Canlılığa övgü
Dinlemekten usanmadığım türküleri, şarkıları, “taktığım” filmleri, bakmaktansıkılmadığım resim ve karikatürleri, okumaya doyamadığım şiirleri, masalları yanyana yazıyorum. Yıllarca niçin bunlara hiç doymayacakmış gibi hayran hayran baktım,imrendim, yakınlarında olmaktan sevinç duydum, bir kıyısından dâhil olmak, temasetmek istedim, tekrar tekrar heyecanla yanlarına gittim? Bunların ortak paydaları neydisorusuna geçen yıllar içinde bulabildiğim cevap kısaca ve sapsade canlılık oldu.
Emine’ye
- “Başkalarının aşkıyla başlıyor hayatımız
- yaprakla yağmurun aşkı meselâ”
İlkokul çocuklarının okul bahçesinde koşuşturmaları, oyunları, sokağa taşan teneffüs cıvıltıları, sokağa hayat veren kaldırım kalabalığı, öylece dikilen, yolun kenarına oturmuş etrafa bakan insan grupları, pencere gözlemcileri, çarpışmalar, karşılaşmalar, şenlik, varyete, kabare tiyatrosu, bayram yeri, panayır bağırış çağırışları, düğün, sofrada masayı bir uçtan bir uca kat eden çapraz konuşmalar, laf atmalar, her köşede, kendi dünyasında bir şeylerle meşgul, bir işe, bir konuşmaya dalmış insanlar, gizli planları ve anlaşılmaz oyunlarıyla türlü haşarılık peşinde çocuklar...
Federico Fellini’nin çocukluğunu anlattığı Hatırlıyorum (Amarcord) ve Roma filmlerinden birtakım şenlikli ve kaotik sahneler; Pieter Bruegel’in “kalabalık tablo”larında (Wimmelbild) ya da Ali Mitgutsch’un “kalabalık kitap”larında (Wimmelbuch) her köşede bir şeyler yapan insanlar, Yusuf/Cat Stevens’ın “Remember the days of the old school yard” şarkısının şenlikli fonu, Panait Istrati’nin romanlarında denize inen bir yokuş, aydınlık sokaklar ve yaşama coşkusu, Robert Sabatier’nin İsveç Kibritleri’ndeki herkesin her şeyi son kertede iyicil ve sevecen bir şekilde merak ettiği ve duyduğu çok sesli sokak hayatı... Jane Jacobs’un Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı’nda sokağın çekici hareketliliğine dair iştahlı tasvirleri, analizleri...
- Uzaklara gitmeyelim, Yeşilçam’ın en sevilen filmlerinin; Neşeli Günler, Bizim Aile, Gülen Gözler, Sultan, Hababam Sınıfı’nın aile, mahalle, okul, her ölçekte tezahür eden etkileşim, konuşma bolluğu, cıvıl cıvıllığı, hareketliliği... Umut Sarıkaya’nın İşimdeyim Gücümdeyim karikatür albümündeki geniş karakter kadrosu, apayrı ve hiyerarşik gibi görünen dünyaların esastaki benzerliği, iç içeliği, yan yanalığı, oturma odasında ev hali çiziminde bile herkesin derinden bağlı ama kendi halinde, dünyasında, “işinde gücünde” oluşu... Daha da yakınlara gelelim. Siz deyin Çarşamba pazarı, ben diyeyim cumartesi Eminönü!
Dinlemekten usanmadığım türküleri, şarkıları, “taktığım” filmleri, bakmaktan sıkılmadığım resim ve karikatürleri, okumaya doyamadığım şiirleri, masalları yan yana yazıyorum. Yıllarca niçin bunlara hiç doymayacakmış gibi hayran hayran baktım, imrendim, yakınlarında olmaktan sevinç duydum, bir kıyısından dahil olmak, temas etmek istedim, tekrar tekrar heyecanla yanlarına gittim? Bunların ortak paydaları neydi sorusuna geçen yıllar içinde bulabildiğim cevap kısaca ve sapsade canlılık oldu.
Üstelik sahnenin gerçekçilik, çatışma dozunu bir derece artırınca da canlılığın yarattığı bu çekim duygusu kaybolmuyordu. Canlılık, yaratıcılık, kendinden memnunluk orada da kendini gösteriyor, gölgelerin arasında adeta ışık saçıyordu. Sadece herkesin neşe içinde olduğu bu yatay sahnelerde değil, güçlü ile güçsüzün açıkça karşı karşıya geldiği dikey, hiyerarşik sahneler de bu canlılık sayesinde parlaklığını koruyor, işler bir şekilde tatlıya bağlanıyordu. Araba yolunun kenarında kaldırımlardan taşan ve yürümeyi imkânsız kılan işportacıların dayanışması, hiyerarşisi, karmaşası; zabıta yaklaşırken dalgalanıp şekil değiştiren zabıta-pazarcı-müşteri üçgeni; genel olarak ortamın uyanık olmazsan, fark edilirsen kolayca kandırılabileceğin esnekliği, kuralsızlığı; dolmuşun acelesi olanı kahreden yolcu toplama ısrarı, yavaşlığı, saatlerinin şaşması, gayrinizamiliği; özel halk otobüsünün mafyözlüğü; kullanılmayan arsalar işgal edilip yapılmış gecekondu muhitlerinin sonsuz çamuru, düzensizliği... Gecekonducular devletten ya da zenginlerden koskoca arsalar alıp barınma sorunlarını çözüyorlardı mesela. Dolandırıcılık bir tür hokkabazlık zanaatı, küçük hileler ve aklıevvellikler bir çeşit girişimcilik, dilencilik performansa dayalı bir sanata dönüşüyordu.
- Gerilla taktiği, fırsatçılık, kurnazlık, inat, alaya alma, bıyık altından gülme, boşluğunu bulma, bildiğini okuma burada kol geziyordu. Latife Tekin’in Berci Kristin Çöp Masalları’nda, Buzdan Kılıçlar’da anlattığı “pılık pırtık” olma hali, Asef Bayat’ın deyimiyle “sıradan insanların sessiz ihlalleri”, Oğuz Işık’la Melih Pınarcıoğlu’nun Nöbetleşe Yoksulluk’ta “enformelin dinamizmi” dediği, ilk bakışta seçilmesi belki biraz daha zordu ama hep bir elmas parçası gibi çılgınca parıldayan bu aynı canlılıktı.
Canlılık ve çok merkezlilik
Bütün bu sahnelerde şehir, hatta metropol, belki bir çeşit hız var. Ama asıl olan bir kaos, karmaşa, iç içe geçme, birbirine karışma, çokluk, çoğalma sanki. Kimse, hiçbir olay, duygu diğerlerinden daha büyük, merkezî, üstün değil; insana dair her şey bir yataylık ve dağınıklık içinde sere serpe uzanıyor. Çok merkezlilik de ama öncesinde merkez olmayı gerektiriyor. Merkezlerden her biri hakkıyla bir yerde/anda olarak, o yerin/anın tek merkez değil, merkezlerden, insan/hayat kitabının sayfalarından biri olduğunun altını çiziyor. Gerçek hayattan somut örnek bulmak zor değil: Elindeki basit bir nesneye, bir iplik parçasına dalmış, onunla bir şeyler yapan bebek ya da bir topla oynayan kedi birer merkezdir ve etrafa merkez duygusu yayar.
Fellini filmlerinde sofrada bağrış çağrış birbiriyle muhabbet eden, muhabbetleri arasında kesişmelerin, laf atmaların sonsuzca iç içe geçtiği ikili üçlü grupların her biri bir merkezdir. Faşist bir geçit töreninde halkın coşkusunda alttan alta bir alaya alma iması sezilir. Karnaval ateşinin yarı aydınlığında, bir şehir rallisinin seyirci kalabalığında, kabare izleyicileri arasında hep o merkezde olma enerjisi kol gezer. Ali Mitgutsch çizimlerinde oynayan, bakan, gezinen çocuklar; şakalaşan, bir şeyler yiyip içen, eğlenen, çalışan insanlar birer merkezdir. Umut Sarıkaya’nın “kadın anam”ı başta olmak üzere, “işinde gücünde” olan bütün karakterleri merkezdir. Hepsi kendini Nasrettin Hoca kadar dünyanın merkezi sayar. Çevreleriyle bir eksiklik duygusunun zorlamasıyla değil, merakla ilgilenir; aklı başka yerde değil, olduğu yerde, o anda veya dimdik karşısındakindedir.
- Hayatın akıp gidişi içinde bir anın diğer anlara üstün olmamasında da bir çok merkezlilik var. Judith Malika Liberman’ın anlattığı “Süleyman’ın Yüzüğü” masalında yüzüğün arkasındaki, “prenslerin ve zengin tüccarların en güneşli gününe gri bir bulut getiren, aç ve fakir insanların en karanlık gününe bir mum ışığı gibi aydınlık veren” yazı gibi: “Bu da geçer.” Öyle anlaşılıyor ki canlılık gerek eşzamanlı gerekse artzamanlı bir çok merkezlilikle, bu merkezler arasında keskin hiyerarşiler kurmamakla akraba gibi.
Şüphesiz bütün bu eşitlik, çok merkezlilik hikâyesi haksız yere öne çıkmak isteyenlere bir haddini bildirme de içerir. Tek merkezlik iddia edenlere karşı kibirlenmeden, işi espriye döküp Nasrettin Hoca gibi “dünyanın merkezi, benim eşeğin sol arka ayağının bastığı yerdir” der. Örneğin Umut Sarıkaya’nın karikatür evreninde mavi gözlülük, kalıp güzellikler, gözümüze sokulan cinsel cazibe kalıpları, Balkan göçmeni olmak, İtalyan’a benzetilmek, kuzeniyle arası iyi olmak ilh. para etmez. “Havalılık” atfedilen ve “sıradan” insanların üzerindeki baskı hissini arttıran şeyler deşifre edilip büyüleri bozulur, sıradanlaştırılır, gerilimleri alınır. Hem fıkradaki hem de bu karikatürlerdeki örtük mesajlardan biri şudur herhalde: Her insan, hatta her canlı kendince dünyanın merkezi, kendi dünyasının merkezidir, değerlidir, bu merkezî yerinden edilmeyi hak etmez. Her canlı, canlılığın tezahür ettiği bir merkezdir ama canlılar dünyada hiçbir zaman tek bir canlı, tek bir merkez olarak var olmazlar. Bu anlamda canlılık bir çok merkezlilikten ayrı düşünülemez. Herhalde bu yüzden olacak, beni heyecanlandıran bütün canlılık resimlerinde de hemen ikinci bir ortak özellik olarak çoğulluk, çok merkezlilik öne çıkıyor.
İyicil gerçekçi
Bu çalışmaların hiçbiri için hayalperest, daha doğrusu gerçekçilikten uzak denemez. Hepsi iyiliğe dönük, iyimser, ümitvar tipler belki ama çatışmaya, toplumsal hayatın acı gerçeklerine yer vermedikleri de söylenemez. Murat Belge’nin (1975) Bruegel’le ilgili yorumu şöyledir: “Ölümün Zaferi’nde yüzükoyun yere kapaklanmış annenin kucağındaki bebeğin suratını yiyen köpeği çizecek kadar katıdır Bruegel. Buna ‘katı’ dememeli belki –gerçeğin her türlüsüne saygılı. Ama hastalıklı hiç değildir. En karanlık resimlerinde bile hayatı olumlar.” İsmet Özel’in “Ils Sont Eux” şiirindeki Türkiye panoraması, “onlar” tasviri de gerçekçi bir ümitvarlık barındırdığı için heyecan vericidir belki. Bu şiirdeki karakterler dönüşmemek/teslim olmamak için direnmeyi bıraktıkları, “yaratılmışlardan” olduklarını kabullendikleri, bunun doğal sonucu olarak diğer yaratılmışlara hayatlarında yer açtıkları oranda iyileşirler.
Ali Mitgutsch da söyleşilerinde ısrarla dünyanın sadece iyi yanlarını resmettiği fikrine karşı, iyileşebilir bir dünyayı tasvir ettiğini, bunu da çocuklara anlatır gibi yaptığını belirtir. Kayıp düşen, birbirini kızdıran, alaya alan, kavga eden, bir oyuncağı paylaşamayan, ağacın dibine çişini yapan çocuklar ve tabii onlara kızıp bağıran anne-babalar eksik olmaz. Yahut “soylulaştırma” kapsamında evi yıkıldığı için üzgün bir yaşlı çift, öpüşen bir genç çift ve onların üstüne su döken çocuk... Ama esas olan bütün küçük kuralsızlık, ihlal, zarar ve kırılmaların canlılık, neşe dolu ve farklı katmanlarıyla toplumsal hayatı temsil duygusu veren çok merkezli “kalabalık resim”lerin iyiye dönük bütünlüğü içinde karşımıza çıkmasıdır.
Eminönü’ne güzelleme
Vapur iskeleleri, balıkçıların orası, otobüs durakları, Mısır Çarşısı önü, yanı, kuru kahvecilerin kuruyemişçilerin sokağı, Hasırcılar, Küçük Pazar, yukarılara tırmalanalım Yeşildirek, Mahmutpaşa, Sultanhamam, Tahtakale, Mercan... Eminönü’nün neresinde olursanız olun bu canlılığı hissedersiniz. Her millet din mezhep meşrep ve meslekten insan, modacıdan kapıcıya, zenginden fakire, hipsterdan Suriyeliye, Kürtten İç Anadoluluya “herkes orada”dır. Eminönü’nde sadece esnafın değil ziyaretçilerin de katıldığı bir laf atmalar toplamına şahit olursunuz.
Burası, ev sahipleri kadar ziyaretçilerin de kendilerini ait ve rahat hissettikleri, olup bitene baktıkları, etraflarına ilgi gösterdikleri, göz kulak oldukları bir yerdir. Kimse özenerek, kendi sosyal sınırlarını zorlayarak, turist gibi orada değildir. Öyle sanıyorum ki bilhassa Eminönü’nde herkes kendisidir. Umut Sarıkaya’nın halden anlayan, kimseye carlamayan “emmi” karakterleri gibidir Eminönü. Orada herkes kendince meşru bir sebeple bulunabilir, kimsenin bulunmak için bahaneye ihtiyaç duymadığı, teklifsiz bir mekân, dostunun yanında gibi, anonim, rahat, kimsenin kimseyi garipsemediği, kolay kolay yargılamayacağı bir ortak mekân. Çok merkezî olmasına rağmen insanların çokluğunun ve gücünün devleti görünmez kıldığı, herkesin, toplumun mekânı olan bir yer.
Tabii ki Eminönü’nde kendinizi rahat ve canlı hissetmeniz, aynı yerde kendini rahat ve canlı hisseden diğer toplumsal gruplara bakışınıza bağlıdır. Belli grupların canlılıklarını ortaya koyması size hoş görünüyor, ama başka grupların canlılık tezahürlerindeki canlılığı teşhis bile edemiyor olabilirsiniz. Üstelik birinin kendini en rahat hissettiği yerin müdavimleri görece homojen ya da heterojen de olabilir. İstanbul’un “İstanbul içi turist” çeken mekânlarının heterojenlikleri şüphesiz farklı farklıdır. Kim hangi toplum kesimlerinin rahat ve canlı halini ne kadar kaldırabilir? Kim kimlerin arasında rahat ve canlı hisseder? Kimin canlılığı kime canlılık gibi görünür, dahası canlılık verir? Kimin kulakları hangi seslere, hangi çok sesliliğe açıktır?
Türkiye panoramasına bakabilmek
Beni canlılık tasvirleriyle heyecanlandıran bu eserlerin/sanatçıların ortak özelliklerinden biri de bir çeşit kentsellik ile kolektivizmi; insan, toplum, halk, kalabalık sevgisini bir arada barındırmaları. Bruegel’in çağında cemaatsel bağlarla Hollanda’nın hızlı ticari canlanışı iç içeydi. Fellini Romalı bir anne ile kırsal kökenli bir babanın oğlu olarak Katolik bir sahil kasabasında doğmuştu. Mitgutsch kırsal hayatın herkese aşina olduğu ama Münih gibi bir büyükşehre de sahip bir eyaletten, Bavyeralı. Yusuf/Cat Stevens baba tarafından getirdiği Kıbrıslılıkla Londra’da doğmuş biri. Umut Sarıkaya memleketini inkâr etmeyen bir İTÜ’lü.
Sarıkaya’nın çizimlerinde de geniş bir kadro üzerinden kapsayıcı bir dünya içinde Türkiye, toplum panoraması ile karşılaşıyoruz: Elyın Türkyılmaz, aşkımızın meyvesi Aytek, emmiler, ailemin kadınları, sevimlilik dünyası, üzgün kaslı, fakir mavi, kadın anam, yeni uyanmış, Moda yaşlısı, yaşlı kaslı, yalnız ve ayı, ilginçlikler adamı, net adam, uzaylı, yancı, geceyle gelen, Meriç, CHP kadın kolları, ev seksisi, şekilli genç, He-Man’in abisi Çetin, İTÜ’lü, TRT 2 gibi kadın, İngilizce’yi kuran adam, Bay Cingılbört ve ailesi, Tarkovski, Marx, Bakunin, Pastör, Freud, Hitler, birtakım şeylere çok sinirlenmiş yazar, Nazi ana, Dostoyevski’nin yancısı, padişah, Ekrem gibi karakterler üzerinden toplumsal/zihinsel zemini son derece zengin ve çok merkezli bir şekilde temsil ediyor Sarıkaya. Neredeyse dünyanın Türkiye’den görünüşü diyebileceğimiz bir bakış genişliğine doğru hareket ediyor. Ama dışarıdan aldıklarını, mekânsal kapsamı genişletmekten devşirdiği araçları da bir nevi iç siyasetteki gerilimi düşürmekte kullanıyor. Bütün enerjisini Türkiye panoramasını daha çok göz için görülebilir kılmaya harcıyor. Böylece Türkiye panoramasına baktığımızda canlılığı daha kolay seçebiliyoruz, hazım kabiliyetimiz ve bakma süremiz artıyor.
Halbuki “Bir Başkadır”daki Türkiye panoramasının bile hazımsızlık yarattığı ve tartışma konusu olduğu şu salgın günlerinde en çok ihtiyaç duyduğumuz şey belki de, Türkiye panoramasına, Türk toplumunun son derece dinamik hayatına ve canlılık merkezlerine gözümüzü kaçırmadan bakabilmek.