Edebiyat ve babaanne
“Peki bunun babaannelerle ne ilgisi var?” dediğinizi duyar gibiyim. Sizlere derin teessüflerimi sunarken, ilk olarak Yaşamak İçin Anlatmak, Bir Şehrazat Biyografisi isimli iddiasız ve daha demin hayal gücünden yoksun olmakla suçladığımız romanımızın final sahnesini huzurunuza sunabilirim.
Gabriel Garcia Marquez, -az sonra dönüp dolaşıp sözü yine ona getireceğim- kendi hayat hikâyesini yazdığı kitabına “Anlatmak için Yaşamak” ismini koymuştu. Anlatmak için yaşamak. Kim itiraz edebilir ki? Nam-ı diğer Gabo’ya ve yazı hayatına yakışır soylulukta bir isim tercihi. Fakat tuhaf bir şekilde ne zaman söz konusu kitabı elime alsam -ki sık yaparım- zihnim bana aynı garip oyunu oynar. Kapaktaki kelimeler şimşek çakması gibi kısa bir anda, hızlıca yer değiştirir. “Yaşamak” bir çırpıda başlangıca sıçrayarak anlatma eylemini önüne katıp sona sürükler: “Yaşamak için Anlatmak.” Bugünlerde sık kulağıma çalınan o şirin şarkıdaki gibi, belki de “istikrarlı hayal hakikattir.” Düşününce çok da yanlış sayılmaz, hikâyeciler aynı zamanda yaşamak için anlatıyor olamaz mı yani? Biliyorum, teklifim ilk bakışta Marquez’inki kadar destansı görünmüyor ama içi boş bir iddia değil. Anlatmama izin verin.
Yaşamak için anlatmak
Bugün postmodern oyunlar oynamayı seven bir yazar, kurmaca bir karakter oluşunu umursamadan Şehrazat’ın hayatını ele alan bir biyografik roman kaleme alsaydı - postmodernlerin Şehrazat ilgisi pek de farazi sayılmaz; postmodern edebiyatın öncülerinden sayılan John Barth’ın en önemli eseri Masal Masal İçinde’nin kahramanı yüce Şehrazat’ımızdır- kapağına hiç tereddüt etmeden hatta biraz da Marquez’e inat “Yaşamak İçin Anlatmak” levhasını iliştirebilirdi.
Özenti ve hayal gücünden yoksun bir isimle utanmazca agoraya çıkmış görünen romanımızın merkezinde ise tek büyük soru olurdu: Yaşamak için anlatmak ne demek? Çünkü çoğu zaman gözden kaçırılsa da bin bir gece masalları hakkında konuşurken, etrafında dolanıp durduğumuz temel mesele budur ya da öyle olmalıdır: Şehrazat, neden bin bir gece süren bir masal anlattı? Sonunda neyi başardı? Kendi hayatını ve ülkesindeki kadınların hayatını sadece ve sadece becerikli bir “oyalayıcı” oluşu sayesinde mi kurtardı? Hikâye anlatıcısının hüneri, sadece oyalama kabiliyetinden ibaret midir?
Saf ve temiz okurun farazi romanımızın giriş bölümünde böyle düşünmesinde hiçbir mahzur yok fakat bir parça derinleşmek ve bu fenomene yeni bir bakış açısıyla yaklaşmak gerektiğinde (yani romanımızın gelişme bölümünde); bizi başka ve çok daha ilginç bir ihtimal bekler. Acaba Şehrazat, Şehriyar’ı hikâyelerle azar azar, bin bir gece süren bir zorlu tedrisattan geçirmiş olabilir mi? Hünerli anlatıcımız, belki de her gece uyumadan önce anlattığı hikâyelerle zalim kocasının yepyeni rüyalar görmesini sağlamış, böylece intikam hırsı ve gururdan kör olan ona, asalet, onur, kahramanlık, aşk, merhamet gibi kadim değerleri yeniden hatırlatmıştır. (İşte benim insepşınım!) Çünkü o bilmektedir ki, karısının ihanetinden beri Şehriyar’ın içinde uykuya dalan “adil merhametli sultan”ı uyandırmak ancak tesiri yüksek, güçlü hikâyelerle mümkün olacaktır.
- Mağlubiyet hissi, kibir ve gururla beslenen o ezeli canavar, Sultan’ı yaşadığı ihanetten sonra hızla işgal etmiş, yapış yapış pençelerini onun kalbine geçirmiştir. Canavar, ancak hikâyelerin sükunet ve fazilet taşıyan mırıltısıyla yeniden bin yıllık uykusuna dönecektir. Şehrazat’ın asıl gayesi ne sadece kendi hayatını korumak ne de Sultan Şehriyar’ı kandırmaktı. O Sultan’la değil onun içinde serpilen ve dünyayı karartacak canavarlarla mücadele ediyordu. Bu hep böyledir, böyle olduğu için, Şehrazat’ın bir “B Planı” yoktur.
Bin ikinci gece affedilip vezir babasının sarayına dönmeyi ya da kardeşi Dünyazad’ı da alıp uzaklara kaçmayı düşünmüyordu. Bir habis iblis, kahramanımızın kulağına benzer planlar fısıldayacak olsa dahi ona yüz vermezdi.
O, bin ikinci gecede kendi hüneriyle taş taş kurduğu yeni dünyada, -ifadeyi Karakoç’tan ödünç alarak- “yonta yonta” yaptığı yeni Şehriyar’la “sonsuza kadar mutlu” yaşayacaktı. Yaşamak için anlatırken “yaşamak”ın anlamını da dönüştürmüş, bir kötülükle değişen dünyayı -bu defa da İsmet Özel’den ödünç alalım- “ruhunda kaynar adımlarla gezen” kendi dünyasına dönüştürmüştü. Bin ikinci geceye varıldığında Şehriyar, Şehrazat’ın olmasını istediği kişi, dünya ise onun yaşayabileceği bir yerdi artık. İşte hikâyeler, bize tam da bunu yapar, dünyayı –gerekiyorsa- yıkar ve bitmek tükenmek bilmeyen bir gayretle her an yeniden kurarlar. Her hikâye, dünyaya, içindeki canavarlara karşıdır ve aynı zamanda dünya içindir, gücü nispetince onu dönüştürür.
Bir zamanlar bir yerlerde, kıyamet habercisi sayılan Yecüc Mecüc’ün arkasında tıkılı olduğu duvarı aşmasının önündeki tek engelin kadınlardan oluşan bir grup olduğunu iddia eden bir öykü yazmıştım. Bana öyküyü yazdıran imge, bir yandan gündelik hayatlarına devam ederken, örgü örerken, çocuğunu büyütürken, işe giderken ya da evinde otururken bir yandan da sessizce büyük bir salonda hikâye anlatarak dünyanın sonuna engel olan “Şehrazatlar takımı” görüntüsüydü. Zamanın tuhaf etkisiyle çıldırmış, Yecüc Mecüc’ü andıran bir kıyıcılıkla dünyaya ve kendi fıtratına karşı gelen insanlığa usulca hikayeler anlatan ve “son”u mümkün olduğunca geciktiren kadınlar…
Bir “etkilenme” teklifi
“Peki bunun babaannelerle ne ilgisi var?” dediğinizi duyar gibiyim. Sizlere derin teessüflerimi sunarken, ilk olarak Yaşamak İçin Anlatmak, Bir Şehrazat Biyografisi isimli iddiasız ve daha demin hayal gücünden yoksun olmakla suçladığımız romanımızın final sahnesini huzurunuza sunabilirim. Şehrazat’ı ihtiyar ve bilge bir babaanne olarak etrafında Şehriyar, oğulları, kızları ve torunlarından oluşan mutlu bir halkanın tam merkezinde görürüz. Onlara kim bilir kaçıncı defa kim bilir kaçıncı gecenin masalını anlatıyordur; nihayet gevezeliğiyle meşhur biyografi yazarımız bize şöyle der: dünyasını hikâyeleriyle kuran Şehrazat, sonsuza kadar hikâyelerini anlatmaya ve bu masalsı dünyanın duvarlarını nefes kesici hikâyeleriyle güçlendirmeye devam etti. Zaten dünya, hikâye halkalarından ibaret değil midir? Şimdi başınızı kaldırıp etrafınıza bakın ve kendi Şehrazat’ınızı bulun.”
Yetinmeyip ispat ve cevaplar duymaya devam etmek istiyorsanız size az önce vadettiğim gibi yeniden Marquez’i hatırlatmak zorundayım. Onu ve yayınlandığı 1967 yılından itibaren dünya edebiyatının (dünya edebiyatı, başka bir sürü tanımın yanı sıra kendimize anlattığımız en güçlü/kalıcı hikâyelerin toplamı değil midir?) en önemli eserlerinden biri olan Yüzyıllık Yalnızlık’ı birlikte. Yayımlanmasıyla birlikte gözüpek ve cevval bir fetih ordusu; gitgide büyüyen bir hortum ya da pandemik bir virüs gibi, dünyayı süratle fırdönen; büyülü gerçekçilik akımının en önemli eseri sayılan; kendisinden sonra gelen pek çok yazarı derinden etkileyen bu mucize roman, ilhamını Marquez’in içinde büyüdüğü kalabalık aileden alır. Çocukluğunun geçtiği Aracataca kasabasını, Macondo isimli muhayyel bir kasabaya dönüştüren Marquez, kendisine Yüzyıllık Yalnızlık’ın yazılışını soranlara daima babaannesini işaret etmiş, ancak ve sadece babaannesinin ona anlattığı hikâyeleri ve bunu anlatma biçimini “kopyaladığını” itiraf etmiştir. Tekrar ediyorum, dünya edebiyatını derinden etkileyen Marquez’in babaannesinden etkilendiği…
İyi ama şimdi hikâyenin gücüne inanan, yazılan ya da anlatılan her hikâyenin yeni bir teklif, bakış açısı, kavrama biçimi olduğunu düşünen bizler, bütün dünyayı kasıp kavuran bu yeni romandan etkilendiğimizi söylerken aslında kimden etkilenmiş oluyoruz?
Marquez’den mi babaannesinden mi? Sadece onunla kalsa iyi, Cengiz Aytmatov, Attilla İlhan gibi saymakla bitmez nice “babaanne üretimi” büyük yazar var karşımızda. O halde dünya edebiyatının tarihini yazanların yoğunluğunu asla kesin olarak tespit edemeyeceği “babaannesinden etkilenenler” diye büyülü bir kümeden bahsediyoruz. Üstelik biraz muzipçe işaret ettiğimiz bu alan, doğrudan etkilenmenin dışına çıkıp geliştirilmeye oldukça müsait. Artık anlaşıldığı gibi bu satırların yazarı için “babaanne”, asırlar boyu, insanlığın bütün deneyimini kendinden sonraki kuşaklara aktarma görevini bihakkın yürüten sözlü kültürün bütün hikâye anlatıcılarını -elbette özellikle kadınları- ve haliyle geleneği temsil eder. Ateş başında, yolcudan yolcuya, kulaktan kulağa, pencereden pencereye, fısıltılarla kahkahalarla, gözyaşlarıyla, coşkuyla, kederle, öfkeyle, sitemle, ahla, niyazla, duayla aktarılan ve asırlar boyu canlılığını yitirmeden “uçan” sözü yani bütün bir kültürü kast ediyorum. Şimdi daha cesaretle söyleyebiliriz: Marquez’in ya da Aytmatov’un, Tolkien’in ya da Evliya Çelebi’nin, Karagöz ve Hacivat anlatıcılarının, Filibeli Ahmet Hilmi’nin, Kazancakis’in ya da Ömer Seyfettin’in dilini değdirdiği, kalemini batırdığı kaynağın başında, biz görsek de görmesek de, tespit etsek de etmesek de mutlaka ama mutlaka çömelmiş oturan bir kutlu babaanne vardır.
Son iki yüz yılda modernleşme rüzgârı bu etkiyi zayıflatsa, “eski”nin kıymetsiz ve demode olduğunu söylese ve anlatıcıların dikkatlerini başka yönlere çekmiş olsa da ne zaman büyük bir anlatıcı ortaya çıkıp “bizi biz yapan hikâye”nin peşine düşse yolun bir yerinde kendisini sabırla bekleyen bir babaanne bulur. Babaanne, kâh Şehrazat kâh Herodot kâh Homeros kâh Dede Korkut kâh Fuzuli, Mevlana, Sadi-i Şirazi suretinde ya da bazen isimsiz ve imzasız bir “söz” olarak onu karşısına alır ve anlatmaya başlar. Hikâyeler birbiri ardı sıra eklenir eklenir ve gökten üç elma düşer. Biri dinleyene, biri anlatana, biri de gelecek nesillere. Kutsal babaanneden gelen bu elmayı yiyen şanslı torunlar ise fani dünyada esen bütün rüzgarlardan daha güçlü bir rüzgârın içinde bulur kendisini, her ısırıkta perde biraz daha şeffaflaşır ve kişi yepyeni bir dünyaya uyanır. Sonsuza kadar.