Endişeli bir acil doktorunun güncesi

B.BAHADIR AKBULUT
Abone Ol

Nelerle karşılaştım ah ben, neler gördü bu gözler? Kendisine araba çarpmış bir beyin kanamalı hastayı sevk etmeye çalışırken, kendisine defaatle, sebebiyle beraber, az sonra ilgilenileceği bildirilmesine rağmen “burun kaşıntısı ilacı” talep eden hasta, insan doğasını sorgulatmıştı bana. Üstelik sadece yabancı hastalar için değil, kendi yakınlarının söz konusu olduğu durumlarda dahi benzer olaylara ve tepkilere maruz kaldıktan sonra…

Salı

Vücudumun her yeri ağrıyor. Bir ara ağzıma bir şeyler tıkıştırdığımı hatırlıyorum. Durmam lazım, hem mola vermek performansı artırmıyor muydu? Ancak dışarısı başka bir dili konuşuyor. Kalabalık, sürekli uğultu odanın içine sızıyor.

Kaçıyordur bir şeyler arada. Aksi imkânsız. Ne yaparsam yapayım engelleyemeyeceğim bile. Yirmide bir değil miydi standart? Amerika’da olmuyorsa, ben şu küçük acil serviste ne yapabilirim ki?

Sabah yaptığım kahveden bardağıma koyup bir yudumda mideme indiriyorum. Neredeyse akşam olduğundan epey soğumuş. Ama iyi gelse gerek.

Sabah gördüğüm hasta tekrar geliyor. Bu kadar korkunç çok az şey vardır acilde. Bir şeyleri yanlış mı yaptım, gözümden bir şey mi kaçtı, başka türlü mü yaklaşmalıydım diye düşünüp duruyorum. Oysa bu benimle ilgili değil, karşı tarafla ilgili. Basit bir hastalık da olsa çocuğu akşam babası yeniden getirebiliyor: “Hocam buna bir şeyler yap.”

Vücudumun her yeri ağrıyor. Bir ara ağzıma bir şeyler tıkıştırdığımı hatırlıyorum. Durmam lazım, hem mola vermek performansı artırmıyor muydu? Ancak dışarısı başka bir dili konuşuyor. Kalabalık, sürekli uğultu odanın içine sızıyor.

Tabii ailelerde hata yok. Ben nasıl arabadan anlamıyorsam ve teknik serviste komik isteklerde bulunuyorsam bu insanlar da çok farklı değil aslında.

Yine soğuk algınlığı, ishal gibi bir sorun olunca sıkılıyorum! “Sizin, bizim çocukluğumuzda böyle hastaneye gelmek var mıydı? Bakınız, hâlâ sağlamız, buradayız” diye düşünmeden edemiyorum. Söylemeden de durmuyorum doğrusu. Gerçeklerle karşı karşıya gelen insanların bir anda içgüdüsellikleri, otomatizmaları kaybolup, mantıkları devreye giriyor olsa ki, “Haklısınız hocam” diyorlar.

Belki de sorun, serumla iğneyi hastalara sihirli bir iksirmiş gibi pazarlayan doktorlar. “Şimdi sana bir iğne/serum yapacağız, zımba gibi olacaksın.” Bu sözü servislerde sık sık herkes duymuştur. Hemşire masasının arkasında kendine serum taktırmış oturan bir personeli de görmeyen yoktur.

İşte böyle bir ortamda eğer siz bu uygulamaları yapmıyor iseniz, sanki sihirli iksiri kendinize saklıyormuşsunuz intibaı uyandırmakta.

Ancak işin gerçeği, bunların tamamı plasebo. Biraz sıvı, biraz ilgi ve az biraz da acı. Özel ilaçlar ve durumlar hariç, ilaçların vücuda alınış şeklinin önemi çok az. Etki başlangıç hızı fazla olsa bile, çoğu hâlde yarım saat öncesi ya da sonrasının bir önemi yok.

Bunları düşünürken dışarı çıkıyorum, servisi dolanmaya. Bir çocuk görüyorum, anımsıyorum bu yüzü. Basit bir grip rahatsızlığı sebebiyle gelmişti. Şimdi tekrar burada. Ağızdan yazdığım tedaviyle tatmin olmamış herhâlde, bir başkasına serum reçete ettirmiş. Çocuğun kolları mosmor. Sorsam dişlerinin arasından bir şeyler söyleyecek, biliyorum.

Kalsın, öyle bilsin, ne desem boş.

Perşembe

Ankara’dan dönüyorum. Acilde bırakmıştım arabayı, onu almak lazım. Bir de lokum bırakacağım ekibe. Herkesin anlık bir kaçamağa ihtiyacı var.

Taksi yanaşırken ambulansı görüyorum dışarıda, arka kapı açık. İçi boş. Parayı tutuşturup koşarak giriyorum içeri. Hınca hınç dolu her yer ama bir iki omuz atıp geçiyorum.

“Kaçıncı dakika?” diye soruyorum, yeni girmişler. Çantamdan standart ekipmanı yüklenip, tıklıyorum. “Adam lazım mı?” On dakikalık bir egzersizden sonra, monitör o harika sesi veriyor. “İş tamam artık. Evrakları hazırlayıp paslayalım istersen.” Evraklar hazırlanıyor bir yandan, bir yandan ekranı izliyoruz.

Derken bir şeyler ters gitmeye başlıyor. Yavaş yavaş düşüyor havalanma oranı. %90… %80… Tüp yerinde. %70… Kalp ritmi nominal, basınç normal. %60… “Göğüs duvarı jöle gibiydi, içeri kanıyor mu acaba? Hocam dükkân senin ama açalım istersen.” “Yok dursun şimdilik.” %50… “Eğer bunu yapmazsak kesin ölecek, eğer yaparsak belki döner. Yaşlı adam, biliyorum ama işe madem başladık, bitirelim.” %40… %30… %20… Artık pek düşünmeye vaktim yok, o yüzden yapmaya karar veriyorum. Kısa hazırlık, iki küçük kesik, biraz kasaplık, küçük bir şelale. Ve şöyle buyurdu ekran: %90. Harika!

Tekrar arıyoruz sevk merkezini. Yoğun bakımda yer yokmuş. Tamam, anlıyorum, 70 yaşında adam, triaj yapmak lazım, bir genç trafik kazası ile kıyasladığında onu almak lazım ama biz ne yapabiliriz bu küçük taşra hastanesinde? İki saat Bolu yoluna dayanabilir miymiş hasta? Ben nereden bileyim?

Biz konuşmaya, tartışmaya devam ederken ekrandan acı sesler. Adam kayıp gidiyor. Yine deniyoruz ama... Geçmiş olsun, yapacak bir şey yok artık.

Ah şu triaj olmasa lokum gibi olurdu bu iş de.

Hastaları aciliyetlerine göre ayırmak zorundayız. Triaj, tıbbın soğuk gerçeği. %95 olasılıkla doğruysak, yeterince doğruyuz.

Pazar

Yine telefon, yine kavga. Onları da anlıyorum. Kaynaklar sınırlı, tüm hastaları götüremeyiz, ayrıntılı değerlendiremeyiz. Bir yerde durmak zorundayız. Hastaları aciliyetlerine göre ayırmak zorundayız. Triaj, tıbbın soğuk gerçeği. %95 olasılıkla doğruysak, yeterince doğruyuz.

Ama bizim işimiz de zor. Öksüren tıksıran da, on dakika sonra ölecek olan da kendini acilde buluyor. Gelenlerin neredeyse hepsi yeşil alan vakaları. Yani 6 saatten 24 saate kadar beklese hiçbir şey olmayacak hastalar. Belki haşlanmış patates yese, belki sıcak tarhana çorbası içse iyileşecek. Ama nereye geliyorlar? Acil servise! Biraz kaşıntı, az biraz şuram ağrıyor. Fakat koşarken düştü doktor bey, kırık olabilir mi?

Hadi onlar gelsin, başımızın üstünde yerleri var; ama acil biriminde tek doktorsanız, yanınızda da iki, iyi bir günse eğer üç hemşireniz varsa hiç öyle triaj falan olmuyor. En az üç kişilik bir ekiple hizmet vermek zorundasınız çünkü. Normal şartlar altında kapıdan giren her hastanın triajının hızlı bir şekilde yapılıp, hastaların acil (kırmızı alan), ivedi (sarı alan) ve normal (yeşil alan) şeklinde ayrılması gerekir. Ama ne mümkün! Triaj yapılsa bile hastalara yine siz, üstelik tek başınıza, her birine tek tek bakacağınızdan bir önemi kalmıyor. Sonra gelsin kavgalar, gürültüler. Yaşasın tartışmalar, olabildiğine gereksiz işler.

Böyle olunca ben ne mi yapıyorum? Kapının aralığından görünen hastalara ancak gözümle triaj yapıyorum Çünkü bir kısmına sorsan en acil kendisi. Biraz insaf. En iyisi hiç sormamak.

Osmanlı sağlık anayasası
Nihayet

Bazıları da garibim pek sessiz. Geçen gün bir genç kız geldi. Ensesine vur, ekmeğini al; bir köşede sallanıyor, ayakta. Tipinde bir şeyler yanlış, gerçek hasta olduğunu görüyorsunuz. Meğerse soba zehirlenmesi geçirmiş. Yanından geçip giderken gözüme takıldı da yakaladım garibi. Ya bir köşede sessiz sakin oturduğu bankta kalp krizi geçiren amcalara ne demeli? Başına ne geldiğinden habersiz, ufaktan canını teslim ediyor. Böyle hâllerde Allah’tan bir sosyal baskı var da, kendini bilmez o azınlık seslerini çıkaramıyorlar.

  • Nelerle karşılaştım ah ben, neler gördü bu gözler? Kendisine araba çarpmış bir beyin kanamalı hastayı sevk etmeye çalışırken, kendisine defaatle, sebebiyle beraber, az sonra ilgilenileceği bildirilmesine rağmen “burun kaşıntısı ilacı” talep eden hasta, insan doğasını sorgulatmıştı bana. Üstelik sadece yabancı hastalar için değil, kendi yakınlarının söz konusu olduğu durumlarda dahi benzer olaylara ve tepkilere maruz kaldıktan sonra… İnsan gerçekten hayret ediyor.

Acaba temel sağlık eğitiminin mi iyileştirilmesi gerek, insanların acile bu kadar sık gelmesinin önüne geçmek için? Ya da evde olmasa bile, okullarda öğretilmiş olmamalı mıydı bu hayatın işleyişi ile ilgili temel bilgiler?

Bir koğuşu turlamak lazım, bir saat oldu. Kim var kim yok, görmeli.

Çarşamba

Bir koğuşu turlamak lazım, bir saat oldu. Kim var kim yok, görmeli. Sıradaki hastayı içeri davet edip, geleceğimi söylüyorum ve elimde kâğıtlarla gezintiye çıkıyorum. Evde ilaçtan sonra kaşıntısı başlayan bir çocuk vardı, iyi görünüyor. Kılavuzlara göre sıkıntı yok, evine yollasam olur. Ama bir şeyler yanlış gibi geliyor, yolunda gitmeyen bir şeyler var. “Hasta” görünüyor bu çocuk. Göndermek istemiyorum içten içe. Ancak alerji algoritmasını başlatmaktan da çekiniyorum. Hiçbir ilaç masum değil. Kaş yapayım derken kalp durdurmak istemiyorum. Ama eğer ben haklıysam, vakit kaybediyorum bir yandan. Arada kalmak kadar öfke verici bir şey yok ama elimde kalan tek seçenek beklemek.

Annesi endişeli görünüyor. “Ne kadar gerekirse dururuz hocam, önemli değil” diyorlar. Onları gece on ikiye kadar tutma niyetindeyim. Beş dakika geçiyor, belki on beş, kapıdan bir bağırma sesi: “Hocam, çocuğa bir şey oldu!”

Nasıl geldim buraya, bilmiyorum. Korktuğum olmuş, ama en azından ne yapacağımız belli. Sakin, kısa emirler veriliyor. Annenin çığlıkları var sadece zihnimde. Çocuk doktorunu istiyor anne. Bir sinaps atıyor beynimde, kötü gidebilecek her şey aklımda bir film şeridi gibi. Aynı sakinlikle her şeyin kontrol altında olduğunu söyleyip, odadan çıkıyorum. Hem malzeme almak lazım hem de işler gerçekten karışabilir. İşler karışırsa, “Neden danışmadın?” derler. “Neden danıştın?”ın cezası belki kısa bir azar iken, aksini düşünmek istemiyorum.

  • Fakat biliyorum ki bazen sadece uğraşmak istemiyorlar. Bazen hastayı sevk etmeye çalıştığımız hastane, bazen sevk merkezindeki görevliler, bazen sevk etmeye çalışan doktorlar, bazen yardım istediğimiz meslektaşlarımız, hemşireler, onlar, bunlar, şunlar… Bir kişi çıksa yetiyor. O tıkır tıkır işleyen istemin dişleri arasına emir çubuğu sokuveriyor bir kişinin umursamazlığı. Sanki yarın kendisi orada yatmayacakmış gibi tavırları. Yine işler, yine döner bu makine ama. Zor olanı zorlaştırmanın anlamı nedir?

Yani bizi engelleyen tek şey prosedürler, tıbbi protokoller değil. Evet, salt klinik şüphe üzerinden yürütürsek işi, bu işin sonu gelmez. Her işte vardır “bu iş burada böyle yapılır”cılar. Fakat bir üniversite hastanesi ile görüşüp, aynı sonucu alınca, insan uğraşma arzusunu yitiriyor.

Bunların hepsini yaşadım, yaşadık, yaşıyoruz. Neyse ki bugün şanslı günümdeyim. Arayıp durumu anlatıyorum. Kısaca. On beş dakikada evinden çıkıp acile geliyor. Hay Allah senden razı olsun! Telefonlarımı açmayan diğer uzmanlar halt etmiş. Hastaya müdahalenin geri kalanı tamamlanıyor. Güzelce paketlenip, servise yatışı yapılıyor. Gerekli notlar yazılıyor, her şeyi belgelemek lazım. Ne olur ne olmaz.

Dışarıdaki yığın iki katına çıkmış. Ama acil beklemez, devam etmek lazım.

Cuma

Gözlerimi bir anda nöbetçi doktor odasında açıyorum, dükkânı teslim ettiğimi hatırlıyorum. Toplanmaya çıkmıştım ama, yine uyuyakalmışım sanırım. Yarı uyanık telefonumu açıyorum, biraz haberleri karıştırayım diye.

Yine aynı halt, doğrusu. Yine savaş, ölüm, hastalık, panik, korku. Biraz daha aşağı iniyorum, doktor bilmem nerenin acil servisinde darp edildi. Ne hoş, ne güzel. Şaşırmıyorum. Şaşırtmıyor. Bir izin versem benim başıma da gelecek. Daha vakit var ama. Daha olmadı.

Ama haberler hep böyle değildi diyorlar. 40’lı yıllarda Edward Bernays’in televizyon ve reklamcılıkta yaptığı devrimden başlayan bir hikâye bu. İnsanlara sürekli korku ve tehlike empoze edilirse daha fazla ürün satılacağını gösterdiğinden beri, bir kar topu yuvarlanmaya başlamış. Diyorlar ya eskiden yoktu bu kadar. Vardı efendim, daha fazlası vardı, sadece haberlerde yoktu.

Türkiye’deki istatistikleri çok bilmiyoruz doğrusu, ama Amerika Birleşik Devletleri’nde durum ortada. Eğer ruh sağlığı ve hastalıkları branşını yok sayarsak, doktorların iş yerinde şiddete uğrama oranları, diğer hizmet sektörleri ile benzer bir noktada: %1 gibi bir şey. Tabii ki düşük değil, ancak çok da panik olmaya mahal yok.

Ama insan rasyonel bir canlı mı? Hayır. Sayılar ne derse desin, “Acaba ben o %1 içinde miyim?” korkusu devamlı zihnimde işliyor, yavaş yavaş beni kemiren bu düşünce hiç kaybolmuyor. Bu yüzden bir doktor olarak her şeye hazırlıklı olmaya çalışıyorum.

Bize tartışmaları kademeli olarak alt basamağa taşımamız öğütlendi. “Deskelasyon” dediler ismine. Bunu kurallıca uygularsam başıma bir iş gelmez mi? Ama ben de insanım. Ya çok sinirlenirsem? Ya kendimi tutamazsam? Başıma o zaman neler gelir?

Ayrıca bizim hasta eğitimlerimiz oldu, fakat hiçbir zaman gerçekten “zor hasta”mız olmadı. Bilgi vermede zorluk çıkaran, konuyu dağıtan veya genel olarak sıkıntılı hasta eğitimi oldu. Fakat hiç tehdit edilmedim ya da suratıma küfür edilmedi. Ancak gerçek hayatta yüzleştiğimiz şeyler ise bunlar; bunlar acil servisin acı gerçekleri. En iyi olup olmadığı tartışmalı olmakla birlikte en iyiler arasında bulunduğu konusunda hemfikir olunan bir üniversitede dahi bu sağlanmıyorsa, diğer fakültelerdeki durum içler acısıdır.

Bir de, bu halk sağlığı araştırmacılarının çok sevmediği bir yaklaşım ama kurbanın kendi özellikleri de rol oynuyor olsa gerek bu tartışmada. Hastaların özellikleri için bunu çıkarıyoruz, neden kendimiz söz konusu olunca yapmıyoruz, bilemiyorum.

Sinirli, kaba doktor çok gördüm, yan yana çalışırken, “Şimdi kavga çıkacak” düşüncesinin beynimin içinde uçuştuğu, steteskopumu, hastanın tutunabileceği objeleri kenara koyup, her şeye hazırlandığım zamanlar...

Belki de tartışmayı kademeli olarak bitirme yaklaşımına ek yapmalıyız. Askerler ve polisler de çoğu kez buna yönlendiriliyor. Fakat, işler kötüye gittiğinde B planları var. Sadece ateşli silahlar değil. Fiziksel eğitim gerekiyor bu meslekler için. Belki aynı şeyler hekimlik için de olmalı. Sonuç olarak biz de insanın en primitif, en saf hâliyle meşgul oluyoruz, aynı onlar gibi. Benzeri yetkiler ve yetkinlikler bize de sağlanmalı. Biz de işler kontrolden çıktığında olayın dizginlerini tekrar elimize alabilmeliyiz.

Toplumun değişmesini bekleyemeyiz. Tek tek bireylerin doktorlara daha saygılı olmalarını, sakin bir ruh hâline sahip olmalarını bekleyemeyiz. Bu abesle iştigal olur. Bir şeyler yapmalıyız. En azından ben ölmeden.

Pazar

“Nasıl olur yani? İlacı alamadınız mı? Nasıl vermediler? Yetkim mi yokmuş?”

Konu, virüsler. Bilindiği üzere, üst solunum yolu enfeksiyonlarının (grip/nezle vs.) büyük bir çoğunluğuna virüsler sebep olmakta. Gerçekte “canlı” olmayan bu canavarlar, bir tür kurmalı otomat gibi çoğalmaktadır. Velhasıl, bunlara konvansiyonel antibiyotikler etki etmez, edemez. Hatta ve hatta, antibiyotikler birtakım faydalı bakterileri ortadan kaldırarak istenmeyen etkilere sebep olabilir.

Modern tıbbın bir mucizesi olarak, farmakologlar bu otomatların kullandığı, bizim hücrelerimizdeki birtakım üretim hatlarını bloke eden, dolayısıyla vücudumuzun savunma sisteminin hedeflerini yakalayıp, yapıtaşlarına ayırmasına imkân veren birtakım ilaçlar ürettiler: antiviraller. Fakat antibiyotik direncinin zamanla arttığı, insanlığın kolektif olarak doğanın evrimine olan yarışta ivmesini kaybedip yavaş yavaş bakterilerin bizi yakalamaya başladığı dünyada, aynı tehlike antiviraller için de mevcut. Hatta bu ilaçların çok sınırlı sayıda olması nedeniyle, gidecek yerimiz de aynı şekilde sınırlı.

Toplumun değişmesini bekleyemeyiz. Tek tek bireylerin doktorlara daha saygılı olmalarını, sakin bir ruh hâline sahip olmalarını bekleyemeyiz. Bu abesle iştigal olur. Bir şeyler yapmalıyız. En azından ben ölmeden.

Bu sebeple, Dünya Sağlık Örgütü, birçok genelgeçer kılavuz ve Türk Sağlık Bakanlığı bu antivirallerin belli hasta gruplarına verilmesini öneriyor. Genel olarak zayıf, ek hastalıkları olan, çok genç ve çok yaşlıları kapsayan bu liste, aynı şekilde Türkiye’deki acillere de Bakanlıktan yazı olarak ulaştırıldı. Çünkü bu gruplar bu hastalıklar sebebiyle ikincil ve daha ciddi enfeksiyonlar kapıp, hayati tehlike ile karşılaşabilmektedir.

Buraya kadar her şey normal. Fakat malumunuz, yapılanma gereği acillerde hekim iş gücünün büyük kısmını pratisyen hekimler oluşturmakta. Bu hâlde, Bakanlıktan gelen yazı ile beraber, bu hekimlere belirtilen ilaçları yazma yetkisi verilmesi beklenirken, aksine bu hâlâ imkânsız. Çünkü bu ilaçlar aynı antibiyotikler gibi reçetesiz alınamamakta; yani bazı ilaçlar gibi “Tedavi budur; ancak SGK ödeme yapmayacak” da diyemiyoruz. E, bu durumda hastalara da herhangi bir fayda sağlanamamaktadır.

Buna karşıt olarak, “Bazı ilaçların tarlaya tohum serper gibi yazıldığı bir ortamda, bu ilaçları yazma yetkisi hekimlerin büyük bir kısmını oluşturan bu gruba verilmeli mi?” deniyor. Çok da haklılar. Ancak doktorlar çok daha “güçlü” ilaçları yazabiliyorlar, buna yetkileri var. Hatta ve hatta hastalar herhangi bir şekilde ilaç yazdırmadan, çok daha tehlikeli ilaçları satın alabiliyorlar. O zaman bu yaklaşım doğru bir yaklaşım mıdır? İşte bunu sormamız gerekir.

Bu konu belki de hayati öneme sahip değil, çünkü bu vakalar ölümcül vakalar değiller ama asıl sorun pratisyen hekimin yetkilerinin çerçevesinin çizilmemesi. Ya da bildirilen sınırların mevcut “acil birimi gerçeklikleri” ile uyumsuz kalması. Devletin çok acil bu konuya eğilmesi gerek.

Salı

Endişeli anne babalar, işten çıkıp yarın tekrar çalışması gereken insanlar, o akşam aile buluşmasında dizinde ağrısı artan yaşlıca hanımefendiler. Hepsi acile geliyor.

Tabii ki gelsinler, keşke vaktim olsa da rahat rahat baksam hepsine. Hepsinin derdine deva olunsa. Ama yok efendim! Zaman yok, çalışan yok, kaynak yok. Dünyanın tüm kaynaklarına sahip olsan da mümkün değil.

Basık, nemli bir muayene odasında bunları düşünüyorum. Dişliler dönüyor, bantlar gıcırdıyor ve eğer dikkat edecek vaktiniz olsa, ter, eldiven pudrası ve alkol kokusunu alabilirsiniz. Her zamankinden, anlayacağınız. Cam ardına kadar açık; hava değişimi yalan, dışarıyı dinlemek için aslında. Yüklenmiş yayların boşalması için tek gereken o “dat” sesi. Kapının dışından geliyor ama bu sefer sinyal: “Hocam!”

Sandalye arka duvara, doktor ayağa. Kapıdan bir paket giriyor, kucakta. Yenice modellerden, belki 15-16 yıllık. “At şuraya, at” diyorum. Saat durmuş. Doktorun sesi yankılanıyor koridorda, ekip içeri, araç müdahaleye çekiliyor. Akü takviyesi, bir. İki. Marş basıyor. Gençle beraber herkes bir rahat nefes alıyor. Dışarıyla ilgilenmek lazım. Kapıdan duyuluyor feryat figan sesleri. Ben sadece bir kişiyi istiyorum, aklı başında bir kişiyi.

Babasıyla görüşüyorum gencin. Ekranı gösteriyorum: Kalbi atıyor. Durumu kritik ama hayata döndü. Sakinleştirip dışarı alıyorum.

İş zamanı. Merkeze çekilmesi lazım bunun. Benzin besleme borusu hâlâ açıkta, almazlar böyle. Tüp sallamalı.

Kapı tıklanıyor. Hasta yeğeniymiş, o da doktormuş, görmek istiyor. Uzman herhâlde, belki de işime yarar. Buyur ediyorum, hastayı gevşetip tüp takacağımızı söylüyorum. Gevşetmeye razı değil, nefes alması dururmuş. Peki, öyleyse.

Deneme bir. Kasıyor. Deneme iki. Yine kastı. Gevşetelim mi biraz? Bu sefer kendisi deniyor. Olmuyor. Olamaz da zaten. Hastayı zorlarken hastanın midesi her yere boşalıyor. Yaktın bizi hoca! Bir de anesteziye haber verip vermediğimizi soruyor. Bu saatte ne anestezisi? Tabii ki, hayır! Arıyor, soruyor, zorluyor, güç bela geliyorlar. Gerektiği üzere hastayı gevşetiyorlar güzelce. Tek seferde giriyor tüp. “Bu muydu?” der gibi bakıyorlar.

Hasta sevk oluyor sonunda. Derin nefes… Dışarıda arabalar sıralı. İşe dönmek lazım.

Bir de, inisiyatif almak, servise yabancı sokmamak, kendi yakınına kritik işlerde doktorluk yapmamak lazım.

Onları da anlıyorum, anlama uzmanı oldum bir yandan; hem yakınına bir şey olmasın diye yedek doktorculuk oynayanları hem de acili yok yere meşgul edenleri. Ölümden dönen genç birisi varken ve durumu hâlâ kritikken içeri girip öksürüğüne baktırmak isteyenleri bile anlıyorum. İnsanlar iş yerlerinden izin alamıyorlar. İş yeri hekimi olmasına rağmen gitmeyenler istisna, iş bulmanın, çalışmanın had safhada rekabetçi olduğu bir ortamda, insanlar izin alıp hastaneye/aile sağlık merkezine gitmek istemiyorlar hem de hasta bir insanın hem kendine hem çevresindekilere getirdiği riskleri hiçe sayarak.

Bunları bir yana koydum. Bir şeyi anlamıyorum sadece, aile hekimlikleri çokça boş duruyor. Orada uzmanlar bekliyor hastaların sıkıntılarıyla ayrıntılı ilgilenmek için, kafalarındaki tıbbi soruları yanıtlamak için. Fakat insanlar gitmiyor, demiyorum ki pratisyenler bu işi kotaramaz, aksine, gayet güzel kotarırlar. Fakat 2-3 aylık şikâyet için, veya arabanın cam suyu bitti diye çekici çağırmakla bir sayılacak şeyler için acile gelmek nedir efendim. Zaman olsa, yer olsa, biz de bakarız, biz de ilgileniriz ama... Ama olmuyor işte! Kaynak yetmiyor! Ne kadar çok olsa da yetmez. İnsan yetmez, ekipman yetmez, zaman yetmez. Yetmez oğlu yetmez!

Eğitmeli mi insanları? Protokolleri mi düzenlemeli? Her şeyi sil baştan yeniden mi yazmalı? Belki biraz merhamet, biraz insaf, biraz özveri, çokça sabır, çokça sabır…

Cuma

Bin bir. Bin iki. Bin bir. Bin iki.

“Hocam iki dakika.”

Olmadı. Yine olmadı. Bu kaçıncı tur bilmiyorum artık. Sadece elimin altında jöle olmuş bir göğüs kafesi ve mor dudakları görüyorum. Sedyenin yanındaki basamağa çöküyorum sadece.

“Elinize sağlık arkadaşlar.”

Yorgunluğu hissetmiyorum bile. Ama böyle olmamalıydı. Elimdeydi. Olmuştu. Tamamdı. Döndüğünü görmüştüm. Bir anda değişir bütün işler ama bu şekilde değil.

Ben hastanın üzerindeyken kapıdan içeri ekşiyen hekime bağırdığımı hatırlıyorum, kendinin olmayan servise karıştığında: “Hocam, o dediğiniz on sene önce kılavuzlardan çıktı.”

Otoriteye biraz saygı göstersem belki başka türlü olurdu. Herkesin ortasında sesimi çıkarmasam, belki arkadan iş yapıp karıştırmazdı her şeyi. Kendi istediğini yaptıracağı belli değil miydi sanki? Ya da belki sesimi bir tık ayarlasam yumuşardı. Bilmiyorum. Bilemiyorum.

Bazen her şeyi doğru yapsan da olmuyor ama boş vermişliğin yeri yok.

Ama doğru olanı söylemek lazım değil mi? Hocalarım değil miydi beş yılda bir, tıbbın yarısı yalan olur bu işte diyen? Bile bile ladese gelinir mi? Ancak sonuç çakılı artık. Sadece ders çıkarmak kaldı bize. Bazen her şeyi doğru yapsan da olmuyor ama boş vermişliğin yeri yok. Ekiple görüştüm, belki bir dahakine başka türlü olur diye. İçimdeki bu öfke bir nebze azalır diye.

“Kim servis sahibi ise, onun dediği takip edilecek, dışarıdan geleni dinlemeyin. Gördünüz işler karışınca nasıl kaçtıklarını.”

Ama çok bir anlamı yok, ben gidiciyim burada. Onlar da, kapıdan konuşan da kalıcı. Aklı başında kim benim dediğimi dinleyebilir ki bu hâlde? İşler bir şekilde yürüyor sonuçta. Koşuşturmacanın içerisinde ha bir eksik ha bir fazla, ne fark eder?

Bir de kâbuslar olmasa.