Erenlere inanalım

ÜMİT AKSOY
Abone Ol

Buğday, dünyadır derler bizim erenler. Erenlere inanalım lütfen. Nefes, dünyayı hem var eden hem onu içerden kat eden, perdenin arkası. Daha doğrusu hem perdedir nefes hem değil. Buğday, aslında nefestedir. Çünkü dünya dahi o nefesle kaim olur.

“Ekmek dört kitaptan büyüktür” derdi annem, ben küçükken, nimete yan gözle, nankörlük ederken.

Annemi kınamayın ne olur. O, “dört kitap” derken, hangi kitaplar olduğunu ben bilmezdim doğrusu. Ümmiydi annem. Kolundaki bileziği bir öğlen vakti kendini iyi niyetli tanıtıp ondan isteyen birisine verecek kadar, saf ve temiz. O ümmiydi, ben hangi dört kitap bilmezdim, ekmek vardı ve onlardan büyüktü işte, hepsi bu kadar.

Annem unu açtı, içine biraz su, çokça emek, evet, biraz da maya kattı. İşte ben bu “maya”dayım. Bu “maya”yım.

Ekmekti işte: Hani hiçbir şey yokken elinizde avucunuzda kuru kuru bile yenen, evi biraz olsun yuva yapan, işaretin burada soyut bir değer olarak “kitap”tan çok somut bir gönderim olarak “nimet”e gittiği, biraz yoksulluk, çokça yoksunluk, bir “öğüt” verme biçimi olarak önce göze sonra kulağa fısıldanan bir çift kulağa küpe.

Ekmek ve dört kitap

Sonraları büyüdük. Yapmaktan çok düşünerek, bir cümleyi alıp üzerine saatlerce konuşmanın daha muteber olduğu bir yere düştük. Dört kitap, kırk makam, öğrendik. Öğrendik ama bu sefer de başka bir uca savrulduk. Nihayet için yazdığım başka bir yazıda Kazancakis’in Zorba’sından yaptığım alıntıyı tekrar zikretmeme müsaade edin lütfen; öyle ya tekrar da faydadır zira:

‘Bu adam,’ diye düşündüm, okula gitmediği için beyni bozulmamış. Çok şeyler yapıp, çok şeyler görmüş ve çekmiş, açılmış, kalbi ilkel cesaretini kaybetmeden genişlemiş. Bizim için dallı budaklı ve çözülmez olan bütün sorunları o, hemşerisi Büyük İskender gibi bir kılıç vuruşuyla çözüveriyor. Onun açık vermesi zordur. Çünkü tabanlarından başına kadar, bütünüyle toprağa dayanıyor. Afrika vahşileri yılana taparlar, çünkü bütün vücutları toprağa değer ve böylece toprağın bütün sırlarını bilirler. Bu sırlara, karnı, kuyruğu, edep yeri ve başıyla varmıştır o. Biz okumuşlar, havadaki sersem kuşlar gibiyiz.

Edeple toprak yahut okumakla sersem kuşlar arasındaki ilişki, benle annem arasındaki farkın da kısa bir özeti aslında.

Osmanlı alimleri dil bir topraktır, diğer ilimler ise onun ürünleridir diye düşündüler
Nihayet

Yanlış anlamayın: Bu bir günah çıkarma ya da halka methiye düzme yazısı değil. Annemin dört kitaptan yeğ gördüğü ekmeği nasıl yaptığını hatırladığım için yazıyorum bunları. Eski zamanlardayız. İstanbul’un yarısından fazlasının köy olduğu, ama bazıların daha da köy olduğu bir yerdeyiz. Şimdi elimizde bir el arabası var ve yaklaşık 10 kilometre ötedeki un fabrikasına doğru yol alıyoruz. Tıngırdayan bu el arabasını giderken ben gelirken annem sürüyor. Henüz “yelinceğim” ben çünkü, öyle diyor annem. Yelincek yani hafif, güçsüz, çelimsiz. Şimdi dönüş yolundayız. El arabasının içi koca bir çuval unla dolu. Kan ter içinde, soğukta, ellerimiz fazlasıyla üşümüş, dönüş yolunda. Şimdi eve geldik. Annem unu açtı, içine biraz su, çokça emek, evet, biraz da maya kattı. İşte ben bu “maya”dayım. Bu “maya”yım.

“Ekmek dört kitaptan büyüktür” derdi annem, ben küçükken, nimete yan gözle, nankörlük ederken.

Okumuş (bu ne demekse artık), havadaki sersem bir kuş olarak ben, şimdi geriye dönüp bu “maya”ya yaklaşmaya çalışıyorum; anlamaya değil sadece ona ulaşmanın önündeki engelleri kaldırmaya cehd ediyorum, bir lütuf olarak o açıklıkta durmaya gayret ediyorum, kapının açılmasını bekliyorum.

İşte, beklerken kapının önünde, okumuş olmanın verdiği sersemlikle o mayaya bakıyorum uzun uzun. O maya, birazdan o hamuru katılacak ve ekmek olacak. Önce biraz bekleyecek elbette. Üzeri kapatılacak, harman olacak içindekilerle. Sonrası malum: Ateşlerde yanacak, yol alacak. Sonra? Sonra bir “ekmek” olacak.

Bir menkıbe

Herkes menkıbeyi bilir: Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli Hazret’ten, rüyasında, köyündekiler için buğday ister. Hazret ona, “Sana buğday yerine nefes verelim” der ve Derviş Yunus’un “İstemem”leri karşısında her defasında pazarlığı daha da arttırır. Diretir Yunus, bizim derviş Yunus. İlle de “Buğday!” der. Hazret’in dilinde nefes, Yunus’un gönlünde buğday, bir kapı önünde söyleşirler.

Önce ekmek
Nihayet

Yunus, eşikte beklerken, pişerken yani, ister ki köyüne “herkes”in ihtiyacı olan şu buğdaydan götürsün. Bektaş Hazret ister ki nefesle buğdayı verene bir yol bulsun şu garip derviş. Lakin mümkün olmaz; birkaç dakikalığına açılan o hakikat kapısı gerisin geri kapanır. “Tamam” der ve istediğinin fazlası verilir dervişe. Yunus sevinir ama çok sürmez geri gelir dergâha, hatasını anlar ama nafile. Kilidi açacak anahtar, yani şu hakikatle temas imkânı ertelenmiştir; kapı başka bir yere göçmüştür. Yol uzar, derviş üzülür, hayat devam eder.

Herkes menkıbeyi bilir: Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli Hazret’ten, rüyasında, köyündekiler için buğday ister.

Buğday, dünyadır derler bizim erenler. Erenlere inanalım lütfen. Nefes, dünyayı hem var eden hem onu içerden kat eden, perdenin arkası. Daha doğrusu hem perdedir nefes hem değil. Buğday, aslında nefestedir. Çünkü dünya dahi o nefesle kaim olur. Lakin zuhurun şiddeti o kadar yoğundur ki görülmez zuhurun ardındaki. Varolan, Varlık’ın hem bir nişanesi hem de onun perdesidir. Hakdır kendini kendi zuhuruyla perdeleyen, böyle der erenler. Erenlere inanalım.

Buğdayla nefes arasındaki mesafe, hayvanla insan arasındaki farktır. Herkes, her an o nefesle var olur da yine de öteye geçmek istemez. Hadi fiili yerli yerince koyalım: Nasip olmaz. Nasip kısmet işidir dünyanın işleri; böyleyken yine de talip acz içinde dünyaya sarılır. Bu da bizi o kritik noktaya getirip bırakıverir: Talipten istenen bunu dahi yapacak takatinin olmadığını, yani o aczi bilmesi, iliklerine kadar hissetmesidir. Öyle der Beyazıd- ı Bestami Hazret gönlüne gelen müşahede anında. Hazret kendisine şöyle seslenildiğini duyar:

“Ey Bayezid! Eğer Beni istiyorsan bana bende olmayan bir şeyle gel!” Hazret kendinden geçmiş gibidir. Gönül diliyle Rabbine yönelir: “Ey Rabbim! Sende bulunmayan şey nedir ki?”

“Acizliktir…” Yunus’un eşikte beklerken bilmediği de budur esasında.

İşte şimdi bir tarafta annem, buğday, ekmek, ham Yunus; öte yanda Hacı Bektaş Hazret, nefes, acizlik. İşte maya, Anadolu mayası, biraz da ham halden pişmeye doğru giden şu yolun hikâyesidir. Bir bakıma maya orda bulunan, verili lakin biraz cehd, çokça nasiple yolda olmayı sağlayan ikramdır.

  • Şöyle der Derviş Yunus yolun başında zira:
  • Dilin ile şakırsın
  • Çok maniler dokursun
  • Vara yoğa kızarsın
  • Sen derviş olamazsın

Maya burada bir yandan bu sözleri Yunus’a söyletendir bir yandan da hayvanlıktan insanlığa giden yolda açılıp dile gelmeye bekleyen gizli hazinedir. Yunus’a “Buğday, ille de buğday!” dedirten olmamışlık bir kusurdan çok ilah-i takdirin dile geldiği serencamın bir neşvesidir. Cennette peşine düşerek dünyaya düşürten yasak meyvenin buğday olduğu “rivayet” edilir. Buğday, yani dünyalık. Dünyaya düşmek, kanlı canlı olmak, nihayet dünyada olanla olur. Wim Wenders, Berlin Üzerindeki Gökyüzü’nde meleklikten “istifa” ederek insan olan iki melekten birisinin hikâyesini anlatır. Damiel’in bu “geçiş” anındaki halleri görülmeye değerdir. Düşüşün ilk saniyelerinde kanayan başına dokunur ve parmağını keyifle tadar ve ağzından şu sözler dökülür belli belirsiz: “İşte sonunda anladım…” Bu, insan olmanın, canlılığın tadı, anlaşılan da onu zevk etmektir. Dolayısıyla dünyaya düşüş ilah-i muradın bir gereğidir evet; ama yine de burada çalışan hakikatli bir süreç vardır. Cennette karılan ama dünyaya düçar olan ruhla bedenin mütemmim cüzüdür insan. Dolayısıyla insanın mayası bir bakıma bu karmanın bir ürünüdür: Bir tarafı cennete bakan, bir tarafı dünyaya.

Anadolu’yu mayalayan erenler, Anadolu’yu yurt belleyenlerin ruhla bedenin selametli birlikteliğinin tesisinin vesileleridir.

Bu anlamıyla mayanın mahiyeti bir tür berzahiyet olarak nitelenebilir. Maya, bir şeyin aslıdır, özüdür ama bu o şeyi o şey yapmaktan çok, o şeyin şeyiyetiyle birleşik halde bulunan, şeyden ayrı düşünülemeyecek bir anlama haizdir. Maya o şeyi o şey yapar ama o şeyin şeyiyetini iptal etmeden. Bu pratikte şu anlama gelir: İnsan, cennetten tevarüs ettiği, ona miras kalan özüyle, bedenlendiği dünyalığıyla birlikte insandır. Şöyle der İbn Arabi Hazret:

Mahv yoluyla sebeplerin ortadan kalkması ancak hükümlerde görülür, asıllarda değil. Sebep ve vesileler ortadan kalksaydı, kul da yok olurdu ama o yok olmuyor. O halde, hikmet gerektirir ki vesileler varlıklarını sürdürsün, ama kul ona bağlanmasın.

Dolayısıyla sebepler/vesileler zaten insanın varoluşunun ta kendisidir. İnsan, tam da bu sebeplerle birlikte, aynı anda vorolur: ondan dolayı değil, onunla eş zamanlı olarak. Denilebilir ki sebepler ilahi muradın mütemmim cüzüdür ve ancak istenirse ilah-i muradın bir başka dilemesiyle ortadan kalkar; ama “ortalama” insanlık durumu tam da budur. Bu anlamıyla, dünya bu sebepler dairesiyle birlikte aynı onda var olur/yaratılır. Kul bu sebepler/vesilelerle var olagelir ama ona “bağlanmaması” salık verilir. Çünkü sebepler, dünyanın dünyalığının hem bir işaretidir (“bedenimiz bize emanettir”) hem de bir ötenini işareti olarak hep hatırda tutulması (zikr) gereken her an yaratılıyor olduğunun zevkinde olmaktır.

Anadolu mayası

Anadolu mayası, dolayısıyla, işbu olma hikâyesinin adıdır bir bakıma. Anadolu’yu mayalayan erenler, Anadolu’yu yurt belleyenlerin ruhla bedenin selametli birlikteliğinin tesisinin vesileleridir. Bir vesile olarak erenler, Bektaş Hazret gibi, nefeslemişlerdir yurdu. Yurd biraz da bu nefesle yoklukta kaim olagelmiştir. Mesken, eğer içinde sakin ve sükûnetli bir halde ikame etmekse bu, bu nefes vesilesiyledir. Maya, hamuru ekmek yapar, ruh katar. Nefes, bir maya olarak bedenin ruhla ilişkisinde hak edilene hak ettiği kadar kıymet vermeyi salık verir. Sezar’ın hakkını Sezar’a vermeyen bizim erenler şöyle der: Dünyaya dünya; ahirete ahiret kadar değer ver. Erenlere inanalım.

Gerçek ekmek için köklerinize sarılın!
Nihayet

Maya, ekmeği ekmek yapar ama bu, sadece maddi bir cihetle olmaz; niteliksel bir sıçramayla, hamura ruh vermeyle olur. Maya, o şeyi o şey yapar; yani özüne kavuşturur, iletir. Erenler, Anadolu’yu yavaş yavaş, derinden, sessizce üfledikleri nefesle mayalarlar. Bu, tekrar da fayda var, hamlıktan pişmeye giden yolu açmaktır. Bir berzah olarak maya, hamura katılırken ona (ekmek olma) yolunda yol olur, yoldaş olur. Mayalamak, özüne kavuşturmaktır.

  • Derviş Yunus kulak verelim yine:
  • “Doğruya varmayınca
  • Mürşide yetmeyince
  • Hak nasip etmeyince
  • Sen derviş olamazsın”

Derviş yolda olanda, yol hiç bitmez evet; menzilleri vardır; geçidi yoktur, derin göllerle. Lakin her menzilde yolun bir rengi seyredilir; olmak değil, yolda olmaktır asıl olan. Derviş olmak, son kertede, nihayet, nasiptir… Nasrettin Hoca’nın dilinden süzülüp gelen “Ya tutarsa?”, bir safdil bir umuttan ziyade işlerin sahibine hürmet gösteren gönlün gördüğüne, yani nasibe işaret eder, onu söyler. Hamura karılan, çalınan maya hamuru ekmek, hamlığı pişkinlik yapar, ateş ile, iklim ile, aşk ile. Bir berzah, bir geçit olarak mayada, mürşid, ol kişilerdir erenler, dervişi döller. Döllemek, nefes vermektir, terbiyedir, irşaddır. İrşaddan murat, rüşd ile yolu işaret etmek, göstermektir. Maya, özü, öze gönderen, ileten, açıklığa kavuşturan, saklılıkta olanı açığa çıkartandır. Doğruya varmak, mürşide ulaşmak, nasiptir, kısmettir. Maya, mürşidin kalbinden dervişe sunulan bir lütf-u ilahidir.

  • “Derviş Yunus gel imdi
  • Ummanlara dal imdi
  • Ummana dalmayınca
  • Sen derviş olamazsın”

Mayalanmış gönül, erenlerin elinden, dilinden, belinden emin olarak damıtılmış bir ikram olarak dervişe gelince kalb genişler, ferahlar, bütün yurd bir umman olur. Maya, nasıl ki hamuru bir katık haline getirirse, hamuru dürer, onu döller, insana rızık olarak sunulursa, derviş de, mürşidin elinden, erenlerin gönlünden, demlenir, hamlıktan, nasiple, bir vesileyle yola revan oldurulur. Bir berzah olarak maya, toprağı yurd, mesken yapar. İşte Anadolu, işbu mayalanmayla, mayalanmaya varolagelmiştir. Ummanlara dalmak, ancak bedene üflenen nefesle olur çünkü insan olmak kalbin gözetimde yaşmakla mümkündür. Yolda olmak, kalbe doğru gitmek, karar kılmaya cehd etmek, nasipten pay almaktır. Maya, bu toprakların asli nefesidir, ikramıdır.

Hacı Bektaş Hazret’in dilinde nefes, Yunus’un gönlünde buğday, bir kapı önünde söyleşirler.

Bir muallimden, güzel bir muallimden söz açmanın vaktidir o halde. Bu güzel muallim, ilkokuldaki körpelerin “sınav kağıtları”nı okur, yanlışlarını özenle siler, yerlerine doğrularını yazar, beşi yedi, altıyı sekiz, sekizi on yaparmış. Neden? Çünkü okulun, bu güzel adam, okumanın havadaki sersem kuşlar yetiştirdiğini bilirmiş de ondan. Çünkü asıl olan, muhabbetmiş. Çocuklar, sınavlarından artan iki puanla sınıfı geçmezler esasında; hocalarına muhabbet beslerler. O iki puanlık fark, muhabbetin mayası olur bir bakıma. Okulu, imtihanı, başarmayı, yarışmayı, hırsı bir tarafa itip, o çocuklarla içerden bir bağ kurar muallim. Daha doğrusu, muallim kapıyı açar, muhabbet kapısıdır bu, çocuklar içeri girer. Maya, burada o iki puanlık farkla çocuklara ikram edilen nefestir ve hiç şüphesiz bu, çocukların başına cellat kesilen “öğrtemenler”in, sadece onlar mı, yavrularına bir koşu beygiri muamelesi yapan anne babaların anlayamayacağı ve çokça kızacağı bir hatadır. Nasip böyle bir şey işte. O muallimin elinden çocuklara ulaşan “maya”, muhabbettir bu, Anadolu’nun ağızlara pelesenk olmuş irfanından başkaca bir şey değildir. Okumanın okulda değil de, okulun dışında olduğunu bilen, sersem kuşlardansa sahici “cahillik”ten medet uman, asıl olanın muhabbet olduğunu bilen muallim, erenlerin nefesinden süzülüp ahir zamana ulaşan mayanın bir nişanesidir.

Gelelim anneme…

Ekmeği dört kitaptan üstün gören anneme kızmayın. Onu mayalayan da bu toprakların değerleri bir bakıma. Dört kitabın manasının bir elifte saklı olduğunu söyleyiveren Yunus’a kulak vererek dinleyelim annemi. Derler ki; “Allah, ‘hased’i dünyaya on parça indirmiş; dokuzunu okumuşlara birini diğer insanlara dağıtmış. Okumuşlar müracaat etmişler, ‘O birinde de hissemiz var Yarabbi!” diye...

Benim (okumuş) cahilliğimin yanından annemin ümmiliğinin lafı olmaz. Rahmet olsun.