Çeyiz sandığından çıkan atalık tohumlar
Bazen içine doğduğumuz şartlar ya da dahlimiz olmadan gelişen olaylar, yapmak istediğimiz işlere ya da olmak istediğimiz yere müsaade etmeyebilir. Gün gelir kendimize “Ben gerçekten ne istiyorum, nerede olmayı arzuluyorum?” sorularını sıklıkla sorar, verdiğimiz sahici cevapların ardından gidebilirsek, gönlümüzde yer eden nihai arzuya ulaşabiliriz. Dizi sayfamızın yazarı Sadık Şanlı da bu soruların peşinden gidenlerden... Yıllardır 20’den fazla ülke, 60’dan fazla şehirden topladığı ata tohumlarını, bu yıl 15 dönümlük bir arazide ekmeye başladı. Sinema ve kültür dergilerine yazan, devlet kapısında işi olan biri, neden çiftçilik yapar? Sebebini merak ettiğimiz bu sorudan yola çıkarak kendisiyle onu harekete geçiren şeyin ne olduğunu, ekip biçerken öğrendiklerini ve ilk hasat heyecanını konuştuk.
Sen aslında devlet kapısında işi olan, sinema ve kültür dergilerine yazmak için birkaç günde 3-4 sezon dizi izleyen bir insansın. Nereden çıktı Ayaş domates, acılı isot biber, Ayşe Kadın fasulye?
Çeyiz sandığından çıktı desem, inanır mısınız? Gerçek bir hikâye bu. Ayaş domates Ankara’ya has ama belki de ülkenin en lezzetli domatesi. İnce kabuğu nedeniyle nakliye ve rafa dayanıklı olmadığı için ekimi büyük oranda terkedilmiş. Ekip biçmeyi sürdüren çiftçilerin birkısmı da yanlış anaç domateslerden tohum aldığından saf hatları tarihe karışmış.
Bir belgeselde, Selami Başer’in uzun arayışları sonunda, bir arkadaşının eşinin çeyiz sandığından çıkan ve 25 yıllık hepi topu bir avuç tohumdan, Ayaş domatesi saf hatlarıyla yeniden ülkemize kazandırdığını izleyince çok etkilendim. O an yaşadığım heyecanı anlatamam. Çünkü çocukluk yıllarımda babaannem bu domatesi bahçemizde yetiştirirdi. Fidelerin arasında dolaşırken, domatesi dalından koparıp yerken kokusundan mest olurdum. Çocukluğumda saklı o kokuyu hatırladım ve yıllardır domates yiyemez halime üzüldüm. Sonra şehir dışı gezimde ziyaret ettiğim bir domates serasında, domateslerin raf ömrünün uzatılması için kabuklarının “Hamam Böceği” kabuğunun geniyle kalınlaştırıldığını, Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO)’lı bu ürünleri de hepimizin yemek zorunda bırakıldığımızı duyunca yaşadığım ürpertiyi ve şoku anlatamam. Nihai kararımı orada verdim. Yıllardır bin bir emek ve zahmetle 20’den fazla ülke, 60’dan fazla şehirden topladığım, insan ve laboratuvar müdahalesi gerçekleşmemiş ata tohumları vardı. Onları ekmeye ve ulaşabildiğim kadar insanın beslenmesine mütevazı da olsa bir katkı sunma düşüncesi, harekete geçmeme vesile oldu.
Seni harekete geçiren domates oldu. Peki sonra?
Selami ağabeyin telefonunu buldum, aradım. Hikâyesinden etkilendiğimi, saf hatlarda Ayaş domatesi yetiştirmek için tohum almak istediğimi söyledim.
'Şimdi bir saniye güzel kardeşim, ben değer yargıları olan bir insanım, öyle herkes benden tohum ya da fide alamaz. Sen şimdi filmi başa sar, detaylıca kendini ve yapmak istediklerini anlat!' dedi.
O an birkaç saniyeliğine error verdim. Sonra uzun uzadıya anlattım, sabırla dinledi. Kurduğum bir cümleye ikna olmuş olmalı ki “Tamam, bunu duymam yetti, ver adresini, tohum göndereceğim” dedi.
Neydi o cümle?
Ayaş domatesini; kokusunu, tadını arayanlarla, özlem duyanlarıyla buluşturacağımı, yetiştireceğim ürünleri “komisyonculara satmayı düşünmediğimi” söyledim. Ki kaygılarında haklıydı.
- Vaktiyle ticari kaygılarla yetiştirilmesi terk edilmiş, saf hatları kaybolmuş bir domatesin, şimdilerde az bulunması nedeniyle kıymet bilmez ellerde yeniden bir ticari metaya dönüşmesi veya benzeri bir serüveni yeniden yaşamasını istemiyordu. Bu adımdan sonra da Ankara’da ne yetişir, ne yetişmez görmek, tek bir türü ekip onu da bir çırpıda bir alıcıya satıp baştan savmak yerine, ilgilisi ve tat meraklısına ulaştırmak, biraz da eldeki sınırlı tohumları çoğaltmak istedim.
23 çeşit domates, 25 çeşit biber, 12 çeşit patlıcan, birkaç çeşit fasulye, kabak, salatalık, kavun, karpuz, çilek yaklaşık 15 dönümlük bir arazide buluştular. Çoğu çeşitli ticari kaygılarla zaman içinde üretimi sınırlı hale gelmiş ya da ülkemizde geniş ekimi hiç denenmemiş türler.
Hikâyen şehirden kırsala kaçıp doğal tarım yapanlardan farklı. Hâlâ Ankara’dasın. Bu kalıcı bir tercih mi, yoksa geçiş süreci mi?
İster istemez kalıcı bir tercihte bulunma vaktimin yaklaştığını hissediyorum. Hatta kendisini dayatan bir durumla karşı karşıyayım.
Gönlüm aslında epeyce uzun süredir kırsalda. Fakat içine doğduğunuz ya da istediğinizden farklı gelişen hayat şartları ve durumlar, asıl olmayı düşündüğünüz yerde olmanıza müsaade etmeyebiliyor. Yine de her ne olursa olsun, günün sonunda kendinize soracağınız “Ben gerçekten ne istiyorum, nerede olmayı arzuluyorum?” sorusuna vereceğiniz sahici ve farkındalık düzeyi yüksek bir cevap belirleyici olacaktır. Herhangi bir hiyerarşiye tâbî olmaksızın, yükselme ya da tenzil-i rütbe tasasının olmadığı, vakti ve imkânları iyi kötü kendi keyfime göre yönetebildiğim, doğa ve dış dünyayla daha sağlıklı ilişki kurup, daha fazla dinginliğe ve tefekküre vakit ayıracağım bir geleceği gerçekten arzuluyorum. Böylesi bir hayat, beni nihai arzuma da kavuşturacaktır.
Nihai arzun nedir?
Kendimi tüm benliğimle hissedebildiğim ve ortaya koyabildiğim yegâne durum müzik yapmak, türkü söylemek. Henüz ilkokul yıllarımdan itibaren aileme ve çevreme kulak asıp, konservatuvara gitmeliydim. Söz dinlemedim. Hayatta en büyük pişmanlığım budur. Şükredecek çok şeye sahip olsam da, baştan başlasam kayıtsız şartsız müzikle geçmiş bir ömrü ister, ona yönelik adımlar atardım. Kırsala ve biraz daha içime dönüş, en büyük ertelenmişliğime muazzam bir vakit ve zemin oluşturacak diye niyet ettim, nasip.
Ekip biçerken neler öğrendin? Bahçede olmak Sadık’ı değiştirdi mi?
Her anlamda çok öğretici, daha fazla sabırlı olmayı öğreten bir süreç yaşıyorum. En başta, GDO türü tohumlara mesafeli, tamamen ata tohumlarıyla, olabildiğine doğal ve sağlıklı bitkiler yetiştirme düşüncesiyle yola çıkmıştım.
Geldiğim noktada, bize söylenen kocaman yalanlarla soframıza getirilen ürünleri yemek zorunda bırakıldığımızı kendi tecrübelerimle görmüş oldum. Bu ülkede çiftçilerin ekserisine daha verimli oluyor diye ata tohumları terk ettirilerek GDO’lu ve hibrit tohumlar sempatik kılındı. Kocaman bir yalanı öğrendik bu süreçte. En iyi hibrit tohumların verimliliğinin en az iki katı verim almayı doğal tohumlarla başardık. “Yapma etme, büyükbaş ya da küçükbaş gübresi kullan, verim alamazsın” dediler, bu iki tür gübreyi de kullanmadan tarım yapılabileceğini hiç değilse kendimize ve etraftaki çiftçilere ispatladık. Toprağımıza neredeyse bitkisel hastalıklar ve zararlı haşerat uğramadı. Denenmemişleri denedik, yeni bakış açıları geliştirdik. Bunları yaparken de ay takvimi ve toprak analizini odağımıza alarak ve “Bir yörede yetişen yabani ot, yine oranın toprağının ve bitkisinin gıdası ve şifasıdır” düşüncesiyle hareket ettik. Gübrede de, tarla zararlılarıyla mücadelede de yine bitkileri en doğal şekliyle yeniden toprağa döndürüp, yerleşik uygulamaları alt üst ettik. Sonuca şimdi herkes şaşırıyor. Ankara’da en iyi domatesi, fasulyeyi, çileği, hatta yetiştiremezsiniz dedikleri farklı türlerde patlıcanları dahi yetiştirdiğimizi hayretle söylüyorlar. Değişmekse, evet inancım daha da perçinlendi, ezberlere ve yalanlara artık daha da karşıyım. Eskisinden daha cesur ve sabırlıyım.
İlk hasat heyecanını anlatır mısın?
Bir arkadaşımın tohumlarını verdiği İtalyan Milano çizgili kabak, tarlada ilk hasat ettiğimiz ürün olmuştu. Birçok bitkinin tohumlarını Ankara şartlarında oldukça zor çimlendirmeyi başardığımız o ümit kırıcı günlerden, ilk hasada geçen süreci düşününce inanılmaz bir mutluluk yaşadık. Anneme güzelce yemeğini yaptırdım. Bahçedeki arkadaşlar da ilk elden evlerine götürüp, tadına baktılar. Hepimizin ortak kanaati, emek verdiğinizin ve doğal olanın lezzetinin başkalığıydı.
Bahçenin sosyal medya sayfasında yorumları okurken Erol Göka Hoca’nın adresini sorduğunu gördüm. Bahçeye geldi mi?
Ailecek geldiler üstelik. Giderken de, sürekli gelmeleri için birçok sebebin olduğunu belirttiler. Erol Hocamın “Bu kadar farklı ülke ve şehir orijinli sebzenin Ankara’da bir bahçede nasıl böyle başarılı ve verimli şekilde yetiştiğine şaşırdıklarını” söylemeleri ve tebrikleri de ayrı bir moral ve mutluluk kaynağı oldu. Ürünlerimizi çok beğenmişler, kısa süre sonra ikinci kez geldiler zaten.
Çiftçi olmak mı zor, eleştiri yazarı olmak mı?
Kıyaslanabilir kulvarlar olmadığı açık ve ikisinin de çokça emek ve zaman istediği muhakkak.
İkisini olabilmek ve yürütebilmek de birçok değişkene bağlı. Fakat eleştiri yazarlığı bir noktada oldukça konforlu bir alan. Bir üretim üzerine söz söylüyor, fikir beyan ediyorsunuz. Belli riskleri olsa da, çiftçilik kadar değil. Çiftçilik, özellikle açık alanda tarım yapıyorsanız, doğrudan yönetemeyeceğiniz tabiat gibi olabildiğine güçlü bir olgu karşısında konumlandırıyor sizi. Sıfır konfor. Yağmur az yağsa kuruyan, çok yağsa nemlenip çürüyen, fazla güneşte solan ya da güneş yanığının çürüttüğü, sele doluya dayanıksız, rüzgar güneyden esse sam vuran, kuzeyden esse donduran bir canlı topluluğunu bir arada yetiştirme çabasında oluyorsunuz. Tat, estetik ve fiyatıyla bizatihi hemen her tüketicinin karşınızda potansiyel eleştirmen olduğu, daha birçok doğrudan ve dolaylı değişken ve risk karşısında konumlandığınız gerçekten zor bir meslek. Yan yana iki tarlanın toprağının dahi parmak izlerimiz kadar farklı karakterleri olduğunu, gökyüzündeki ayın, teorik bilgilerimi aşan düzeyde en az güneş kadar bitkiler üzerinde etkili olduğunu, domatesin fideleri arasında gezip de ilgi göstermezseniz küsen ve soluklaşıp verimsizleşen bir canlı olduğunu, canlılar üzerine hatırı sayılır belgesel izlemiş, araştırmalar yapmış biri olarak yeni öğreniyorum. Meğer birlikte yaşadığımız canlılar florasına dair çok az bilgi sahibiymişim, daha önce hiç görüp duymadığım bitki ve böceklerin varlığına şahit oluyorum. Her gün yeni binlerce riske, şaşırtıcı hâl, durum ve yeniliğe uyanıyorum. Çiftçilik, yerleşik hayata geçildiğinden bu yana insanlığın en kadim mesleği, üstüne konuşulmadık, yazılıp çizilmedik, deneyimlenmemiş ne kalmış olabilir ki diye düşünüyordum. Lakin, öyle değilmiş. Her çiftçi kendi kişisel tecrübesinin çiftçisi. Üç aşağı beş yukarı benzer çıkarımları doğuran, konforlu eleştiri yazarlığıyla mukayese dahi edilemez. Zor vesselam…