Emek vermediğimiz, söz hakkımız olmayan kutularda oturmak
Ev aşkın bir sonucu; çocuk gibi bir aşk meyvesi ya da bizzat aşk, evin karnını seçer büyümek için… Mısırlı mimar Hasan Fethi insanın üç derisi vardır, der. Kendi derisi, giysisi ve evi… Ev işte bu kadar mühim.
Âşık olduğun insan için ev tasarla
Mimarlık fakültelerinde öğrencilere; otel, hastane, konut sitesi, alışveriş merkezi gibi proje konuları verilir. Konu ile birlikte; proje alanının konumu, arsa büyüklüğü, kullanıcı sayısı, işlevsel gereklilikler nevinden veriler de verilir. Öğrenci bu veriler ışığında proje geliştirir ve şu cümlelerle projesini sunar: “Yapıya yaklaşım şuradandır, içeriye buradan girilir, ıslak hacimler yürüme mesafesine göre ayarlanmış olup, en uygun yere yerleştirilmiştir.” Mimari proje, âdeta matematik problemi çözer gibi bir havada gerçekleşir. Adı üstündedir zira mimari “proje”.
Benden öğrenciler için bir yapı konusu istense ne öneririm diye düşünürdüm. Son birkaç yıldır buna şöyle bir cevabım var: “Âşık olduğun insan için bir ev tasarla.”
Bu öyle bir konu ki veriler çaresiz kalır. Hatta mimarlık da çaresiz kalır. Kişi âşık olduğu insanın, en mutlu olacağı evde yaşamasını isteyecektir. Hatta bazı âşıklar için sevdiğini duvarlar içine hapsetmek bile zül gelebilir. Aklın ve mantığın algılayamayacağı sonuçlar çıkabilir. Belki dağlar delinir…
Barış Manço, “Eğri Büğrü, Ama Yine de Doğru” isimli parçasında diyor ya hani; “Bir karış da toprak gerek, Üstüne ev yapılmalı, Yâr içinde oturmalı.” İşte “bir karış” toprak bile yetebiliyor mutlu olmak için. Sonuçta “Kim seçer ki bozuk yolu?”
İnsanın üç derisi: Deri, giysi, ev
Ev aşkın bir sonucu; çocuk gibi bir aşk meyvesi ya da bizzat aşk, evin karnını seçer büyümek için… Mısırlı mimar Hasan Fethi insanın üç derisi vardır, der. Kendi derisi, giysisi ve evi… Ev işte bu kadar mühim. Peki, evin ne kadar önemli olduğunu anlatmaya gerek mi var? Bunu herkes bilir, bilmez mi? Bilir bilmesine ama bugün insanlar, üzerinde emekleri ve sözleri olmayan metalar olan kutular seçiyorlar yaşamak için. Çocuklarını o evlere emanet ediyorlar. Bugün ev, bir yabancının sığınsınlar diye “lütfettiği” bir konteyner âdeta, ölene kadar idare edilen bir boşluk, hatta boşluklar. O kutu senin, bu kutu benim gezilen yerler. Satmak için alınan otel odaları. Kutular sürekli el değiştiriyor. Zenginlerin bir numaralı işi kutularla. Üst üste, alt alta kutular inşa ediyorlar, iki dakikalık Hollywood filmi fragmanı gibi konseptler giydirip satıyorlar. Sattıktan sonra da idat vb. ile satmaya devam ediyorlar. Bir önceki kutusundan çıkan aile heyecanla yeni kutusuna geçiyor, bir sonraki kutuya kadar…
Ev nedir?
Ev kök salmaktır. Ev bahçesine dikilen ağaçla beraber kök salar. Ev semazenin sabit ayağıdır. Âşıkların toprağıdır. Ev ailenin bir ferdidir. Çocuk o evde büyür; başka yerlere okumaya, çalışmaya gider ama hep geri döner, annesine, babasına, anılarına, evine…
Filmlerde vardır hani, adam eşini veya evleneceği sevgilisini boş bir arsaya götürür ve “işte” der. “Evimizi buraya inşa edeceğiz.” “Mutfak senin istediğin gibi şurada olacak, yatak odası burada. Manzaraya doğru oturalım diye girişin yanında bir oda yapacağız.” Hem onlar için hem de izleyenler için hoş bir andır o sahne. Sadece o aileye özel, onların yaşam biçimine ve isteklerine göre şekillenmiş bir ev. Oysa bugün Türkiye’de öyle mi? Tekirdağlı Nurten Hanım’ın ailesi de Gaziantepli Mehmet Bey’in ailesi de aynı kutuda, toprağa değmeden altlı üstlü yaşıyorlar. Farklı kültürler, farklı hayatlar aynı kutularda.
Çocuklar resim çizdiklerinde anlaşılır ki hayallerdeki ev imgesi; bacası tüten, yanında ağaçlarıyla bahçeli bir evdir. Oysa o resmi çizen çocukların büyük bölümü apartmanlarda yaşamaktadırlar. Sitelere evrilen apartman hayatı, otoparkın üstündeki 20 cm toprağın üzerinde gezinmeyi, ancak araç ile ulaşımı, asansör-otopark arası sürekli gidip gelmeyi, sürprizlere tamamen kapalı tam güvenlikli bir hapisha... pardon toplu konut hayatını vaat ediyor.
- Mevcut durumu daha fazla yermek istemiyorum. Eleştirmekten uzak duruyorum ya da durmaya çalışıyorum. Belki de apartman hayatı, site yaşamı iyidir. En azından bazı insanlar için daha tercih edilebilirdir belki. Buna saygı duyarım. Ancak betonik kutularda yaşamak istemeyenler de var mutlaka. Hayat tercih edilebilir olmalı. Tercihlerdir, seçimlerdir medeniyeti meydana getiren.
Kişinin kendi evi üzerinde sözü olması, evinin duvarına tuğla taşıması, evi için çalışan işçilere bir öğle yemeği sunması, evini yapan ustayla (veya mimar) hasbihal etmiş olması, sonuç olarak kendi ailesine özel bir ev inşa etmesi… Hani derler ya, yapan bilir…
Kerpiç deyince
Mimar olarak ofiste çizilen görüntülerden başka bir şey yapmadığımı fark ettiğimden beri “hakikat” ile uğraşmaya çabalıyorum. Bu durum beni doğal malzemelerle yerinde inşa etmeye götürdü. Taş, ahşap ve kerpiç ile… İslam’ın ilk mescidi topraktan yani kerpiçten inşa edilmiş. Çağrı filmindeki meşhur sahneyi hatırlayalım. Hz. Peygamber kerpiç tuğla taşıyor hani. Sadece bunun için bile modern zamanlara kadar Müslümanlar evlerini kerpiçten inşa etme arzusu duymuş olmalı. Zira İslam dünyasında kerpiç başat yapı malzemesi olmuş. Dışarıdan bakıldığında ahşap olduğu düşünülen birçok evin dolgu ve sıva malzemesi kerpiç olmuştur.
İlk mescit malum 7. yüzyılda inşa ediliyor. O döneme kadar üretilmiş devasa taş ve beton yapılar var. Örneğin Roma’daki Panteon. Panteon 2. yüzyılda Roma betonu ve taşla inşa edilmiş ve sonsuza armağan edilmiş bir yapı. Hz. Peygamber isteseydi, “Öyle bir cami yapalım ki her daim ayakta dursun” deseydi, sahabeleri yapamaz mıydı? Oysa onlar ilk mescit için toprağı kullanmışlardır. Bu seçim özünde, İslam’ın mimariye bakışının nüvelerini barındırmaktadır. Bu seçimi salt malzemeye yönelik olarak da görmemek lazım.
Toprak iyidir çünkü ucuzdur, kolaylıkla bulunur, ortamın nemini dengeler, yazın serin, kışın sıcak tutar. İnsan da topraktan derler ya… Taş, ahşap ve toprak bir araya gelip evi oluştururlar. Doğru tekniklerle inşa edilen doğal bir ev sağlam da olur.
Kendi evini yapmanın tadı ve anlamı
Doğal veya geleneksel bir ev inşa edilirken eş dost, akraba da yardım etmek için çalışmalara iştirak eder. Bu inşa İstanbul’daki o, “Nükleer santral mi inşa ediliyor yoksa ev mi?”, sorusunu sordurtmaz. Aksine bir tür festival havası vardır. Çocuklar güçleri yettiğince yardım ederler, hanımlar “mola vakti” diye seslenir. Bazen çay bazen karpuz…
Ev inşa edilirken değişime açıktır. Haydi şunu şöyle yapalım denir ve ev şekillenmeye devam eder. İnşasında çalıştığım bir evin planını evi inşa edeceğimiz yerin biraz uzağında, evde yaşayacak aileyle konuşarak, yatıp uyuduğum odada çizmiştim. Sürekli esen bir rüzgârın tüm sene aynı şekilde estiğini ve soğuk getireceğini fark ettiğimden, planı değiştirdiğimi ve rüzgâr tarafına bakan duvarı kalınlaştırdığımı hatırlıyorum.
- Böylesi yazılar yazmak beni daha az mutlu etmeye başladı doğrusu. İnsanlara daha fazla, “Bak bu ne kadar güzel, bu ne kadar kötü” demek istemiyorum. Belki de seçtiğim yolla ben yanılıyorumdur. Ama artık elim betonla inşaya gitmiyor. Cafcaflı konseptler ilgimi çekmiyor. Kalbim ve aklım doğal malzemelerle, hakikat inşa etme yolunu seçti. Doğal malzemelerle, evini geleneksel biçimde inşa etme arzusu duyan insanlar varsa bunun yollarını arayacaklardır. Telkini doğru bulmuyorum.
Şimdilik insanların bir kısmı ucuz olduğu için bir kısmı ise doğallık beklentilerinden bunu istiyorlar. En azından bu da iyi bir gelişme ancak bu nedenler gösteriyor ki hâlâ eve salt akılla bakılıyor. Nedenler pragmatist bakışın sonucu. Bir Osmanlı kemerini betondan üretenlerin düştüğü yanılgı gibi. Ruh hâlâ yok.
Mimari, İslam dünyası için sanıldığından çok daha merkezde. Çünkü merkezde bulunan Kâbe bir mimari yapıdır. Evlere, camilere birer mimari eser olan mescitlerin fotoğrafları resimleri asılır. Müslüman hükümdarlar şehirleri mimari eserlerle güzelleştirmişlerdir. Bugün sivil yapıların büyük bölümünün ortada olmadığına aldanma. O insanlar olmadığı için o evler de yok şimdi. Onlarla beraber göçüp gittiler. Güzellikleri de burada zaten…
Bir Âşık Veysel türküsü, bir kemençe taksimi ne duyuruyorsa ev de onu duyurmalıdır duyularımıza. Bunu bir düşün.