oh ne felaket! Kadın, çoluk, çocuk tam beş bin ev imiş.”

Baha Tevfik’ten Fransızca, Necip Türkçü’den sade Türkçe ve millî bir dille yapılan millî edebiyat konusunda fikirler alıp, bu fikirlerin bahçesinden büyüyen yazarı fikrince yaşamaya yönelten de yaşadığı olaylar. 1909’da görev aldığı Selanik Üçüncü Ordu’yla Balkanlarda ortaya çıkan düşmanlık iklimine, göç edenlerin mağduriyetine tanıklık ediyor.

Henüz yirmi beşinde.

1910’da askerlikten ayrılacak. Bu kararında Ziya Gökalp’in tavsiyesi etkili oluyor. Selanik’te yazar ve öğretmen olarak yeni bir hayatın eşiğinde. Yeni bir hayat kurmak için insanın hayalleri yetmiyor. Ömer Seyfettin’inki de yetmeyecek. Genç Kalemler Dergisi’nin başyazarı olarak bir yıl süren sivil hayatını Balkan Savaşı bölüyor.

Yirmi altısında yeniden asker, yirmi yedisinde esir. Yanya Kuşatması’nda yakalanan, Atina yakınlarındaki Nafliyon kasabasında on aylık esaret yaşayan Ömer Seyfettin, bu ıstıraplı günlere de teslim olmuyor. Okumaya, yazmaya devam edecek.

1913’te esareti bitiyor. Yirmi dokuz yaşında. 23 Ocak 1913’te Enver Paşa’nın organize ettiği Bâb-ı Âli Baskını’na katılanlardan.

Ömer Seyfettin, bu ıstıraplı günlere de teslim olmuyor. Okumaya, yazmaya devam edecek.

Artık askerliğine nihayet dediği gündür. Yıllardır cepheden cepheye sürükleyen bir insanın durmak vakti. Belki de iyi bir hayat kurmak. O günlerde kurduğu hayali şöyle not düşmüş:

“Beş sene evvel annem öldü (1913). Babam evlendi. Ablam zırdeli… Tabii ocağımız dağıldı. Ben apartmanlara düştüm. İyice çalışmak için rahata, aile hayatına ihtiyaç vardı. Evlenmeye kalkınca, bir komşum karımı tavsiye etti. Ailesi için çok iyi şeyler söyledi… Bir gün sabahleyin Fenerbahçe’de buluştuk. Görüştük. Ben onu fena bulmadım. Zaten güzellikte gözüm yoktu. Hayalimde daima bir ev hanımı yaşattığım için, onu, sade çarşafıyla, mahcup halleriyle tam zevkime münasip buldum. Nikâhlandıktan sonra evlerinde görüşmeye başladım… Bir alafrangalık müptelası karşısında kaldığımı anlayınca, titredim.”

Calibe Hanım’la gerçekleştirilen evlilik yürümez. Bu evlilikten geriye Fahire Güner isimli bir kız çocuğu kalır.

Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgisine karışan hayat dertleri, otuzlarına henüz varmış genç adamı sarsmış; onu Anadolu’ya uzun seyahatlerle, her hafta gazete ve dergilerde tefrika olunan yazılarla teselli eden bir hayata sürüklemiştir.

Otuz dört yaşında şu sözleri karalar:

“Dünden beri yağan kar her tarafı bembeyaz yaptı. O kadar soğuk ki… Küçük odamı ısıtamıyorum. Ellerim üşüyor, yazı yazmak canım istemiyor. Koltuğumda, ayaklarım gürüldeyen sobaya dayalı, dalga geçmek… Bundan da sıkılıyorum. İşte bir hafta var ki, biraz fazla sinirliyim. İçinde on beş senedir çırpınan bir ümit, bir hırs yine canlanıyor! Ben, otuz dört yaşında tepesi dökülmüş, saçları ağarmış, vakitsiz bir ihtiyar. Tıpkı hayırperver bir mektepli gibi kalbimin hızlı hızlı çarptığını, damarlarımdan kanların hızla dolaştığını duyuyorum.”

Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta
Nihayet

25 Şubat 1920’de yalnızca otuz altı yıl süren ama bugünden bakınca altmış yıllık bir ömre ancak sığan anılarıyla Hakk’ın rahmetine kavuşur.

Arkadaşı Ali Canip Yöntem’e ömrünü özetlerken, kendini pek yaşlı bulur:

“…Burada benim çok canım sıkılıyor. Ama ne yapayım? Hâsılı İstanbul’u sevmiyorum vesselam… Memur olmak da istemiyorum. Müşkil mevkideyim. Çok yanan bir lamba gibi gazım bitiyor. İki sene daha bu gürültü içinde yaşarsam bunayacağım. Kenarlarda bir köye çekilmek için münasip bir üslup arıyorum. Fakat ihtiyaç, o meş’um para ihtiyacı beni İstanbul’a bağlamış… Ben hayal ve güzel yazı yazmak iştiyakı içinde ihtiyarlıyorum. Saçlarım ağarıyor. Yüzüm çirkinleşiyor ve gittikçe buruşuyor. Muhitim bir cehennem, bir ahır… Muhasede, kin, garaz, hakaret… İnsanın maneviyetini mecruh edecek ne kadar şey varsa hepsi…”

Sahi, yaşlılık nedir?