Edebiyatımızın su tiryakileri
Nezih Uzel, Dersaadet’ten İstanbul’a kitabında hayatın vazgeçilmezi olan su için “çeşmenin gözyaşları” demiştir. Bu ifadeden de görülebileceği üzere su maddi olduğu kadar manevi yönde de çağrışımı güçlü bir içecektir. Tarih boyunca insanların yaşamını şekillendiren, tarihe yön veren en önemli nesnedir. Çünkü hem yaşamı devam ettirebilmek hem de bir medeniyet oluşturabilmek için su, olmazsa olmazlardandır. Bu yüzden hayat bulan her şey sudandır. Türkçede can suyu ifadesi vardır ki “can”ın borçluluğunu en güzel ifade eden terkiptir. Bazen yaratılışın özü, esası olan su ikram eden kişiye su gibi aziz ol duasıyla mukabele ederiz. Türk kültüründe su her inanç döneminde kutsanmış, önemsenmiştir.
İstanbul sularının tiryakileri
İstanbul’daki kaynak sularının en önemli vasfı lezzetiyle maruf olmalarıdır. Bu sular tiryakileri tarafından bulundukları yere göre tasnif edilmiş, ona göre değerlendirilmiştir.
İçmeye mahsus bu tür sular, su içme zevkine sahip kimselerin özel takibinde olmuştur. Her suyun meraklısı ondan başkasını ağzına sürmezmiş.
Fransız yazar Gérard de Nerval de 1843’te İstanbul’a yaptığı geziyi anlattığı dilimize Doğu’ya Seyahat olarak da çevrilen seyahatnamesinde İstanbul’un meşhur suları ve bazı su tiryakilerinden bahsetmiştir: “İstanbul’da su ve içki satan dükkânlar, âdeta bir sanayi kurmuşlardır. Fevkalade bir şeymiş gibi özel satış yapan bu şaraphanelerle sergi ve vitrinlerinde, birçok çeşit su da bulunur. Bunlar çeşitli kap ve şişeler içinde teşhir edilir.”
İstanbul - Şehir ve Kültür adlı kitabın bir bölümünü kaleme alan Prof. Dr. Haluk Dursun da İstanbul’da ağız tadında içme suyunun ab-ı leziz olarak anıldığını ve sofranın olmazsa olmazı olduğunu ifade etmiştir. Bir suyun içiminin güzel olması, içtikten sonra mideye ağırlık ve şişkinlik vermemesi, hafif olması gibi özellikler eski İstanbul’da su meraklıları tarafından hemen fark edilmektedir. Onlar içtikleri suyun Taşdelen mi, Karakulak mı, Sırmakeş mi olduğunu tek seferde anlayıp, özellikle beğendikleri suyu aramaktadır.
Şehre geniş bir dağıtım ağı ile Terkos dışında ulaşan Kayışdağı ve Hamidiye çeşmelerinden akan sular da içilirdi ama damacana ile alınan özel suların yerini hiçbirisi tutmazdı. İstanbul’un eski sakinlerinden adı su tiryakisi, gurmesi olarak çıkan birçok kişi vardır. Haluk Dursun, İstanbul’da Yaşama Sanatı kitabında yer alan “Su Üstüne Yazı Yazmak” başlıklı yazısında İstanbul sularının tiryakilerine yer vermiştir. Namık Kemal ve arkadaşları Jön Türklerin, Londra’ya giderken yanlarında İstanbul’dan Karakulak suyu götürdüğünü, Süheyl Ünver’den naklen İstanbul’dan hacca giden su meraklılarının yanlarına Karakulak suyu götürdüklerini, hacdan dönerken de artan suyu atmaya kıyamayıp geri getirdiklerini yazmıştır. Bu tiryakilere dair Haluk Dursun’dan iki anekdot nakledelim. İlki şu: “Mustafa Kemal bir gün Galatasaray Lisesi’ni ziyarete gider; kendisine kahve ikram edilip, yanında su getirilir. Paşa, meşhur odacı Kara Hasan’a ‘Bu ne suyu?’ diye sorar. Kara Hasan; ‘Hamidiye suyu’ cevabını verince, yanındaki mutad zevat hemen kaşlarını çatarak ‘Hayır Hamidiye değil, millet suyu’ derler. Gazi bu sözlere hafifçe güler ve ‘iyi sudur, iyi sudur’ der.”
İkinci anekdot ise İstanbullu bir Rum’un su merakına dair: “Yunan adalarından Patmos’da, oraya yerleşmiş bir İstanbullu Rum ile karşılaşmıştım. Beyoğlu’nda doğup büyüdüğünü anlatınca, benim de orada, Galatasaray’da gençliğimin geçtiğini söyledim. O da hemen şunu sordu: ‘Sizin okulun duvarının dibinde bir Hamidiye Çeşmesi vardı. Oradan gider su içerdim. Tadını unutamıyorum. Hâlâ o su akıyor mu?’ Hayır, cevabını verince üzüldü ve ‘yazık olmuş’ dedi.”
Payitaht’tan istenen sular
Dersaadet’in her türlü zevkini, safasını tadanların unutamadıkları lezzetlerden biri de yine İstanbul sularıdır. Bu kişilerden biri de imparatorluğun Türk tarihinin en çalkantılı yıllarında yaşamış, muallim sıfatıyla şöhret bulmuş Mahir İz’in babasıdır. Yani kadı olarak Midilli, Balıkesir, Isparta ve Medine-i Münevvere’de bulunmuş, İstanbul’un güzide ilim, irfan, kültür ve sanat çevresinde saygı görmüş Seyyid İsmail Abdülhalim Efendi’den bahsediyoruz. Abdülhalim Efendi her gittiği yerde ilim adamları ile münasebet kurar, onlarla sohbetler eder ve isteyenlere mutlaka bir eser okuturdu. Mahir İz’in birbirinden ilginç, ibret ve ders dolu hatıratı olan Yılların İzi’nde babasının fetvahanede vazifeli iken meşihatça kendisine teklif edilen Midilli Kadılığını kabul ederek İstanbul’dan ayrılması ve Midilli’de iken İstanbul sularına özlemini ve Derssadet’ten Midilli’ye su getirişini şöyle anlatmıştır: “Merhumun; yemeğe, iyi suya, nüshası nadir kitaplara, halıya ve ince ev eşyasına merakı vardı. Midilli’nin suları kireçli olduğundan, dedemin Mekke Mollalığı esnasında kahyalığında bulunan ve sonra çoluk çocuğa karışarak, Zindan kapısı’nda Baba Câfer Türbesi bitişiğinde Karakulak suyu bayiliği ve kahvecilik yapan Hacı Osman Ağa’dan, damacanalarla Midilli’ye Karakulak suyu getirtirdi. Suyu en ince bardaktan içerdi.” Rahmetli Mahir İz de dostlarına lezzetli suları ikram etmeyi kendine vazife bilmiştir. Bu hissiyatından dolayı sevdiği insanları “Karakulak suyu kadar hafifü’r-ruh” diyerek tanımlamıştır.
Unutmadan ekleyelim, Haluk Dursun’un da kitabında değindiği bir diğer su meraklısı tarihçi Yılmaz Öztuna’nın babası Muhittin Öztuna’dır. Dursun, “Yılmaz Öztuna’nın babası Muhittin Öztuna ise Karakulakçı değil, hasta derecesinde bir Taşdelen meraklısıymış. Bazen Taşdelen bulamayınca ne yapacağını şaşırır, hatta Ankara’daki önemli şahıslardan yardım bile istermiş. Son nefesine kadar Taşdelen’den başka su içmemiş” cümleleriyle bu su meraklısını anlatıyor.
Bir su gurmesi: Ahmet Haşim
Modern Türk şiirinin kurucu isimlerinden biri olan Ahmet Haşim enfes şiirleri ve metinlerinin dışında bir su gurmesi olarak da anılmaktadır. Hayali göllerin, havuzların şairi olarak da değerlendirilen Haşim, “Ömrüm benim bir ateşti” dediği gibi hayatı su ve ateş içinde “eşkâl-i hayatı havz-ı hayalin sularında” geçmiştir. O bir su şairi, su gurmesidir aynı zamanda.“Rûhum” adlı şiirinde ifade ettiği üzere ömrü hep su ile geçmiştir. Rıfat Necdet Evrimer’in Ahmet Haşim-Hayatı, Edebi Şahsiyeti, Sanatı, Bütün Şiirleri kitabına göre içinde sönmeyen bir ateşle yaşayan Haşim, “Bir yalak olsam da içimden su aksa” diyecek kadar su ile hem demdir. Suya, İstanbul sularına bu kadar aşina olan Haşim İstanbul’un tüm kaynak sularını adıyla, tadıyla da bilmektedir. Boğazına düşkün hatta Beşir Ayvazoğlu’na göre şikemperver olan Haşim, iyi yemeğin yanında iyi sudan da anlamaktadır. Onun suya dair hassasiyetlerini gören
- Mina Urgan, Bir Dinazorun Anıları’nda şunları yazmıştır: “Bütün gourmetliğini su içmeye yönelmişti. İrili ufaklı şişelerde, İstanbul’un değişik kaynak sularından örnekler vardı: Karakulak, Hamidiye, Taşdelen, Çırçır, Kestane, Kısıklı, Halkalı, Kayışdağı, Çamlıca, Kocataş, vb. Bu sulardan birkaç yudum içmemi ister; söyle bakalım, bu hangisi? diye sorardı.
Ben bilemezdim elbette. Ama o bilirdi. Kaynak suları arasındaki tat değişikliklerini anlatırdı bana.”
Şifa niyetine okunan İstanbul’daki su isimleri
Ahmet Hamdi Tanpınar, ilk gençlik yıllarındaki Dicle’nin elemli akışını, günün son ışıklarının uyuyan nehre aksini ve nehrin üzerindeki kederli salların mahzun hâlini “Musul Akşamları” şiirinde leziz bir dille anlatmıştır. Beş Şehir’in sularına vakıf olan Tanpınar Sahnenin Dışındakiler’de “Boğaz sularını kendi zevkinin malikânesi” addedecek kadar sahiplenmiştir. Tanpınar yine Beş Şehir’de de her su başını bir hasret masalı yapan, hiçbir yerde eşi bulunmayan büyük camilerin, güzel sesli müezzinlerin ve hafızların şehri İstanbul’un serin, berrak sularını şifa kaynağı olarak gören bir kadına yer vermişti. Bu kadının evinin dört yanı su sesleriyle, gümüş tas ve billur kadeh şıkırtılarıyla, güvercin uçuşlarıyla dolu sanan Tanpınar’a göre bu evde hayalle hakikat karışmıştır. Çocukluğundan hatırladığı bu ihtiyar kadını şöyle anlatır: “Sık sık hastalanır, humma başlar başlamaz İstanbul sularını sayıklardı: - Çırçır, Karakulak, Şifa suyu, Hünkâr suyu, Taşdelen, Sırmakeş… Âdeta bir kurşun peltesi gibi ağırlaşan dilinin altında ve gergin, kuru dudaklarının arasında bu kelimeler ezildikçe fersiz gözleri canlanır, bütün yüzüne bizim duymadığımız bir şeyler dinliyormuş gibi bir dikkat gelir, yanaklarının çukuru sanki bu dikkatle dolardı. Bir gün damadı babama: - Bu onun ilacı, tılsımı gibi bir şey... Onları sayıklayınca iyileşiyor, demişti. Kaç defa komşuluk ziyaretlerimizde, döşeğinin yanı başında, onun sırf bu büyülü adları saymak için, bir mahzenin taş kapağını kaldırır gibi güçlükle en dalgın uykulardan sıyrıldığını görmüştüm.”
Su sesinde teselli bulan karikatürist
Çizer ve yazar kimliğiyle bilinen, çizgiyi konuşturma sanatı olan karikatürün duayen ismi Cemal Nadir Güler’in (1902-1947) ruhunda bütün güzelliklere karşı engin bir hayranlık duymuştur. Cemal Nadir, oturduğu evin, tabiatın güzel bir köşesini görmeyi hem de evinin içinde olmasını çok istemiştir. O, gün doğuşunu, gün batışını, mehtabı seyretmekten büyük zevk duyarak ömrünü geçirmiştir. Bu hâletiruhiyedeki çizer Bursa’da Uludağ’ın gölgesinde büyüdüğü için her zaman su sesini aramış, bu sesten huzur duymuştur.
Sadun Tanju, Cemal Nadir’in eşi Malike Hanım’la yaptığı 27 Şubat 1953 tarihli Vatan gazetesindeki “Cemal Nadir Güler’in Hatırası Önünde” başlıklı mülakattaki şu cümle onun teselli kaynağını bize vermektedir: “Çok defa bana ‘Musluğu aç ta su sesi duyayım’ der ve kendisini böyle teselli ederdi.”
Baba Tahir ve göle düşmeyen domuz
Münir Süleyman Çapanoğlu’nun Basın Tarihimizde Parazitler kitabına parazit olarak giren, Murat Bardakçı’ya göre Babıali’nin ilk şantajcısı olan Malumatçı Baba Tahir ya da Mehmed Tahir Bey (İstanbul 1864- 1909) şantajcılığıyla maruf bir simadır. Doç. Dr. İsmail Alper Kumsar’ın “Abartı ve Gerçek Arasında Bir II. Abdülhamid Dönemi Gazetecisi: Malûmâtçı Mehmed (Baba) Tahir” yazısına kadar efsanesi adının önünde olan maruf gazeteci fazla tanınmamaktadır. Türk basınını şantajcılıkla tanıştıran Baba Tahir para sızdıracağı kişilere aleyhlerine yazmak tehdidinde bulunup Malûmât’ı şantaj aracı hâline getirmiştir. İtalya’dan getirttiği ustalara yaptırttığı sahte nişanları, madalyaları ve tanzim ettiği sahte belgeleri Avrupa’daki asalet meraklılarına satışı ortaya çıkınca İkinci Abdülhamid tarafından Fizan’a sürülmüştür.
İstanbul’la çevresinin içme suyunun getirildiği şebekeyi ve arıtma tesislerini o senelerde bir Fransız şirketi işletmektedir. Bu şirket aleyhte haber yazmaması için onu örtülü bir aylığa bağlasa da ödemenin aksaması üzerine şirketi köşeye sıkıştırmak için dergisini kullanmıştır. Malûmât dergisinde ‘‘Göle domuz düştü’’ diye yazmış, rüşveti yenilenince de “Domuz vurulmuş ama göle düşmemiş, hemen sahilde gebermiş” diyerek haberini tashih etmiştir(!).
Suyu suyla yıkayan adam
Türk Edebiyatı’nda üslup şaheseri romanlarıyla bilinen Abdülhak Şinasi Hisar hikâye, anı, eleştiri, şiir gibi farklı edebî türlerde de eserler kaleme almıştır. Edebî şahsiyeti kadar kişiliği, mekâna bağlılığı, alınganlığı, müzmin bekarlığı dilden dile aktarılan Abdülhak Şinasi’nin temizlik takıntısı en çok konuşulan hususiyetlerindendir. Tanpınar Beş Şehir’de Süleyman Nazif’i anlatırken onun temizlik hassasiyetini şöyle ifade etmiştir: “Bir ramazan gecesi, Bayezıt’ta Zeynep Hanım konağına yakın bir kebapçıda Yahya Kemal ile iftar ederken gördüm. Abdülhak Şinasi’nin titizliği için söylediği ‘Garson lütfen suyu da yıkayınız!’ sözü bu kebapçıda geçer.”
Hayırsever su tüccarı Ahmet Mithat Efendi
Tanzimat döneminin önemli aydınlarından/ yazarlarından olan ve Türk romanının kurucu isimleri arasında anılan Ahmet Midhat Efendi eserleriyle toplumun eğitilmesine hizmet etmiştir. Hâlâ kendinden söz ettirme, takip ettirme başarısı gösteren Ahmet Midhat Efendi birçok konuda olduğu gibi su konusunda da kalem ve bilek oynatmıştır. Ahmet Midhat Efendi Seyyadâne Bir Cevelân’da İstanbul sularının lezzetinden ve özelliklerinden kısaca bahsetmiştir. Bundan dolayı “Su sernamesiyle yazıp Tercüm ân-ı Hak îkat’imizde derc ettikten sonra risale suretinde de bastırıp ilan makamında meccanen tevzi ettirdiğimiz makalede, suya dair birçok malumat ile beraber bu meseleyi de izah eylemiş bulunduğumuzdan tekrarına lüzum göremedik” demiştir.
Ahmet Midhat Efendi Tercüm ân-ı Hakîkat gazetesinin 1 Ekim 1908 tarihli sayısında yayınladığı “Kolera ve Su” başlıklı yazısında “koleraya karşı tedâbir-i tahaffûziye” ve belediye meclisinin toplantısında İstanbul suları hakkında bilgi veren İngiliz Doktor Calemmo’nun kanaatlerinden hareketle konuya dair bir yorum getirmiştir.
İstanbul sularına bu kadar vakıf olan Ahmet Midhat Efendi ilmi müktesebatı dışında girişimciliği ile de öncü olmuştur. Beykoz sırtlarında Dereseki Köyü’nün ormanlarından çıkan cam gibi berrak bir suyun olduğu araziyi alan Ahmet Midhat Efendi “Sırmakeş” adını verdiği suyu her gün kağnılarla iskeleye indirip çatanalarla müşterisine ulaştırmıştır. Tulumlarla ve küplerle saraya ve konaklara satılan su şişelenerek kalbur üstü insanlara da pazarlanmıştır. Kamil Yazgıç’ın Babam Ahmed Midhat Efendi adlı kitabında su satışı ve onun hayırseverliği şöyle anlatılmıştır: “Bu membaın suları, arabalara doldurulan kocaman fıçılarla şehre getirilir ve muhtelif yerlerde halka satılırdı. Bu suyu satan dükkânlardan birisi de Sirkeci’deydi ve bu dükkâna, şimdiki Tokatlı sahiplerinden müteveffa Mığırdıç 1 nezaret ederdi. Bir gün, babamla birlikte bu dükkâna uğramıştık. Zaten, Babıâli’ye giderken ara sıra bu dükkânda mola vermek babamın âdetiydi. Biz otururken, dükkâna ihtiyar bir müşteri geldi. Elindeki meteliği Ahmed Midhat Efendi’ye uzatarak: ‘Sucu baba,’ dedi, ‘bana şuradan, soğuk tarafından bir bardak su doldur!’ Babam, profesyonel bir sucu tereddütsüzlüğü ile yerinden kalktı. Meteliği aldı, bir bardak bulup gıcır gıcır yıkadı, ihtiyar müşteriye verdi. İhtiyar, buz gibi suyu üç yudumda içti. Sonra elinin tersiyle ıslanan sakallarını silerek: ‘Hay,’ dedi, ‘Allah, bu suyu İstanbul’a getiren hayır sahibinden razı olsun!’ Babamın yüzüne baktım.
Siyah parlak gözleri, samimi bir tahassüsle ıslanmıştı. O da hâlâ mermerin üzerinde duran meteliği aldı. Sakalına sürerek: ‘Bereket versin baba!’ dedi ve çekmeceye attı. O gün babama sorduğum sual şuydu: ‘Acaba, bu suculuktan daha kârlı bir ticaret yok muydu?’ Babam, yine hiç düşünmeden cevap verdi: ‘Oğlum, ben, bu ticaret sayesinde, belki diğer tüccarlardan daha az para, fakat onlardan çok fazla sevap ve dua kazanıyorum. Bunun bir hakikat olduğunu, pek az evvel, kendi gözlerinle gördün. Ve ihtiyarın candan ettiği duayı kulaklarınla duydun. Hangi ticaretin kârı, insana, o yüreği yanmış ihtiyarın içinden kopan duayı işitmenin keyfini duyurabilir?’”
Ahmet Midhat Efendi’nin ölümünden sonra gerek su ticareti gerekse eserlerinden elde ettiği ciddi miktarda para, mal, mülk bıraktığı iddialarına oğlu “hiç sevmediği parayı, biriktirmeye veya mülk hâline sokmaya katiyen aleyhtardı. Bu yüzden öldüğü zaman bıraktığı bütün miras, Tophane’de babadan kalma ufacık bir arsadan, Beykoz çiftliğinden, Yalı Köyü’nde bir ufak evden ve bir de Sırmakeş memba suyundan ibaretti” diyerek açıklama getirmiştir. En büyük hülyası Tercümân-ı Hakîkat binasını satın almak olan Ahmet Midhat Efendi bu emeline kavuşamadan ölmüştür. Onun ölümünden sonra Sırmakeş suyunun onda dokuz hissesi varisleri tarafından her biri beşer yüz kâğıt liraya satılınca Sırmakeş suyu aile için mazi olmuştur.
Sansüre uğrayan Kâğıthane suyu haberi
Sultan Abdülhamid döneminde suların insanlara ulaştırılması için yeni kaynaklar ve çeşmeler açılmıştır. Dönemi itibariyle bilinen Kâğıthane suyu bir kaynak olmasına rağmen daha çok kişiye ulaşması için açılan yeni çeşmeler basının gündeminde olmuştur. Alay Kâtibi Ahmet Hilmi’nin Malûmât dergisinin 12 Şubat 1903 tarihli sayısında yayınlanan Sultan’a teşekkür de içeren “Kâğıthane Menba Suları” başlıklı yazısında suyun özellikleri sıralanmıştır. Açılışı teşekkür ve övgü dolu nice yazılarla gündeme gelen Kâğıthane sularına dair yıllar sonra yayınlanmak istenen yazı kullanılan fotoğraftan dolayı Ahmet İhsan Tokgöz’ün Servet-i Fünûn mecmuasına girememiştir. Dönemin sansür kurulunun yayınlanmasını uygun bulmadığı haber Ahmet İhsan Tokgöz’ün Matbuat Hatıralarım kitabına şöyle girmiştir: “Hamidiye yani Kâğıthane suları yeni akıtılmış ve çeşmeler açılmıştı. Doktor Besim Ömer Paşa sular hakkında bir makale yazmıştı; çeşme başında bir ihtiyar adamın dua eylediğini gösterir artistik bir renkli resim makaleyle beraber basılacaktı. Sansür buna ‘sual’ işaretini koydu ve ben şaşırdım.” Ahmet İhsan Tokgöz bunun üzerine Başsansör Kara Kemal Bey’e bir tezkere yazmıştır. Ebülmukbil Kemal Bey’den gelen 6 Haziran 1906 tarihli cevap şöyledir: “Çeşme resmi hakikaten pek güzel ve dua her müminin nazarında şüphesiz ki mukaddestir. Çünkü bu, bize farzdır. Lakin bu günlerde bed-endişân [kötü düşünceliler] o kadar çoğaldı ki gazetelerde neyi ipka [bırakıp], neyi tayyedeyim [çıkarayım] takdirinde hakikaten mütehayyir kalıyorum [şaşırıyorum]. İşte o bed-endişler, bu güzel resmi Servet-i Fünûn’da görür görmez ‘hah bunu bu şekil ve suret ve bu mahalde neşretmek, zımnen ‘işimiz duaya kaldı demek olduğunu anlatmaktır’ mealinde hezeyanlarda bulunacaklarını yakinen bildiğimden şuralarını zat-ı âli-daderîlerine [yüce kişiliğinize] söylemek için sual demiştim. Şu hâlde -mademki klişesini yaptırmışsınız- ileride münasip bir vakitte koymak üzere zaman-ı neşrini [yayımlanma zamanını] haber veririm.”
Edebiyatın yıkanmak istemeyen çocukları
Ünsal Oskay’ın çeşitli dergilerde yayınladığı denemelerinden oluşan toplumun sosyolojisine ışık tutan Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım’da su ve yıkanmadan ziyade toplumsal değişim ve dönüşüme yer verilmiştir. Oskay, dikkat çeken ve çocukların tavrını ifade eden sözleri kitabının ismi yapmıştır. Edebiyatımızın yıkanmak istemeyen iki çocuğu ise Nazım Hikmet ve Nurullah Ataç’tır. Tarafımızdan derlenen Eşlerinin Gözüyle Edebiyatçılarımız adlı kitapta yer alan Nurullah Ataç’ın eşi Leman Hanım’la Sermet Sami Uysal’ın mülakatında bu konu şöyle aktarılır:
“Sermet Sami Uysal: Eşinizin hoşlandığı şeyler?
Leman Ataç: Sofrasında çok kalabalık ister.
Sermet Sami Uysal: Hoşlanmadığı şey?
Leman Ataç: Temizlik.
Nurullah Ataç: Doğru, evlenmeden evvel hiç yıkanmazdım. Şimdi altı ayda bir yıkanıyorum.”
Edebiyatımızın yıkanmak istemeyen bir diğer çocuğu da Nazım Hikmet’tir. Nazım Moskova’dayken yanına aldığı, ünlü şairin evlatlığı olarak da anılan Cengiz Ferecov bir mülakatında onun cezaevlerinde suyla yapılan işkencelere maruz kaldığından dolayı sudan nefret ettiğini yıkandığına fazla şahit olmadığını ifade etmiştir: “Bu sebeple Galina ile sürekli kavga ederlerdi. Galina çok güzel ve iyi kalpli bir kadındı. Nazım Amca’yı salatalık losyonuyla siler temizlerdi.”
Evin kıymeti kuyusundadır
Su tesisatı olmayan eski İstanbul evlerinde su ihtiyacı kuyulardan, mahalle çeşmelerinden karşılanırdı. Bu yıllarında İstanbul’unda su şebekesinin her yere ulaşmadığı dönemlere ait gazetelerin ilan sayfalarında “kuyulu ev”, “kuyusu olan ev” gibi ilanların günümüz için anlamı olmadığı ama o zaman için ne kadar ehemmiyete haiz olduğu bilinmektedir.
Eserlerini yayına hazırladığım İstanbul folklorunun önemli isimlerinden biri olan Osman Cemal Kaygılı’nın en mühim marifetlerinden biri de semtleri ve insanlarıyla İstanbul’u bilmek ve kayda geçirmektir.
Kanlıkavak suyunun vasıfları nedir? Hünkâr suyu neye yarar? Ayazma vakti ne zamandır? Büyük Ayazma, Küçük Ayazma nedir? İşte tüm bunları Osman Cemal’e sormalı. Hayatının her safhasını İstanbul’da geçirip gördüklerini yazıya aktaran Kaygılı Köşe Bucak İstanbul kitabındaki “Langa Bostanlarında” başlıklı yazısında kuyu suyunu insanın ağzının suyu akacak biçimde anlatmıştır: “Kara ve yumuşak topraklı, bol sulu, bol gübreli Langa Bostanlarının en hoşa gidecek zamanı tam bugünlerdedir. Hıyardan asma kabağına kadar, duttan patlıcana ve karaduttan koruğa kadar bütün sebzelerin, bütün meyvelerin tam manasıyla şahlandığı abugünlerde, bu neftî bostanların koyu gölgeli çardakları altında sabahları yahut akşamları dolaptan şarıl şarıl havuza ve havuzdan şırıl şırıl toprağa boşanan buz gibi kuyu suyuna karşı yan gelip dinlenmek yaz zevklerinin pek yabana atılacaklarından değildir.”
Kuyulu ev bahsini kalemine ve gündemine alan Ahmet Rasim, Yenigün gazetesinin 1 Ocak 1920 tarihli sayısında yayınlanan “Eşkâl-i Zaman” başlıklı yazısında kuyusu olan evi bulmanın sevincini şöyle anlatmıştır: “Arkadaşlar Üsküdar’da iki yerde ev bulmuşlar hem ucuz hem ferah... Suyu içinde... Bunda bir kuyu var... Kovayı salıverdi mi... Kesik baş düşer gibi sesler veriyor... çocuklar korkup çekemiyorlar... Sakaya da tokat gelmiyor... bir dönümü yirmi para!..”
Dipnotlar 1. Tokat Ermenilerinden olan Mıgırdıç Tokatlıyan, İstanbul’da otel, gazino ve lokanta türünden birçok işletme kurmuştur.