Çekirdek Aile veya 3 Artı 1 Yalnızlık

MERVE AKBAŞ
Abone Ol

İyi bir dizi izleyicisiyimdir. Ama Succession’ı biraz ihmal ettim ve yayınlandıktan aylar sonra, geçen hafta bitirebildim. Dizinin başrolünde Brian Cox var. Belki onu İsrail tarafından öldürülen Filistinli şair Rıfat Alareer’in “Ölmem Gerekirse” isimli şiirini okuduğu videosundan hatırlarsınız. Succession’a başlarken, yapımın temelinde “siyaset” olduğunu düşünmüştüm.

Oysa izlerken anladım ki baştan aşağı aileyle, aile ilişkileriyle, bu ilişkilerin dönüşümüyle ilgiliymiş. Hatta ailenin şirketleşmesi, bir şirketin aile ilişkilerine dahil olması... Dizide Cox, Logan Roy isminde, ABD ve neredeyse tüm dünya siyasetinde etkin olan, muhafazakâr bir medya patronunu canlandırıyor. Özetle konu şöyle: Roy, sağlığını yavaş yavaş kaybetmeye başlayınca şirketin başına kendisinden sonra çocuklarından hangisinin geçeceğine karar vermeye çalışır. Ancak hırçın, egoist ve her türlü garipliği üstünde toplayan biri olarak aslında içten içe tahtını da bırakmak istemez. Çocuklarının her biri böyle bir babayla büyümenin travmalarına sahip ve o koltuğa taliptir. Bölümler ilerlerken “haklı” olan ve koltuğu “hak eden” kişi sürekli değişir. Kardeşlerin birbirlerine ihaneti sıradanlaşır. Kimsenin bir diğerine güvenmesi mümkün değildir. Arada bir araya gelseler de hep bir “b” planları olur. Peki ya senaryonun sonu? Spoiler vermek istemem ama şunu söyleyebilirim: Söz konusu aile ilişkileriyse, aile içi bir savaşsa kimsenin gerçekten kazanması zaten mümkün değil. Yeterince yakınsanız yeterince zarar verebilirsiniz. Ancak yeterince yakın olmak yeterince destek göreceğiniz anlamına gelmez. Aile veya akrabalık ilişkilerinin handikaplarından biri de bu durumdur.

Succession’dan bahsetmemin nedeni aslında biraz da bu ilişkilere uzaktan, yakından, farklı açılardan bakabilme çabası...

Geçtiğimiz ay Nihayet’in yazı işleri toplantısını yaparken, Mayıs sayısının akrabalık üzerine olmasına karar verildi. Ekibimiz konu başlıkları üzerine konuşurken, akrabalıktan ne anladığımı düşünmeye başladım. Büyükşehirde doğan, büyüyen, yaşayan biri olarak eski usul akrabalık diye bir şeyi artık görmediğimi, deneyimlemediğimi fark ettim ve hepimizin 3 artı 1 evlerimizde kendimize özel yalnızlıklar yaşadığımızı bir kez daha anladım. Doğrusu kimsenin kimseye ne bir faydası var ne de tahammülü. Elimizde olan salt bir yalnızlık. Hatta fayda olmadığı için tahammül, tahammül olmadığı için fayda olmadığını da söyleyebiliriz. Oysa akrabalık ilişkileri biraz da imece usulü bir yaşam çabası değil miydi?

Eric Hobsbawm, “Erkekler ve kadınlar, diğer her şeyin devindiği ve değiştiği, hiçbir şeyin kesin olmadığı bir dünyada kesin ve daimî olarak ait olacakları gruplar aramaktadır.” diyor. Bauman’a göreyse bu, modern cemiyet hayatının rasyonel ve mesafeli dünyasında bir sıcaklık arayışı. Evet, aileye ve onun daimî huzuruna ihtiyacımız var. Ancak bir yandan da onu kaybetme tehdidiyle karşı karşıyayız. Öyleyse daha geniş perspektifle akrabalık ilişkilerini kurtarmak, yeniden canlandırmak için ne yapılabilir?

  • Taşın altına hep birlikte ama eksiksizce elimizi koymak bir çözüm önerisi olabilir. Yani faturayı tek bir gruba kesmemek, akrabalığı tek bir tarafın kendi çabasıyla sürdürmeye çalışmaması...

Bayramlarda kapı kapı gezmenin anlamı nedir? Dara düştüğümüzde, üzüldüğümüzde arayamadığımız insanları neden düğünümüze davet ederiz?

Nihayetinde güncel bir tartışma konusunun içinde olduğumuzu söyleyebiliriz. Çünkü yapılan kimi araştırmalara göre aile ortadan kayboluyor ve kimi uzmanlara göre bu çok ciddi toplumsal sorunlara yol açabilir. Tüm bu cümleler gazetelerin manşetlerine taşınıyor. Üstelik aileye sahip çıkmak, kültürel aktarıma sahip çıkmak ve bu aktarımı garanti altına alıp korumakla eş değer görülüyor. Ancak bazı farklı gerçekler de görülmeli. Bariz olan şu ki ailenin içinde, özellikle de uzak akrabalık ilişkilerinde derin çatlaklar var. Üstelik darbe dışardan değil, içerden geliyor. Sebepler değişken ama biri de şu: Bugün yaşamını şehirde sürdüren, eğitimli, çalışan insanların dikkate değer bir bölümü akrabalık ilişkilerini sorgular hâle geldi. Akrabalık ilişkilerinin varlığı sorgulanıyor, çünkü akrabalığa dair bir şey yaşanmıyor. Ardından sert sorular geliyor: “Bayramlarda kapı kapı gezmenin anlamı nedir? Dara düştüğümüzde, üzüldüğümüzde arayamadığımız insanları neden düğünümüze davet ederiz?” Aslında bu cümleleri okuduktan sonra şunu düşünmemiz gerekiyor: Tüm bunları gönüllü yapmak varken, neden gönülsüz hâle geldik? Şen şakrak sofralar, uzun sohbetler, birlikte çıkılan yolculuklar nereye kayboldu?

Bu soruların aklımıza arka arkaya gelme nedeni dayanışma alanının yok olması, sadece maddi değil manevi imecenin de ortada olmaması. Peki faturanın tümü gençlere veya yetişkinlere mi kesilmeli? Hak edilmiş saygın konumlarında yer tutan yaşlı nüfus, akrabalık için yeterince çaba sarf ediyor mu?

Ailenin kaybının en büyük zararını orta yaş grubu ödüyor olabilir mi? Gençler, genç olmakla meşgul. Yaşlı nüfus saygın konumlarını korumakta ısıracı ama modern zamanların bireysel yaşamını da benimsemiş durumda. Orta yaş grubu ise hem ailenin aile kalmasını sağlayan faktör olarak tanımlanmış hem de bu ilişkiden artık hiçbir fayda göremeyebilir. Aile içindeki alış-veriş dengesinin bozulması da onun hayatını daha konforsuz bir hâle getiriyor. Ne genç (dolayısıyla affedilir) ne de yaşlı (dolayısıyla saygı duyulur) değil. Dayanışmanın ortadan kaybolmasıyla ilk zararla o karşılaşıyor. Soyut cümleleri somutlaştıralım:

Gerektiğinde çocuğunu bırakacağı bir akrabası yok ama aynı insan evlilik arifesinde, düğün tarihi seçerken bile tüm akrabalarının gönlünü yapmak zorundaydı. Denklem eşit görünmeyebilir, ama denkleştirmek çok zor değil.

Hadi daha açık konuşmak için konuya tersten bakalım.... Yaklaşık 6 ay önce Areda Survey isimli araştırma şirketinin yaptığı araştırmaya dikkat kesilebiliriz. Araştırmaya dahil olan 55 yaş üstü katılımcıların yüzde 61’i akrabalarıyla aynı apartmanda/semtte oturmayı isterken, 18-34 yaş aralığındaki katılımcıların yüzde 55’i aynı apartmanda/semtte oturmayı istemiyor. Bu araştırmayı haberleştiren internet sitelerinden bazıları konuyu “kültürel erozyon” başlığıyla-bağlantısıyla işlemiş. Araştırmanın başka önemli başlıkları ve sonuçları da var (Yine de insan apartman kültürü ne kadar zamandır hayatımızdaki, aile apartmanı kavramı ne kadar zamandır hayatımızda olsun ve birden tartışma maddesine dönsün, diye de şaşırıyor).

Biz şu soru üzerinde durmalıyız: Genç yetişkinler neden akrabalarıyla birlikte oturmak istemiyor? Birlikte yaşamayla ortaya çıkacak sorunlardan kaçıyor, basit bir akıl yürütmeyle “hayatlarına karışılmasını” istemiyor olabilirler mi? “Hayata karışmak” tam olarak ne demek? Bu basit sorular bizi akrabalar arasında oluşan sosyo-kültürel ve ekonomik farklılıklara getiriyor. Farklı hayat biçimlerinin benimsenmesi, ortaya çıkması... Aslında burada mesele biraz da akrabalığın bir dayanışma alanı olmaktan uzaklaşmasıyla ilintili. Hatta belki de daha temelde ailenin ne demek olduğuyla doğrudan alakalı. Biz aile denilince ne anlıyoruz? Groucho Marx, “Ailenin bir kurum olduğunu söylerler fakat kim bir kurumda yaşamak ister ki?” diyor. Haklı. Aileyi şirket olarak görmeyi bırakıp, çalışan– işveren ilişkisi yerine manevi dayanışmayı öne çıkarırsak o şen sofralar yeniden kurulabilir. Belki o zaman Logan Roy da ölmeden tahtını çocuklarına bırakmaya ikna olup, torun sevmeye başlayabilir. Çünkü kimse ölümsüz değil.

Kaynakça

Rukiye Z. Fidan, “Aile Apartmanı Üzerine Sosyolojik Bir Değerlendirme”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi, 2022.

DHA, “Gençlerin yüzde 55’i akrabalarıyla aynı apartmanda oturmak istemiyor”, erişim: 22 Nisan 2024, https://www.dha.com.tr/ekonomi... genclerin-yuzde-55i-akrabalariyla- ayni-apartmanda-oturmak- istemiyor-2352716