Âdâb-ı muâşereti hak edenler ve hak etmeyenler

FATMA TUNÇ YAŞAR
Abone Ol

Ahmed Midhat, Lütfi Simavi ve Mehmed Emin gibi dönemin önde gelen bazı âdâb-ı muâşeret yazarları insana mevki, statü ve servetine göre muamelede bulunmayı ve saygı göstermeyi eleştirmişler ve alafranga âdâb-ı muâşeretin yüzeyselliğini ve ahlaktan yoksunluğunu sık sık dile getirmişlerdir.

İyi geçinmek usulleri anlamına gelen âdâb-ı muâşeret, tanımı gereği insanların hüsn-i ülfet etmesine vesile olmak gibi önemli bir misyona sahiptir ve her toplumun kendine özgü normları olarak toplumsal uzlaşma alanlarını belirlemektedir. Öte yandan âdâb-ı muâşeret birleştirici vasfından ziyade ayırt edici vasfı ile de ön plana çıkmıştır. Farklı sosyo-ekonomik ve kültürel sınıflar, davranış modelleri ve tüketim alışkanlıkları ile kendilerini diğerlerinden ayrıştırmışlardır. Bilhassa kendini seçkin ya da elit olarak toplumun ayrıcalıklı sınıfı içerisinde görenler belirli davranış kalıpları olarak âdâb-ı muâşereti kendilerine mâl etmişler ve kendileri dışındaki ötekini de âdâb-ı muâşeretten yoksunluk üzerinden tanımlamışlardır. Âdâb-ı muâşeretin yükselişine tanıklık eden on dokuzuncu yüzyılda, medenilik ve gayri-medenilik üzerinden bu sınıfsal ayrışma daha da belirgin hale gelmiştir. Seçkin zümre, âdâb-ı muâşereti sınıfının alamet-i farikası olarak görmekle kalmamış, kendi sınıfına karşı icrasına kati surette mecbur hissettiği âdâb-ı muâşeret kurallarını kendi sınıfından olmayanlar karşısında uygulama gereği görmemiştir.

Ahmed Midhat

Avrupa muâşeretinin cinsiyet, yaş, rütbe, mevki ve servet gibi kişinin dünyevi özelliklerini merkeze alan bir hiyerarşi esasına göre belirlenmiş olması söz konusu dönemde alafranga yaşam tarzı ile yüzleşerek kendi muâşeret kitaplarını yazan Osmanlıların Avrupa muâşereti karşısında kimi zaman ikircikli kimi zaman tedirgin ve endişeli bir tutum geliştirmesine neden olmuştur. Avrupa muâşereti, yemek masasındaki oturma düzeninden kartvizit bırakma ve gönderme usullerine, takdimden konuşma önceliğine kadar pek çok hususta belirli kıstaslarda belirlenen bir hiyerarşi üzerine tesis edilmiştir. Örneğin sofra düzeni belirlenirken ev sahip ve sahibesi birer başa oturduktan sonra diğer misafirler onların sağından itibaren en muteberden en az mutebere doğru sıralanmaktadır. Aslında Osmanlı geleneksel âdâb-ı muâşeretinde ve esas olarak âdâb-ı muâşeretin özünde her zaman bir hiyerarşi söz konusu olmuştur. Kimin önce selam vereceği, yemeğe başlama sırası, ziyaret önceliği gibi hemen her hususta bir öncelik sıralaması yapılmaktadır.

  • Fakat geleneksel muâşeret anlayışında önceliği belirleyen en temel kıstaslar hiyerarşiden ziyade saygı ve hürmet esasına göre belirlenmektedir. Nitekim geleneksel Osmanlı muâşeretinde yemeğe başlama önceliği aile büyüğünde olsa da yuvarlak bir sofra, etrafındakileri eşitlemektedir.

Ahmed Midhat, Lütfi Simavi ve Mehmed Emin gibi dönemin önde gelen bazı âdâb-ı muâşeret yazarları insana mevki, statü ve servetine göre muamelede bulunmayı ve saygı göstermeyi eleştirmişler ve alafranga âdâb-ı muâşeretin yüzeyselliğini ve ahlaktan yoksunluğunu sık sık dile getirmişlerdir. Mehmed Emin sosyete âdâbı olarak tanımladığı Avrupa muâşeretinin karşılıklılık ilkesine dayandığını ve sınıfsal olduğunu iddia etmektedir. Ona göre sadece aynı sosyal sınıftan olan insanlar birbirine saygı ve hürmet göstermektedir. Oysa İslamiyet’e göre insan tefrik edilmeksizin saygı ve hürmete mazhar olmayı hak etmektedir. Lütfi Simavi de akraba arasında rütbe ve mevki gözetenleri eleştirmekte, hükümet hizmetinde yükselmiş veya ticaret dolayısıyla iyi bir servete sahip bir kimseyi fakir fakat namus, haysiyet ve malumatı ile göz dolduran birine öncelemenin münasip olmadığını ifade etmektedir.

Teşrifât ve adâb-ı muâşeret, Lütfi Simâvi

Karşısındakinin mevkiine ve sosyo-ekonomik statüsüne göre davranmak Avrupa muâşeretinin bir vasfı olarak genellikle eleştirilse de bazı Osmanlı muâşeret yazarlarının karşısındakinin durumunu merkeze alan bir muâşeret anlayışı benimsedikleri görülmektedir. Nitekim Hasan Bahri Centilmen adlı kitabında farklı kişilere yönelik farklı nezaket derecelerini açıkladığı bölümde “Bir küçük çocukla görüşülürken nazırlara, hâkimlere karşı kullanılan elfaz-ı ihtiramiyeye hacet görülmez. Cahil bir köylüye âlim ve edibe hitap eder gibi muamelede bulunulmaz. Ve bir kadınla da askere emir verir gibi görüşülmez.” ifadelerine yer vermektedir. Görünen o ki, “ye kürküm ye” anlayışını eleştiren bir zihniyetin yerini geleneksel saygı ve hürmet kriterlerini terk eden, mevki ve statü gibi göstergeleri merkeze alan yeni bir anlayış almaktadır. Yüzyılın sonuna doğru âdâb-ı muâşereti belirleyen kriterlere bir de mertebe-i medeniye ilave edilmektedir ki, Osmanlı toplumsal yaşayışında bu ifadenin tam bir karşılığı yoktur. Bu tabir, büyük bir ihtimalle kişinin cemiyet hayatında kazandığı mevkie işaret etmektedir.

  • Cumhuriyet’in ilk yıllarında ise Osmanlı âdâb-ı muâşeret anlayışı kişinin mevkiine, servetine ve hiyerarşi esasına göre belirlendiği iddiasıyla eleştirilmektedir. Safveti Ziya, eşitlik, demokrasi ve vatandaşlık kavramları sayesinde artık medeni hayatın âdâb-ı muâşeretini öğrenen herkesin serveti, sosyal statüsü ya da rütbesi fark etmeksizin saygı ve hürmete mazhar olabileceğini ifade etmektedir. Çünkü artık sınıf farkı değil, tahsil ve terbiye farkı vardır. Fakat daha kapsayıcı, çoğulcu ve dinamik bir âdâb-ı muâşeret anlayışına sahipmiş gibi gözükse de aslında Safveti Ziya’nın muâşeret anlayışı da koşulsuz ve liberal değildir. Bu anlayışa göre saygı görmek isteyen herkes medeni hayatın bir zorunluluğu olarak medeni âdâb-ı muâşeret kurallarına uymaya mecburdur.

Hasan Bahri’nin cahil ve âlime farklı olmak üzere muhatabına göre nezaket derecesi belirlemesi, Safveti Ziya’nın saygı ve hürmete mazhar olabilmeyi medeni muâşereti bilme koşuluna bağlaması davranışın biçimi ve mahiyetini sahibinden çok muhatabına mâl alan bir muâşeret anlayışını ortaya koymaktadır. Bu anlayış, kişiyi kendi derece-i kemâlâtına göre davranmaktan ziyade karşısındakinin durumuna göre davranmaya sevk etmekte ya da kişinin keyfi davranış biçimlerine meşruiyet kazandırmaktadır. Oysa karşısındakinin eğitimi, statüsü, mevkii ve hatta davranışından bağımsız olarak kişinin davranışının kendisinin aynası olduğunu düşünmek çok daha anlamlı gözükmektedir.