Deniz hıyarı, sarbanbaşı, Malcolm X Aborijinlerİslamiyet’le nasıl tanıştı?
Dünyadaki Müslüman cemaatler arasında belki de en az tanınanı Aborijin Müslümanlar. Bununla birlikte Avusturalya’daki Aborijin nüfusta mühtedilerin sayısının her geçen gün arttığına dair haberler de birkaç yıldır gündeme gelmeye başladı. Bu eski kıtanın yerli halkının İslam’la tanışma serüvenine bir göz atalım, bakalım bizi neler bekliyor?
Benim kuşağımdan pek çok kişinin Aborijinlerin varlığına dair bilgisinin bir bestseller kitap üzerinden olduğunu zannediyorum. Lise yıllarımın bu popüler romanı Bir Çift Yürek’te okuyucuyu Avusturalya’nın yerli halkı arasında bir yolculuğa davet eden Marlo Morgan, aslında bize ismini verdiği bu halk hakkında doğru bilgiler de aktarmıyordu.
Yazar kıtaya gidip Aborijinleri görmüş müydü, onların tabiattaki yaşantılarını tecrübe etmiş miydi ya da en azından bu konuda sıkı bir çalışma, iyi bir okuma yapmış mıydı? Aboricinler kitabının müellifi Taştan Yılmaz’a göre bu sorulara olumlu cevap vermek zor çünkü Bir Çift Yürek daha ziyade Kuzey Amerika yerlilerinin yaşam tarzlarını ve inançlarını yansıtıyor.
İsmini böylelikle duyduğumuz, cismini tabii ki görmediğimiz, hakkında eser miktarda bilgi sahibi olduğumuz uzak kıtanın bu kadim sakinleri kimlerdir? Dosyamızı ilgilendiren soru ile devam edelim: Güneye tekabül eden mevkii sebebiyle Avusturalya adını alan dünyanın bu en küçük kıtasının, ama aynı zamanda en büyük adasının yalıtılmış hâli onların ta uzaklardaki, kuzey komşuları olan Uzakdoğu’nun Müslüman halklarıyla temasta bulunmalarına mâni olmuş mudur? Ve Aborijinler İslam’la ne zaman tanışmıştır?
Aborijinlerin uzun tarihi
Avusturalya’nın yerlilerinin tarihi yaklaşık 50 bin yıl öncesine dayanıyor. Aşağı yukarı 250 farklı dil konuşan ve bundan çok daha fazla kabile ve boydan oluşan Aborijinler modern zamanlara kadar, yaşamlarını dış dünyadan izole bir hâlde avcı-toplayıcı olarak sürdürüyorlar. Dolayısıyla Avrupalı göçmenlerden evvel, Avusturalya’da başlamamış şeylerden biri de tarım. Bunun elbette makul sebepleri var.
Dünyanın en kurak yerlerinden biri olan Avusturalya’daki karaların çoğu yalnızca çöller ve kabaklaşmış arazilerle dolu. Çok fazla volkanik hareket, yüksek dağlar ve buzullar olmadığı için kıtanın yaşlı toprakları verimsiz ve besleyicilikten yoksun. Coğrafyanın getirdiği olumsuzlukları iklimsel dezavantajlar perçinliyor.
Kıtanın büyük bir bölümünde düzenli yıllık mevsim döngüsünün yerine düzensiz ve yıllık olmayan döngüler hüküm sürüyor, yani yıllarca devam eden beklenmedik şiddetli kuraklıklar aynı derecede beklenmedik sağanak yağmurlar ve sellerle kesilebiliyor.
Toprak ve iklim sorunlarının yanı sıra, evcilleştirilebilir yaban bitkilerinin azlığı, yine, evcilleştirilebilir hayvanların bulunmayışı yiyecek üretiminin ortaya çıkmasının önündeki en büyük engeller arasında yer alıyor. Avcılık ve toplayıcılıkla geçinmek bu sebeplerle Avusturalya koşullarının kaçınılmaz sonucu hâline geliyor, ta ki bu topraklara uygun üretilebilir bitkiler okyanuslar aşan gemilerle kıtaya gelene kadar.
Göçebe hayatı yaşayan yerliler yaşadıkları bölgeleri yenilebilir bitki ve hayvan verimliliğini esas alarak değiştiriyorlar; gayet normal bir şekilde nüfus yoğunluğu genellikle deniz, ırmak ve göllerdeki su ürünlerinin bolluğuna ve yağış yoğunluğuna bağlı olarak şekilleniyor; Aborijinler genellikle çöllerle ayrılmış verimli ekolojik “adalar”da yaşıyorlar.
Sanıldığının aksine Avusturalya yerlilerinin çoğu çöl insanı değiller, sömürgecilerin yerlilerin topraklarını ellerinden alıp, onları, beğendikleri bölgelerden pek de tercihe şayan olmayan yerlere iteklemeleri nedeniyle bizde böyle bir kanaat hasıl oluyor.
Avusturalya tarihi bulunduğumuz coğrafya itibariyle tarih derslerinden pek de aşina olduğumuz bir konu olmasa da, sömürgeciliğin girdiği bir yeri kasıp kavurduğunu yakından biliyoruz. Avusturalya da bu vahşi sömürünün izlerini taşıyor, bu zulmün en derin yaralarını ve en büyük mağduriyetlerini sineye çekenler de Aborijinler oluyor.
Bizi tavşanlardan kim koruyacak?
Türkçede Kızıl Ağaç,Kayıp Şey, Uzak ve Asla Neden Diye Sorma kitapları yayımlanan Avusturalyalı çizer Shaun Tan’ın resimlediği, John Marsden’in kaleme aldığı The Rabbits, kısa ve net bir şekilde Avusturalya tarihini özetliyor. Anlatının yalın üslubunun keskinliği okuyucuyu derinden etkiliyor.
Tarif edilemez biçimde hızlı üreyen tavşanların istilacı beyazlara benzetildiği kitapta, beyazların kıtanın başına açtığı belalardan birine de gönderme var. Zira bugün bile Avusturalya tavşan popülasyonundan muzdarip.
Hadise, sürek avına düşkün bir İngiliz’in başının altından çıkıyor. Kıtanın güneyindeki Victoria eyaletinde yaşayan Thomas Austin 1859 yılında avlamak için kendisine 24 tane tavşan getirtiyor. Fakat tavşanlar akılalmaz biçimde ürüyor, ürüyor, ürüyorlar. Önlenemez bir biçimde çoğalan tavşanların kontrol altında tutulması için her türlü yol deneniyor.
10 yıl içinde 2 milyon tavşanın avlanması da pek bir işe yaramıyor. Tavşanlar Avusturalya’yı kelimenin tam anlamıyla ele geçirip kemiriyorlar. 1920’lerde Avusturalya’daki tavşan sayısı 10 milyar olarak hesaplanıyor, bundan sonra tüfekle avlamak, yuvaları patlatmak, kimyasallarla zehirlemek, sadece tavşanları etkileyen çiçek hastalığı virüsüyle öldürmek vb. her türlü imha yöntemi kullanılarak tavşan sayısı azaltılmaya çalışılıyor.
Tavşanların tüm adaya yayılmasını engellemek adına yapılan en zorlu uygulamalardan biri de, batıdaki tarım alanlarını ülkenin doğusunu çoktan işgal eden tavşanlardan kurtarmak için 1901-1907 yılları arasında çekilen ve kıtayı kuzeyden güneye ikiye bölen toplam 3.256 km uzunluğundaki üç sıra çit. Fakat nafile, tavşanlar dur durak bilmiyor. Bugün sayıları 200-300 milyonu bulan tavşanlar, Avusturalya’nın milyon dolarlara mal olan temel meselelerinden biri sayılıyor.
Kitaba dönersek, The Rabbits Avrupalı sömürgecileri kıtanın verimli topraklarını kemiren, yerli bitkileri ve dolayısıyla hayvan türlerini tahrip eden tavşanlara benzetirken hiç de haksız değil. Avusturalya’da yayılan Avrupalılar da Aborjinleri tehdit edip zarar uğratıyorlar. Kitaptaki ifadeler bu çarpıcı gerçeği basit ama sert bir biçimde dile getiriyor:
- Bizim yemişlerimizi yediler,
- Ağaçlarımızı yıkıp devirdiler,
- Dostlarımızı korkutup kaçırdılar...
- Ve çocuklarımızı bizden çaldılar.
- (Söyleyin) bizi bu tavşanlardan kim koruyacak?
Aborijin tarihinin en şiddetli travmalarından birini de şüphesiz “çalınan kuşaklar” oluşturuyor. Bu tabir, 1869-1969 yılları arasında asimilasyon amacıyla ailelerinden zorla koparılarak beyazlara ve kilise okullarına verilen Aborijin çocukları anlatıyor.
Ve beyaz adam göründü!
29 Nisan 1770’de kıtanın doğu kıyısına ayak basmasan James Cook, kısa bir zaman sonra bu toprakların Britanya’ya ait olduğunu ilan ediyor. Kıta hemen bir sürgün yerine dönüşüyor. 1788-1868 yılları arasında yaklaşık 160 bin mahkûma ev sahipliği yapan Avusturalya, 1790’lardan itibaren özgür girişimcilerin akın etmesiyle ve 1850’lerde altın bulunmasıyla da yeni bir göç dalgasıyla karşı karşıya kalıyor. 1901’de altı koloni birleşiyor ve böylece Avusturalya Kraliyet Devleti kuruluyor.
Aborijin nüfusu Avrupalı kâşiflerin Avusturalya kıtasına yerleşmesinden sonra, ilk 150 yıl içinde trajik bir şekilde ve dünyanın “yeni kıta”larının makus kaderini paylaşarak 350-400 binlerden 45 bine düşüyor. Beyaz adamın kıtada görünmesini takip eden iki yüzyıllık zaman diliminde yerlilerin varlığını tehdit eden bir dizi hadise cereyan ediyor. Avrupalı göçmenler, yerli nüfusu ilk “fatihler” için gayet sıradan olan geleneksel bir yöntemle, yani tüfekle ve yerlilerin genetik dirençlerinin olmadığı çiçek, kızamık, grip, tifo, tifüs, suçiçeği, boğmaca, verem, frengi gibi hastalıklarla öldürüyorlar; asimilasyon politikalarıyla da süründürüyorlar.
Avrupa sömürüsünün ardından Avusturalya yerlilerinin en az 40 bin yaşındaki gelenekleri iki yüzyıllık kısa bir sürede mağlup olarak büyük oranda yok oluyor. Sömürgeciler bu süre zarfında kıtanın avcı-toplayıcı olan ev sahiplerini geri dönülmez bir şekilde dönüştürüyor; bu topraklarda okuryazar, yiyecek üreten, sanayi demokrasisi oluşturuyorlar.
Avrasya doğal çevresi içinde 10 binyıllık bir sürede mirasçısı oldukları unsurların hepsini Avusturalya’ya dışardan getiriyorlar: hayvan varlığı, neredeyse bütün tarım bitkileri, metal işleme bilgisi, buharlı makineler, tüfek, alfabe, siyasal kurumlar, mikroplar. Dünyanın büyük bir bölümünde yerleşik topluma geçiş aheste adımlarla binlerce yıllık bir sürenin sonunda gerçekleşmişken, Aborijinlerden değişimi sömürgeciliğin dürtüklemesiyle âdeta bir gecede istiyorlar.
Deniz Hıyarı, Sarban, Malcolm X
Birbirinden alakasız gibi görünen bu üçlü aslında Avusturalya kıtasının İslam’la tanışma öyküsündeki üç önemli aktör.
Deniz hıyarı, bir Endonezya adası olan Sulawesi’nin Makassar bölgesinden “prau” isimli geleneksel kanolarla her yıl kuzeybatı Avusturalya’ya gelen Müslüman balıkçıların meşakkatli yolculuklarının asıl amacını teşkil ediyor. Çin’e ihraç etmek üzere meşhur bir malzeme olan deniz hıyarını (ya da patlıcanı) toplamak için gelen Makassarlıların ilk ziyaretlerinin tarihini 1500’lere kadar dayandıranlar var. Bu da demek oluyor ki kıtaya Hıristiyan sömürgecilerden yaklaşık 200 yıl kadar önce Müslüman tüccarlar gelmiştir. 1907 yılına gelindiğinde Avusturalya yönetimi bu ziyaretleri yasaklayarak durduruyor.
Makassarlılarla Avusturalya yerlileri arasında her ne kadar kumaş, metal aletler, çanak çömlek, cam eşyalar, sözcükler, pipolar, içi oyulmuş kanolarla bir tür alışveriş olsa da bu etkileşim, Avusturalya yerlilerinin temel özelliklerini değiştirmiyor. Makassarlılar iç bölgelere hiç geçmiyorlar, küçük gruplar hâlinde gelip kısa süreliğine burada bulunuyorlar. Belki kuzeydoğudan gelmiş olsalardı bu verimli ormanlarla dolu bölgeler onları bu kıtada kalmak için cezbedebilirdi.
Ne var ki ülkenin kuzeybatı kıyıları verim açısından cazip gözükmüyor. Dar bir sahil şeridinde kısıtlı bir toplulukla iletişim kuran Makassarlıların Avusturalya’daki etkisi yine de kalıcı oluyor. Gelen Müslüman balıkçılar arasında, yerli kadınlarla evlenenler olduğu için Avusturalya’da gelecek nesillere uzanan bir İslam etkisi yer ediyor.
Bu karşılaşmanın izleri Aborijin kültüründe de kendisini göstermiştir. Mesela Yolngu halkının taptığı figürlerden biri olan “Walitha’walitha”nın, “Allahu Teâlâ”dan türediği söyleniyor. Ayrıca ibadet ve cenaze merasimlerinde batıya dönme adetinin de kıbleye dönen Müslümanlardan kaldığı düşünülüyor.
Avusturalya tarihinde yeri olan bir diğer Müslüman kesim ise 19. yüzyılda demiryollarında, taşımacılık ve maden sektörlerinde çalışmak üzere Afganistan ve Hindistan’dan gelen Müslüman sarbanlar.
Günümüzde hâlâ kuzey Avusturalya’da bulunan “Hassan” ve “Khan” gibi Müslüman soyadları bu deve sürücülerinin torunlarına ait. Avusturalya’nın orta kesimlerinde, 26 bin kişilik bir nüfusa sahip Alice Springs kentinde bulunan Afgan Camii de, devecilikle uğraşan Afganlardan yadigâr. Yaklaşık 150 yıl önce inşa edilen cami aynı zamanda ülkenin en eski camii olma özelliğini taşıyor.
Avusturalya’nın, 1967’deki referandumuna kadar nüfus sayımına dâhil edilmeyen ve varlığı görmezden gelinen halkı Aborijinler arasında Müslüman nüfusun gün geçtikçe arttığına yönelik haberler yapılıyor. Aslında sayılar küçük olduğu için artışlar yüzdelik olarak büyük artış oranlarına tekabül ediyor. Mesela 2001’de ülkede 641 Müslüman varken, 2016’daki son sayımda bu rakamlar, 1140’a çıkarak on beş yıllık bir sürede neredeyse iki katını buldu.
Bu ihtida hikâyelerinde kişisel manevi arayışlarının peşinde İslam’la tanışanlar, üniversitedeyken arkadaşları vesilesiyle hidayete erenler olduğu gibi, Malay veya Afgan atalarının dinine sonradan bilinçli bir dönüş yapanlar da mevcut. Evlilik yoluyla İslamiyet’i tercih edenler de az değil... (Mesela ülkeye Lübnan’dan gelen ve Avusturalya’da evlenen Müslüman göçmenler bulunuyor.) Fakat Aborijinlerin Müslüman olmalarında bir başka ilginç etken daha var, o da bir başka coğrafyada -Aborijinlerin maruz kaldığı ayrımcılığa benzer şekilde- ırkçılığa ve beyaz adamın zulmüne karşı savaş vermiş olan Malik el-Şahbaz yani Malcolm X! Ünlü rugby oyuncusu ve boksör Anthony Mundine, Avusturalya’da Malcolm X’in hayat hikâyesini okuyarak Müslüman olanların en meşhuru. Ve onun gibi başkaları da var.
Rakamlar
GSMH’sı en yüksek ülkelerden biri olan, İnsani Gelişmişlik Endeksi’nin 2. sırasındaki yerini uzun süredir koruyan ve dünyanın en çok göç alan ülkelerinden Avusturalya’nın en fakir ve gariban halkı Aborijinler, 24,5 milyonluk ülke nüfusunun %2,8’ni oluşturuyorlar. Kıtada hâlihazırda 649.171 Aborijin ve -adanın diğer yerli halkı olan- Torres Boğazı Sakini yaşıyor.
Avusturalya’nın %48’i Hıristiyan (1966’da bu rakam %88), bunda şüphesiz, Asya ve Afrikalı göçmenleri saf dışı bırakan ve 1901-1966 yıllarında hüküm süren beyaz göçmen politikasının etkisi çok büyük. Bu yasa ile ırkçı bir siyaset güden Avusturalya hükümeti ülkeye sadece İngilizce konuşan “beyaz Avrupalıların” göçünü olanaklı hâle getirmiştir.
Diğer yandan bu tabloda 19. yüzyılın başlarından itibaren kıtada varlıklarını göstermeye başlayan misyonerlerin ve Aborijinler üzerinde uygulanan baskı politikalarının etkisi de yadsınamaz. Nitekim Aborijinlerin %54’ü Hıristiyan dinine mensup.
İstatistiksel verilere göre ülkede Hıristiyan nüfus gün geçtikçe azalıyor: 2006’da dinsizlik oranı %18,7 iken, 2016’da %30,1. Dinsizlik gittikçe artıyor, ve âdeta Avusturalya’nın ikinci büyük dinî hâline gelmiş durumda. Aborijinler arasında ise %36’lık bir dinsizler güruhu bulunuyor.
Doğu Asya dinleri ile İslam’ın payları ise %2-3’lük dilimlerde. 604 bin müntesibiyle İslam (%2,6) Avusturalya’nın 2. büyük dini olmasına rağmen Budizm (%2,4), Hinduizm’le (%1,9) araların pek bir rakamsal fark yok. Buna rağmen Hinduizm’le beraber en hızlı yayılan din olarak istatistik cetveline geçmiş durumda.