En alttakileri kim düşünecek?
Şekilcilik sadece Kemalizm’in alamet-i farikası değil. Gecekondulaşma büyük bir destek ve teşvikle başka bir alanda sürüyor.
Gökyüzüne doğru kuralsızca yükselen katlar, şimdiki zamanın ihlal meselesi; hem de bu defa garibanlık yok işin içinde. Gökyüzünün mavisinde kul hakkı olduğu kabulüyle çalışmıyor belediyeler ve müteahhitler. Kat üstüne kat, yeni bir kat, çatı katlar, çıkmalar; nasılsa cezası yok diye birkaç kat daha…
Uzun yıllar boyunca yeşilini veya özgün dokusunu korumuş bir semtin, Küçükyalı’nın yakın tarihlere kadar Karayolları’na ait olan iç açıcı yeşil alanında kale misali heybetli, adalara nazır bir rezidans inşaatı yükseliyor. Bünyesinde alışveriş merkezi de elbette var, yüz metre yukarısında daha iki sene önce çok geniş bir alana bu yakanın en büyük alışveriş merkezi yapıldığı hâlde. Birileri zenginliğine zenginlik katacak diye biz çirkinliğe, karanlığa, gürültüye maruz kalıyor, kuralsızlığın kaosuna katlanıyoruz.
Kat sayısı kestirilemeyen bir blok orada hâlâ yükselmeye devam ediyor. Aynı işgal Maltepe’de, Pendik’te, Bakırköy'de de karşınıza çıkıyor. Arka taraflarda,
Aydınevler' de yaşayan hane sahiplerinde kişilik haklarına saldırı duygusu uyandırıyor böylesine bir pervasızlık. Birilerini gecekondu rantıyla zenginleştiren kuraldışı işler, birilerini de göğekondular servete boğuyor.
Ömrünün en büyük ödülü bir pencerenin kenarından görünen deniz manzarası olan işçi emeklisinin sorgulamaya hakkı olabilir mi buldozerlerin itiraz, hak hukuk kabul etmeyen yükselişini? İşte bu manzarayı ele geçiren inşaat gibi yüzlerce alametifarikası var inşaat terörünün.
Anlaşılan medeniyet sadece bir retorik, söz konusu kazanç olduğunda. Bütün bu yaşananlar birdenbire gerçekleşmedi. Tedirginlik uyandıran asıl, umut söylemlerini tüketen bir dille yapılan “olması gerekendi olup biten” yorumu. Böyle olması gerekiyordu, demek böyle olmalıymış, başka türlü olamazdı, diye bakma kolaycılığı hâkim kültürel çevrelere bile. Bunu Thatcher da 80’lerde söylerdi, “Alternatifi yok” diye. Oysa çığır açan bütün dalgalar, oluşumlar, modeller, kendi söyleminde ısrarın, adalet arayışındaki inancın izlerinde oluşuyor. Sokağın sesleri kaybolduğunda aslında başka neleri de kaybettiğimizi düşünmeyi bıraktık, “Alternatifi yok” söylemleri yüzünden.
Mustafa Kutlu, geçen sene Mavera Vakfı’nda yaptığı konuşmada bu konunun üzerinde durmuştu. O konuşmada dile getirdiği eleştirilerin bir bölümü “kaybolan sokak” meselesine karşılık geliyor. “Şehir mimarlığını yapan ve sanayi şehirlerini kuran adamların sloganı şudur, ‘Sokağı gebertin.’ ‘Sokağı gebertin’ demek, ‘Sokakta hayat olmayacak, sokakta çocuk dolaşmayacak’ demektir. Yani sokak yaşamayacak. Sokak, fabrikaya gelip giderken geçeceğiniz yer olacak. Dolayısıyla çok katlı binalar, küçük küçük daireler...
Çok tuhaf şehirleşmemiz var, çok tuhaf bir hayatımız var. Ben Başakşehir’de oturuyorum, muhafazakâr çevre, fakat yarı mahalle. Mahalle diyemeyiz oralara. Melez, hiçbir işe yaramayan şeylere geldik. Siteleri hiç konuşmuyorum.
Dikey ve yatay mimari meselelerine de hiç gelmeyelim. Şüphesiz hissî olmakla kalmayan eleştirilerin kıymetini bilmek gerekirdi. Turgut Cansever’in projeleri kazançlı bulunmadığı için dikkate alınmadı. Hangi kazanç, nasıl kazanç? Yatay mimari fikri ancak seçim platformlarında gündeme geliyor.
Okuyucuları bilir, Mustafa Kutlu imar ve inşaat oldubittisini sürekli eleştirir yazılarında. Son kitabı Kalbin Sesi’nde de “Dün bir hazine arazisi çevirip gecekondu kuranlar bugün han hamam sahibidir” diye inşaat terörünün arka planındaki önemli bir gerçeği hatırlatıyor. Kutlu eleştirilerini bir teklif sunmadan da sürdürmüyor. Kalbin Sesi’nde mimari ve şehircilik üzerine düşünce ve tekiflerini radikal bir sorgulamayla ileri noktalara taşıyor.
Kitabında yer verdiği eleştiri ve önerilerinin geniş bir tartışma platformuna taşınmaması, bu alanda süregiden ciddi ihlaller karşısında izlenen kayıtsız tutum hakkında bir fikir veriyor. Yapılaşma kuralsızlığını kural hâline getiren uygulamanın biricik gerekçesi bir hayli postmodern: “Her şey olur, her şey gider.” Küreselci “Alternatifi yoktur” aynı çerçeve içinde sermaye adına bir sınırlama getirme çabasını yansıtıyordu.
Hâlihazırda şehircilik ve inşaat sektörü, farklı gibi görünse de aynı kapıya çıkan bu şiarlarla, olanı, olabileni, yapılması izin bulanı olması gerekenin önüne geçiriyor. Birileri bize sürekli olup bitenin veya sürüp gitmekte olanın alternatifi olmadığını söylediler.
Kuşağımın gençlik yıllarında Hz. Ömer’in “İnandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi inanır” şeklindeki tespiti dillerde dolaşır, duvarlara asılırdı. Helal kazanç peşinde olmak bir düş değil zorunluluktu, yetim malı yemekten kaçınmanın nasıl da geniştir sorumluluk alanı! Başkası gibi davranarak cevap veremezsiniz ihtiyaçlara. Bodrum katlarda yaşayanları önemsemeden kalıcı ve hayranlık uyandıran bir gelişmeyi gerçekleştiremezsiniz.
Haddizatında gecekondu afları geleceğe dönük bir borç ödeme takvimiyle gerçekleşmediği için de kul hakkı kargaşası yansıyor inşaatlara. Bütün bu kargaşanın sebepleri sadece yakın geçmişte aranmamalı, doğru;
- Turgut Özal’ın hedefi İstanbul’u Beyrut yapmaktı.Her zaman bir yetki karmaşası vardı: Planı bakanlık mı yapar, belediye mi? Koruma Kurulu mu karar verir, Yenileme Kurulu mu? Bedrettin Dalan, “İstanbul’un nazım planı benim kafamda” derdi.
Şehirlerin şimdiki zamanında olup bitenler, Pakdil’in Put Yapımevleri eleştirisinde belirginleşen şehirleşme idealine dair birikim ve duyarlığın kolay kazançlar uğruna hükümsüz hâle getirilişi sergilendiği için düşündürücü. Son yirmi yılın dökümünde de mahallelerin, semtlerin biricik yeşil alanlarını kaplayan hadsiz hesapsız siteler yansıyacak gelecekte İnsanlar göçüyor, elbet yerleşecekleri mekânlar lazım. Fakat atalarımızın kurup geliştirdiği şehirlerin asli dokusu bozulmadan sağlanamaz mıydı bu yerleşmeler? Kalbin Sesi, bunun yapılabilirliğini farklı alanlarda dolaşarak gösteriyor okuyucuya.
Kitapta yer alan yazılardan “Şehir ve Medeniyet”, sorunları doğru tarif etmeden sahih bir ideal oluşturulamayacağını gösteren tespitlerle dolu. Şehirlerimizin“tarım toplumu”nun eseri olduğu gerçeği dikkate alınmadığında medeniyet tartışmaları sağlam bir zeminde sürdürülebilir mi?
Kutlu’nun tespitleri bizi şöyle bir soruya götürüyor: Güçlü her zaman üste çıkmayı başarıyor kapitalist sistemde, öyleyse biz kapitalizmin etki alanında oluşan kaosta küçük ihlalleri mazur görerek medeniyet anlayışımızı nasıl ileri bir noktaya taşıyabiliriz?
Geleceğin muhtemel adaleti uğruna şimdiki zamanda gerçekleşen haksızlıkları meşru görmenin ulema katındaki karşılığı, Kutlu’nun eleştirisinde dile gelen bir diğer soru. Mevcut betonlaşma bir talan hareketi gibi işliyor, imar aflarıyla, yüz binlerin güneşini, manzarasını işgal eden ayrıcalıklı rezidans yaşantılarıyla.
Kutlu önerilerde bulunuyor “Peki Bu İş Nasıl Olacak?”başlıklı yazısında: “Ama ‘Şehirleri boşaltın’ sloganı atabiliriz. Anadolu’nun bomboş yatan vatan toprağı bizi bekliyor.İşsize iş, aşsıza aş. Tencerede pişirip kapağına yiyelim... diyeceğim ama…” Ama, evet, kapitalizmin küreselleşmeyle başlayan yeni kapsama hareketinde güvenlik meselesi tüketim ve yenilik gibi ajandalarımıza yerleşti.
Türdeşlerimizle sitelere çekilelim, Sinan taklidi bir camimiz, bir de çocuklar için programların düzenlendiği ışıltılı bir AVM’miz olsun...Havaalanlarımızda hedefe doğru ilerlerken dünyanın en önemli markalarının son ürünlerini görme fırsatını kaçırmayalım.
Dokusunu bozan inşaatlar karşısında mahalle halkının dayanışmasını konu alan 70’lerin filmleri neyimize yetmiyor?
Yetmiyor çünkü bodrum katlarda yaşayanları düşünme gereğini hatırlamadan hiçbir tutarlı cümle kurulamaz.Bütün bu gökyüzü işgalcisi betondan dağlar fizibil projelerle mi yapıldı gerçekten, GSMH açısından en gerçekçi bir tercihin eseri olarak mı oluştu?Kutlu sorunu “tipik bir ehl-i dünya tavrı” olarak ortaya koyuyor. Söz konusu adalet olduğunda “Az, çoktur.”
Ben küçük bir adaletsizlik yaptım, diye bir savunma yapılamaz.Niye yapabilme gücümüzü azımsıyoruz, bir taraftan da yapıp ettiklerimizi çok beğenir gibi konuştuğumuz hâlde…
Alman aydınların şehirleşme konusunda 1920’lerde gösterdiği çabalarla yerleşik hâle gelen şehircilik kurallarını anlatıyor Foucault Biyopolitikanın Doğuşu ’nda. Onlar nasıl başardı?
“Kapitalizm elli sene çalıştı, biz de çalışmalıyız” diye eksik olanı hatırlattı Kutlu, kendisiyle telefonda Kalbin Sesi yazıları üzerine konuşurken. Başka bir bakış lazım, mazeretle yetinmeyen bir hatırlama, bir telafi seferberliği; başka bir uygulama faaliyeti zorunlu. Talana dayalı imar karşısında emeklilerin, işçilerin, bodrum ve alt katlarda yaşayan halkın haklarını kim koruyup gözetir yoksa?