Duyusal duyarsızlığı aşmanın bir yolu olarak şehre dokunmak
İnsanın ruhuna bir yer atfetmek zorunda kalsak, aklımıza ilk olarak beden gelecektir. İnsan bedenine bir konum aramak istediğimizde ise karşımıza ilk sığındığımız yer, dünyaya geldiğimiz yuva, aile evimiz çıkacaktır. Ev, geniş ölçekte bir köye, mahalleye, semte ya da şehre aittir; mekânsal anlamda, daha büyük bir bedenin parçasıdır. İnsan bedeninden şehrin bedenine kadar genişleteceğimiz her türlü sosyal ve mekânsal etkileşim, zorunlu olarak duyusal yollarla gerçekleşecektir. İnsan ruhen, içinde bulunduğu mekânsal çevreyle, duyusal alışverişle etkileşime girer. Gördüklerinden, işittiklerinden, dokunduklarından etkilenirken aynı duyusal araçlarla çevresini etkiler, dönüştürür. Nihayetinde insan için yaşadığı şehir, duyumsadıkları kadarıyla gerçektir.
Yeryüzünü ve fiziksel çevreyi muhtelif duyumsama yöntemleriyle keşfetme yolculuğu jeoloji, coğrafya, şehir planlama, mimarlık, antropoloji, sosyoloji, çevre psikolojisi gibi birbirinden farklı disiplinleri ortaya çıkarmıştır. Her disiplin, çevreyi duyumsama biçimlerinden bazılarını önceler. Jeoloji ve coğrafya için görgül keşifler birincil derece önemlidir. Şehir planlama ve mimarlık için kentler öncelikle teknik yapılardır. Geometri ve matematik duyumsamayı mekanikleştirirken mimarlık bunu sanat ve estetik ile aşmaya çalışır. Antropoloji ve sosyoloji ise çevreyi sosyal ve kültürel yönlerden ele alması sebebiyle daha insanî duyumsamayı öne çıkarır. Çünkü bu disiplinlere göre insanın yaşadığı çevreyi nasıl algıladığı, onun çevre, toplum ve varlık tasavvurunu belirler. Psikoloji de benzer şekilde çevreden aldığı duyumlarla, insanın ruhsal durumu hakkında tahlil yapma imkânını bulur.
İnsanı antropolojik ve sosyolojik yönleriyle ele alan yaklaşımlar, diğer disiplinlere kıyasla insanı mekanik bir varlık olmaktan çıkarır. Çünkü insan çeşitli duyumsamalar yoluyla iletişim kurarak çevreyle arasında sosyo-kültürel bir bütünlük oluşturur.
Mekâna ve şehre özgü ayırt edici vasıflar, mukimlerin tasavvurunda imgelere dönüşebilir ya da toplumsal grubun sahip olduğu kültürel özgünlükler, mekânsal çevre üzerinde imajlar oluşturabilir.
Bu karşılıklı etkileşimi takip edebileceğimiz alanlar, duyusal göstergeler üzerinden okunabilir. Örneğin görme duyusundan dokunma duyusuna kadar insan algısı, yüzeysellikten derinliğe doğru bir sıraya sahiptir. Görmek/görülmek insan etkileşiminde en yüzeysel diyalogdur. Karşılıklı konuşmak (dolayısıyla işitmek) ikincil düzeyde bir yakınlık oluşturur. Koku ya da dokunma yoluyla bir etkileşim kurmak ise birincil düzeyde bir yakınlığa karşılık gelir. Antropolog Edward Hall buna sessiz dil adını vermişti. Dolayısıyla duyularımız aracılığıyla kurduğumuz ilişki, bireyin kişisel mekânının ve diğerleriyle kurduğu sosyal mesafenin sınırlarını çizer. Örneğin Doğu’da mahremiyetin sınırları görme/görünmeyle, Batı’da ise dokunmayla başlıyor olması bu gibi nüanslardan kaynaklanır. Dolayısıyla dokunma tehdit edici davranışın son sınırı konumundadır. Fakat tersinden bakarsak en güvenilir, samimi, duygusal davranış da kendisini dokunma yoluyla gerçekleştirir: okşamak ve sarılmak gibi.
Gördüklerinden, işittiklerinden, dokunduklarından etkilenirken aynı duyusal araçlarla çevresini etkiler, dönüştürür. Nihayetinde insan için yaşadığı şehir, duyumsadıkları kadarıyla gerçektir.
Kent hayatını duyusal açısından tarif ederken bütünlüklü bir tasvire ulaşmakta zorlanırız. Özellikle günümüz kentleri, kozmopolit ve kompleks alanlar/yapılar ürettikçe yerel dinamiklerini kaybetmeye başlamıştır. Kentsel sınırlar içerisinde heterojenliğin, insan ve yapı yoğunluğunun artmış olması, önce duyusal uyaranları, sonra -doğru oranda- duyusal duyarsızlığı arttırmıştır. Kent hayatındaki uyaranların çeşitliliği ve zenginliği, duyumsama biçimlerinde algısal bir tanımlamaya dönüşmemektedir. Kentteki mekânsal çeşitliliği zamansal bir sınırlılıkta deneyimleme ihtiyacı, hızı, modern kentin en temel özelliği ve motivasyonu hâline getirmektedir. Bu durum yöneticiler açısından rasyonel planlamayı zorunlu kılmaktadır. Böylece hız üzerine kurgulanan kentsel tasarımlarda hâkim duyusal göstergeler daha çok göze hitap etmektedir. Fakat görme duyusu bile bu hız toplumunda neredeyse duyarsızdır. Gördüğü “şey” (nesne) ile gören göz (özne) arasında bir tekabüliyet oluşmamaktadır. Hız toplumunun tabiatına uygun olarak görme ve görülme eylemi gerçekleşmiş ise etkileşim tamamlanmış, tüketim gerçekleşmiş demektir. Artık gözün işlevi, toplu taşımada giderken yolu seyretmekten farksızdır. Yolda giderken gördüğünüz herhangi bir şeye karşı, durup takip etmek isteyeceğimiz bir merak ve duyarlılık hissi kalmamıştır. İnsanın duyularıyla birlikte bedeninin yerini alan teknolojik araçlar duyuları duyarsızlaştığı kadar, bilinci de tembelleştirmiştir.
Kentsel deneyimlerde görme duyusu bilinç üzerinde görülen şeyi kuşattığı ve sahip olduğu hissi uyandırır. Kentin sahip olduğu kültürel mirası sadece göze hitap ettiği yönüyle deneyimlemek, duyusal açıdan deneyimin en cüzi hâlini temsil eder. Tıpkı bir turist ya da müşteri bakışı gibi geçici ve yüzeyseldir. Fakat deneyimi diğer duyuların keşfine açabilmek için, insanın bedeniyle birlikle keşif mekânında bulunması gerekir. Bedensel anlamda “orada” olmak, zorunlu olarak çevrenin seslerine ve kokusuna şahit olmayı gerektirir. Keşif mekânında bulunmak, ikamet etmek veya yürümek ise o mekâna dokunmaya karşılık gelir. Kent mekânlarını dokunarak deneyimleme biçimleri, diğer duyuları yok saymadığı, onları da deneyime dâhil ettiği için bütüncül bir keşif aracıdır.
Kentlere özgü yerel duyu haritaları, kent insanının, bedensel ölçeğini ve deneyimlerini merkeze alan bir paradigma ile inşa edilebilir. Çünkü kentlerin giderek büyümesi, metropolleşiyor olması insan ölçeğini aşan yapıların doğmasına neden olmuştur. Kentler, beden (ayakların, adımların kapasitesi) ile baştan sona yürümeye imkân vermeyecek kadar büyümüştür. Bu büyüme unsurları kentler açısından birer gelişmişlik ve kalkınma göstergesi sayıldığı için nüfus, sermaye, üretim, reklam, tüketim vb. niceliksel değerler dünyamıza hâkim olmaya başlamıştır.
- Böylece fabrikalar, iş ve alışveriş merkezleri, rezidanslar, konut alanları, eğitim kampüsleri, spor ve eğlence kompleksleri, oto yollar, köprülü kavşaklar, toplu taşıma araçları, hususi otomobiller şehirleri işgal etmektedir. Bu durumu İnsan İçin Kentler kitabında Jan Gehl “taşıtların ve binaların istilası” olarak adlandırmıştı.
Dolayısıyla kentlerde insanlar için araçsal değere sahip olan unsurlar, kapladığı alan itibariyle diğer insanlarla ya da çevreyle kurulabilecek potansiyel duyusal etkileşimi minimize etmektedir. Fakat kentli, gündelik hayatının mikro alanlarında hangi tür yapılar ve mekânlarda bulunuyorsa, buralarda yerel duyu haritalarının izlerini bulabiliriz. Kentlinin haftalık uğradığı bir mahalle pazarı, her gün önünden geçtiği bir hastanenin acil servisi, sabahları sıcak kokular aldığı ekmek fırını ya da çocuğunu okuldan alırken içinden geçtiği park alanı duyusal deneyimi zenginleştirmeye yaramaktadır. Aynı zamanda bu yerel-duyusal ilişki ağları, yaşadığımız şehir ile kuracağımız ünsiyet ve idiyet alanlarını oluşturur.
Modern zamanlara hâkim olan en güçlü duyunun görme olduğu aşikâr olsa da insanın mekânla olan ilişkisinde yerel duyuların önemine odaklanmak gerekir. Çünkü görme öncelikle kenti ya da mekânsal örüntüleri imaj düzeyinde tasarlar. Yani mekânın modern görüntüsü ya da “gelişmişliği” onun tasarımıyla ilgilidir. Fakat “belirli” imajlara göre tasarlanan bir mekânın (kentteki yapısal unsurların) insan deneyimindeki -pratik- karşılığı diğer duyulara hitap etmek zorundadır. Çünkü görsellik, doğrudan yaşamsallığa karşılık gelemez. Görsel olarak insanın beğenisine hitap eden bir şehir, ancak şehrin kokusu, sesi ve diğer duyulara hitap etme biçimleriyle hayata dâhil olur. Bir havayolu şirketinin kataloğunda görünen herhangi bir Uzak Doğu şehri, orada fiziksel olarak bulunmadan (çevrenin sesi, kokusu, sıcaklığı gibi dokunsal hissiyatı ile) yaşamsal kılınamaz. Ya da örneğin nehir manzaralı tarihi sokaklarıyla bir Avrupa şehri, görsel zenginliği sebebiyle sanatsal, otantik ve estetik bir algıyı çağrıştırabilir. Fakat o sokağı fiziksel olarak deneyimleme biçimine zorunlu olarak nehrin kokusu, yakın çevrede var olan bir şantiyenin gürültüsü ya da dik yamacında yürürken bedenin zorlanması eşlik edecektir. Görme duyusu kente dair en genelgeçer ve yüzeysel duyumları yansıtırken, kentin (ya da bir muhitin) kokusu, sesleri ve bedensel deneyimleri kendine özgü yerel duyu haritalarını oluşturur.
Yaşadığımız kentlerde duyusal duyarsızlığı aşmak nasıl mümkün olabilir? Kentle ve mekânla kurulan duyusal etkileşim nasıl derinleşebilir? Öncelikle kentsel deneyimlerimizde hız yerine yavaşlığı hâkim kılabiliriz. Fiziki, tabii ve sosyal çevremizle kuracağımız duyusal ilişki, ancak yavaş seyreden (bakarak, düşünerek, hissederek, dokunarak vb.) etkileşimle anlamlı hâle gelebilir. Örneğin, yaşlı ve yalnız insanların binaların zemin katlarında oturmak istemelerinin nedeni bedensel olarak şehrin/sokağın canlı hayatından koparılmak istememeleriyle ilgilidir. Asansör gibi teknolojik araçlarla üst katlardaki bir dairede oturma imkânları olsa da sokakta insanların yürüyerek, koşarak, bekleyerek, birbirleriyle konuşarak sergilediği hayatî etkileşimlere gözüyle, kulağıyla katılmadığı sürece, yaşadığı evi bir zindan gibi algılayacaktır. Sokaktaki hayatı göz hizasında seyredebilmek, olan biteni işitmek, yeri geldiğinde sokağa seslenebilmek şehre dokunabilecek düzeyde katılmak anlamına gelir. Sadece yaşlılar için değil, kentsel hayatın hızlı ritmi içerisinde nispeten yavaş, durağan veya dingin seyreden gündelik deneyimlerde mekân insanın diğer duyularına hitap ederek derinleşmeye başlar: kitapçının kokusu, kuafördeki sesler, hamamdaki sıcaklık ya da soğukluk, mermerdeki veya ahşaptaki dokunsal hisler…
Duyusal etkileşimi derinleştirmenin bir diğer yolu Fransız Etnolog Marc Augé’nin “yok-yerler” şeklinde ifade ettiği mekânlardaki deneyimleri şahsileştirmekle mümkündür. Auge, daha çok geçiş mekânları olarak zikrettiği otoyol, hastane, alışveriş merkezi, havaalanı gibi yerlerin, insan ve toplum hayatıyla tarihsel ve antropolojik açıdan kimlikleyici bir ilişkinin kuramayışına dikkat çekmiştir. Bu mekânlar nihayetinde kendine özgü duyusal bir algı inşa etmektedir ama tekil anlamda insan hayatıyla biyografik veya antropolojik, toplum hayatıyla kültürel bir tekabüliyet bulmaları mümkün görünmemektedir. Bu yerler, modern zamanların evrensel mekânları olduğu gibi yerel kültürler için kimliksiz yapılardır. Örneğin metropolde topluma taşıma araçları, bir konumdan diğerine en hızlı şekilde ulaşmayı hedeflediği için içinden geçilen mekânlar yolcu açısından yok hükmündedir. Tersine taşrada muhtelif ulaşım biçimlerinin yavaş gerçekleşmesi, yolculuğu duyusal açından zengin kılar ve deneyimi şahsileştirir.
Augé’nin “yok-yerler” kavramsallaştırması, duyusal duyarsızlığı aşmanın muhtelif yolları olabileceğini gösteriyor.
Kentsel bir inşa olarak insanların evleriyle kurduğu ilişki dikkat çekicidir. Günümüzde evlerimiz dahi bize daha az aittir. Konumundan büyüklüğüne, inşasından imarına, estetiğinden işlevselliğine kadar kullanıcıların herhangi bir tasarrufunun ol(a)madığı yerlerdir.
Evler, birer daire ve konut özelliği gösterdiği müddetçe sadece emlak ve gayrimenkul özelliği ile öne çıkmaktadır. Türkiye kentleşme tarihinde, konut inşa etme politikası, sadece ekonomik ve politik hedeflerde gerçekleştirilmiştir. Bu evlerde yaşayacak insanların tarihsel, geleneksel ve kültürel özellikleri planlama programlarının konusu olmamış, dolayısıyla bölgesel farklılıklar dikkate alınmamıştır. Öyle ki büyük ölçekli (hem geniş alanları kaplayan hem de yüksek katlı yapılar) konut politikaları, tek tek insanların küçük dünyasında duyumsanamaz yapılar hâline gelmiştir. Cam, çelik ve beton yapılardan ibaret olan kentler, duyusal olarak soğukluğu, renksizliği, gürültüyü, kirliliği temsil etmektedir. Makinaların ve teknolojinin maharetiyle inşa edilen kentler, büyük bir depremin sonucunda gayri insani manzaraları ortaya çıkarmıştır. İnsanlar kendi eliyle inşa edemediği evlerinin enkazı altındaki yakınlarını çıkaracak bedensel gücü kendilerinde bulamamıştır. Mekanik (mühendislik ve ekonomik) hesaplamalar sonucunda ortaya çıkan ev(ren), insanın duyusal kapasitesini aştığı için yine makinelerin kurtarıcılığına muhtaç kalınmıştır. Kentlerin imarındaki duyusal duyarsızlık motivasyonu, nihayetinde insanı bedensel ve duygusal çöküntüye götürmüştür.
Özetle şehre dokunmak, insanın bedeninin (duyularının) ve uzuvlarının (el ve ayakları) sınırlarında kalmak ile mümkündür. İnsan ölçeğini aşan her inşa, biyolojik, ekolojik ve psikolojik bir duyarsızlaşmaya, nihayetinde insanın kendine yabancılaşmasına yol açar.
1. Bu son satırlar, 6 Şubat 2023’te 11 ili etkileyen Kahramanmaraş merkezli depremin sonucunda meydana gelen yıkımın yarattığı hissiyata gönderme yapmaktadır.