Çıkar ilişkilerinin dayanışması: Akrabalık

ALEYNA AYAN
Abone Ol

Geçtiğimiz ay bir bayramı geride bıraktık, önümüzdeki ay başka bir bayramı karşılayacağız. Eğer kelimelerin çağrışımlarını takip edersek “bayram” kelimesinin akla getireceği ilk iki şeyden biri akrabalar olur diye düşünüyorum. Diğer kelime ise tabii ki tatil… Öyle ki bu iki kelimenin arasında yıllar içinde artan bir rekabet oluştu. Aslında kelimelerin aklımıza getirdikleri bireysel olduğu kadar toplumsal bir çıkarıma işaret ediyor. Bu sebeple İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ayşen Şatıroğlu ile aile ve akabinde akraba olmanın kimyasını, bu kimya içinde çıkar ilişkilerinin nasıl yer aldığını ve akrabalık üzerine yapılan çalışmaları konuştuk.

Gün geçtikçe genç nesil tarafından akrabalığa negatif bir anlam yükleniyor. Öte yandan insanlık var olduğundan beri yaşayan bir bağ olduğu için soy bağının anlamını sorgulamamız gerektiğini düşünüyorum. Biz kime akraba deriz ve akrabalığın toplumsal anlamı nedir?

Öncelikle, akrabalığın antropolojinin konusu olduğunu söyleyelim. İlkel topluluklarda yapılan çalışmalar, toplumsal örgütlenmenin merkezinde aile ve akrabalık olduğunu göstermektedir. Zaman içinde bu değişiyor ve akrabalık dairesi küçülüyor. Hatta dediğiniz gibi genç kuşakların akrabalıktan pek hazzetmediğine dair örnekleri/çalışmaları ben de görüyorum. Bugün için kan bağına bağlı olarak çevremizde bulunan ve birincil ilişkilerimizi oluşturan kişiler akraba olarak tanımlanabilir. Aramızdaki kuşak farklı nedeniyle, muhtemelen sizin ve benim akraba olarak tanımladığımız kişiler farklılaşacaktır. Benim akraba olarak gördüğüm kişileri siz akraba kabul etmeyebilirsiniz ya da ben yakın ve uzak akrabalar olduğundan söz etsem siz yüzünüzü buruşturabilirsiniz. Sanırım artık, evlilik yoluyla ortaya çıkan hısımlık ilişkisinden kimse söz etmiyor. Çekirdek ailenin, büyük anne ve büyük babalar ve kardeşlere ek olarak, yakın ilişkide bulundukları aile dostları var.

Modernizm öncesinde ya da kimi kültürlerde akrabalığın insan hayatındaki fonksiyonu daha fazla, kimi kültürlerde ya da modernizm sonrasında daha az. Alan Duben “Türkiye Kentlerinde Aile ve Akrabalığın Önemi” başlıklı makalesinde bu konuyu inceliyor. 1970’lerde yaptığı araştırmalardan yola çıkarak, akrabalık ilişkilerinin önemli olduğunu söylüyor. Yaygın olan kanının aksine, ailelerin mensup oldukları sosyal sınıfın yüksekliğine bağlı olarak akrabalık ilişkilerinin arttığını gösteriyor. Hâlâ devam eden bir sosyal ilişki şekli var: Çocuklara, akraba olmasa da, aile çevrelerinde bulunan büyüklere teyze ya da amca gibi akrabalık terimleri ile hitap etmeleri öğretiliyor.

  • Aile ve akrabalık ilişkilerinde pek çok değişim olsa da, kültürümüzde akrabalığın kana dayalı soy çizgisinden daha geniş bir halkayı ifade ettiğini söylemek mümkün.

Öte yandan biraz eskimiş olmakla birlikte bir istatistik verebiliriz: Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü tarafından 2010 yılında yapılan “Türkiye’de Aile Değerleri Araştırması” nda katılımcılara en çok kime güvendikleri sorulmuş ve cevaplar şöyle çıkmış: Çocuklar, anne-babalar, eşlere güven düzeyi %90’lardayken akrabalara güven %70..

Aile rolleri ve görevleri olan bir kurum

Toplumdaki her şey gibi akrabalık da zaman içinde değişiyor, dönüşüyor ve bu bağın gücü nesiller arasında farklı tecrübe ediliyor. Akrabalık bağının geçmişten bugüne dönüşümünden bahsedebilir misiniz?

  • En bilindik açıklamaya göre modern dönem toplumlarındaki ailenin formu ve örgütlenişi ile modernlik öncesi toplumlardaki aile formu ve örgütlenişi birbirinden farklıdır.

Bu açıdan baktığımız zaman insanların ve ailelerin, modern dönem öncesinde çevre etkisine daha fazla açık oldukları görülür. İnsanlar karar alırken başta aile üyeleri olmak üzere, akrabaların ve çevrenin fikirleri önemlidir. Günümüze doğru geldiğimiz zaman aşama aşama ilişkilerdeki azalma fark ediliyor. Artık herkes daha az müdahale edilir, daha az gözlemlenir olmak ve daha mahrem bir hayat sürmek istiyor.

Bunları söylemekle beraber aile ve akrabalığın toplumsal kurumlar olduğunu tekrar hatırlayalım. Burada sözü, bir yüzü dayanışma bir yüzü çıkarlar (hatta sömürü) olan ilişkiler ağına getirmek istiyorum. Aile hukukî boyutu da olan bir kurumdur. Evlilik sözleşmesi eşler arasındaki ilişkilere meşruiyet verirken miras hukukunun kurallarının işlemesine de neden olur. Mülkiyet ve miras, aile ve akrabalığın toplumsal kurumlar olduğunu çok net gösteren olgulardır. Le Play, aileleri sınıflandırırken mirasın nasıl aktarıldığını temel kriter olarak kullanmıştır. Değişen Fransız rejimine ait hukuk, mülkiyetin “zorunlu paylaşım”ını emrettiği için, istikrarsız ailelerin ortaya çıktığını ifade etmektedir. Ona göre toplumun ve ailenin refahı için “veraset özgürlüğü”ne yani mülk sahibinin miras bırakacağı çocuğunu seçme hakkına sahip olması gerekir.

Yaşadığımız dönemde aile ve akrabalık ilişkilerinde miras paylaşımının ne derece hassas bir konu olduğunu biliyoruz. Aynı aile içinde büyüyen kardeşler, aile büyüklerinin ölümü sonrasında miras paylaşımı nedeniyle davacı ve davalı hâline gelebiliyorlar. Günümüzde kimse “veraset özgürlüğü”nden söz etmeyi düşünmez… Mülkiyetin “zorunlu paylaşım”ı muhtemelen evrensel olarak işleyen bir kuraldır. Buna karşın akrabalık ortadan kalkmamıştır. Hatta aile şirketlerinde yaşamaya devam etmektedir. Demek ki doğrusal değişimden söz etmemek gerekiyor. Alan Duben, Kent, Aile ve Tarih başlıklı kitabında, biraz önce de söylediğim gibi ailelerin mensup oldukları sosyal sınıfın yüksekliğine bağlı olarak akrabalık ilişkilerinin arttığını anlatıyor. Bu araştırmadan sonra uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen ben örüntünün benzerlik taşıdığını düşünüyorum.

Kırdan kente göç edilirken yaşanılacak mahalle bile akrabalara göre şekillense de kentte akraba ilişkilerini nesiller boyu sürdürmek ekstra çaba isteyen bir hâl alabiliyor. Kırda ve kentte akrabalık ilişkilerinin birbirinden farklı deneyimlenmesinin nedeni nedir?

İlk olarak şunu belirtmemiz gerekiyor: Günümüzde kırsal nüfus çok azaldı. 2020 yılı istatistiklerine göre toplam nüfusun %7’si köylerde yaşıyor. Öte yandan kır ve kent karşılaştırması yaptığımızda aslında kalan nüfusun %93’üne işaret etmiyoruz. Aklımıza gelen günümüzün İstanbul’u gibi büyük ve yoğun nüfuslu şehirler… Geçmişin İstanbul’unda bile yüz yüze samimi ilişkiler var. Örneğin, Yeşiltepe-Beyazıt otobüs hattının yolcularının birbirleriyle yakın ilişkileri anlatarak başlayan Otobüs Yolcuları adlı film bu açıdan izlenebilir. Filmin 1961 yılı yapımı olduğunu ekleyeyim.

Bugün bütün dinamikler çok farklı. İnsanlar günlük hayatlarını geçirirken önemli ölçüde şehir ile boğuşuyorlar. İkamet edilen semt ile çalışılan semt arasında mesafeler fazla. Benim çocukluğumda, akrabalar hafta içi akşam yemeğinden sonra birbirlerini ziyarete gidebilirlerdi. Bugün mümkün değil. Ama daha küçük şehirlerde iş ve ev arasında ulaşım kolay olduğu için, boş zaman ortaya çıkıyor. Bu nedenle çevreyle, akrabalarla ilişkiler mümkün hâle gelebiliyor.

Doç. Dr. Ayşen Şatıroğlu ve Aleyna Ayan.

Sanıyorum ki akrabalık kurumunun en büyük avantajlarından birisi yadsınamayacak ölçüde bir dayanışma ağını beraberinde getiriyor olması. Ancak kentlerde akrabalık bağının zayıf olduğunu düşünecek olursak kentte yaşayan insanların kırda yaşayanlar kadar dayanışmaya ihtiyacı yok mu?

Kentte yaşayan nüfus homojen değil. Aile ve kent sosyolojisi araştırmalarının pek çoğunun odağında kırdan kente göç meselesi olduğunu biliriz. İncelenen konu “göç ve gecekondu”dur. Bu konuyu sosyoloji kadar sinema ve edebiyat da ele almıştır. Göç genelde, hemşehrilik ve akrabalık temelinde zincirleme şekilde gerçekleşen bir süreçtir. Akrabaların ve hemşehrilerin birbiriyle dayanışma içinde olduğunu gösteren bu süreçte iki yönlü çıkar ortaklığı vardır. Hatta zamanla, dayanışma kente yeni gelenin, daha önce kente göçmüş akraba-hemşehriler için bir zenginlik kaynağı olmasını da sağlar. M. Melih Pınarcıoğlu ve Oğuz Işık tarafından 2001 yılında yayınlanan Nöbetleşe Yoksulluk adlı çalışmada, eşitsiz güç ilişkileri temelinde, kentli yoksul kesim içinde bir grubun diğerlerinin üzerinden zenginleşmesi, refahının arttırılması anlatılır. Mesela önce gelen ve ev sahibi olan bir ailenin sonra gelen akraba ya da hemşehrisine yaptığı evi kiralamasıyla, ikinci bir ilişkinin, kiracı-ev sahibi ilişkisi ortaya çıkması... Kısacası dayanışmanın içinde rasyonel ilişkilerin, çıkar ilişkilerinin ve hatta sömürünün de yer aldığı görülüyor.

  • Öte yandan kentli çekirdek ailelere de bakmak gerekebilir. Modern toplumlarda çekirdek ailelerde anne çalıştığı zaman, çocukların bakımı ve büyütülmesinde birtakım kurumlar, kreşler-gündüz bakım evleri işlev görmektedir. Bizde de sürecin bu şekilde işleyeceği öngörülmüştü. Ama günümüzde, büyük şehirlerdeki pek çok çekirdek aile, çocuk bakımında büyükanne ve büyükbabalardan destek almaktadır.

Bunu kolaylıkla gerçekleştirmek için de birbirlerine yakın oturmayı tercih etmektedirler. Aile bütçesinde öncelikle bakıcıya bir kaynak ayrılabiliyorsa ve bu usul ebeveynler tarafından tercih ediliyorsa yakın oturma zorunluluğu ortadan kalkabiliyor.

Hemşehriliğin bahsettiğimiz dayanışma ihtiyacından türemiş bir kent kavramı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Hemşehrilik belli bir yerde yaşamaktan doğan bir kimlik olarak tanımlanabilir. Bence önemli olan nokta, bu kimliğin mekânda bir yer değiştirmeden sonra fark edilmesidir. Kültür/kimlik, çemberin dışına çıkılmadığı, farklı olanlarla karşılaşılmadığında fazla fark edilmiyor. Bu nedenle İstanbul’da köylere dek inen sayısız hemşehri dernekleri olduğu gibi, başka bir ülkeye göç edince, örneğin Almanya’da yaşamaya başlayınca, doğduğu şehir fark etmeksizin herkes hemşehri oluyor. Mekân değiştirildiğinde eğer kültürel anlamda büyük değişimler meydana geliyorsa benzerini bulma konusunda esnek davranılıyor.

Türkiye'de göçün ve aile yapısının kendine has bir ritmi var

Emre Kongar’ın 1972 yılında yayımlanan İzmir’de Kentsel Aile adlı çalışmasında kentte akrabalık ilişkilerinin zayıfladığı ancak yardımlaşmanın sürdüğü şeklinde bir sonuç çıkmıştı. Bu çalışmanın üzerinden nerdeyse 55 yıl geçti. Bugün Kongar’ın bulgusunu güncelleyebileceğimiz yeni çalışmalar var mı?

Emre Kongar’ın çalışmasına göre modernleşme arttıkça aile ve akrabalık ilişkilerine ihtiyaç kalmayacak ve çekirdek aile kurumlardan alacağı destekler sayesinde akrabalık ilişkilerden soyutlanacaktı. Bana sorarsanız ne tam olarak böyle oldu ne de aksi. Göçün ve aile yapısının kendine has dinamikleri var. Daha önceki örneklerde de söylediğim gibi, çekirdek aileler birbirlerinden tamamen kopmuyor. Büyükanne ve büyükbabaların torunlara bakması örneğinde olduğu gibi, önemli ölçüde ekonomik faktörlere bağlı olarak, ilişkiler sürmeye devam ediyor… Bu konuları inceleyen çalışmalar, 1990’lı yıllardan sonra, kamu kaynaklı ülke çapında yapılan aile yapısı araştırmaları ile devam etti. 2000’lerden itibaren Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından Türkiye Aile Yapısı Araştırmaları adıyla sürdürüldü. TAYA adıyla kısaltılan bu araştırmalar, 2006, 2011ve 2013 yıllarında uygulandı.

Akrabalık kurumunun geleceğine dair bir öngörü var mı?

Öngörü değil de belki eğilimleri gözlemlemek mümkün. Bu konuda, bayramlarla ilgili bir gözlemim var. Biliyorsunuz, uzun zamandır “nerede eski bayramlar” nostaljisi yapılıyor. Ben de kendime göre eski bayramları ve değişimin miladını hatırlıyorum. Turgut Özal döneminde bayramlar hafta sonları ile birleştirilerek dokuz günlük tatiller oluşturuldu. Böylece ekonomik bir canlanma yaratıldı. Ancak zaman içinde bayram, tatil anlamına gelmeye başladı. Oysa, geleneksel olarak bayramın içinde ev vardı. Bayram akrabalık ilişkilerinin sürdürülmesinde de önem taşıyor. Eğer bayramlar tatil olmasaydı, akrabalık ilişkileri daha güçlü olur muydu, kesin bir cevap vermek mümkün değil tabii.

Geçen zaman içinde aile sosyolojisi bağlamında çalışmalar farklılaştı. Toplumsal cinsiyet başta olmak üzere, yeni annelik ve babalık gibi konular gündeme geldi. Akrabalık- hemşehrilik ekseninde aklıma gelen bir çalışma, ekonomik sosyoloji alanına giriyor. 2016 yılında, Cem Özatalay tarafından yayınlanan çalışmada, neoliberalizm ve işçi sınıfının parçalanması konusu ele alınıyor. İkitelli’deki yapılan saha çalışmasının bulguları, enformel sektörde akrabalık, hemşehrilik, mezhep ya da etnik köken ortaklığına dayanan bir yapılanma olduğunu gösteriyor. Kısacası şunu söylemek istiyorum: İçinde yaşadığımız toplumda akrabalık zayıfladı ya da akrabalık tüm toplum kesimleri açısından aynı derecede önem taşımaya devam ediyor gibi bir şey söylemek mümkün değil.