Camilerde dalgalanan perdeler
Cami merkezli eski mahalleler yok, çocuklar sokaksız. Ve bizler sanat eseri klasik camilerimiz erişim güçlüğü nedeniyle ıssızlaşırken aynı camileri taklit yoluyla çoğaltmaktayız. Betonun imkânlarıyla gerçekleşen taklit, iç açıcı bir tekrar olamıyor.
Bir tarafta Süleymaniye gibi şaheser camilerin, hele geceleri turistik hedefler zaviyesinde ıssızlaşmasına göz yumulurken, gündüz saatlerinde yol üstü camilerde kadınlar bölümünden çocuk sesleriyle birlikte taşan sesler cemaat arasında şikâyet konusu oluyor.
İstanbul’un uzak geçmişindeki agorayı sağlam ve güçlü erkeklere tahsis eden Antik Yunan şehri geleneği şimdiki zamanda kendini hatırlatıyor bu itirazlarda. Gelgelelim zamanın icaplarına sağır kalarak gerçek bir huzur ve sükûneti de sağlayamıyorsunuz.
Uğur Tanyeli’nin okul mimarisi üzerine temmuz ayı başlarında verdiği “Mecazi ve Gerçek Anlamıyla Eğitim Yerine Erişim Mimarisi” başlıklı konferansta geçiyor aradığımız kelime: erişim.
Şehirler metropole dönüştü, bazı şehirler arasındaki sınırlar kayboldu, emek mekanları farklılaştı. Birçok kadın evine uzak ortamlarda çalışıyor, kız öğrenciler uzak ilçelere gidiyorlar öğrenim için. Eve dönüş sırasında özellikle ikindi ve akşam namazlarının zamanını geçirme telaşı adımları karıştırıyor.
Kadınlar evlerinden sadece iş ve öğrenim nedeniyle ayrılmıyorlar elbette. Alışveriş ve hastane kontrollerinin yanı sıra, çeşitli kurslar için de evlerinin bulunduğu semtlerden uzak adreslere yöneliyorlar. Yaşlı kadınlar otobüslerle şehir turuna çıkıyorlar. Genç kadınlar çocuklarını müze ve galerilere, spor salonlarına götürüyorlar.
Raylı sistem ev kadınlarını bebekleriyle birlikte yola çıkmaya yüreklendiriyor. İniş ve çıkışlara yakın noktalarda erişilebilir konuma sahip küçük mescitler bulunabilse keşke. Benim gibi alerjik astımdan sıkıntı çekiyorsanız, camilerin birkaç metrekareden geniş olmayan kadın mahfiillerinde hele ki sıcak aylarda sıkışık vaziyette namaz kılarken öksürüğe boğulmanız işten değil. Sizin orada sıkışık vaziyette Fatiha’yı yeniden düşünerek okumaya çalıştığınız sırada merkez sahın -cuma günleri dışında- en fazla yarı yarıya dolmuş oluyor.
Sıklıkla basamak rıhtı normal olanın neredeyse iki katı yüksek tutulmuş daracık bir merdivenle ulaşıyorsunuz kadınlara ayrılan bölüme. Kucağınızda taşıdığınız çocuk da bunalıp mızmızlık etmeye başladığında, “Bayan, sustur çocuğunu” şeklinde sert bir uyarıyla karşılaşmanız olağan. Maalesef caminin çocuk seslerinden, kadın varlığından arınmış “uhrevi” bir mekân olması gerektiği kabulü yaygındır.
Öyleyse camilerde top mu oynasın çocuklar ve gençler? Hayır, mevcut camilerin gerek planı gerek tefrişi uygun değil spor faaliyetlerine, bu açık. Çocuklar ve gençler için camilerin (veya mescitlerin) yanı başına spor alanları yapılmasıdır uygun olan.
Geçmiş yüzyıllarda kadınların camilerde ibadet etmesi sınırlı olarak gerçekleştiğinden, klasik camilerde kadınlara sınırlı yer tahsisi anlaşılabilir bir uygulama.
- Fakat yeni inşa edilen birçok camide kadınlara ayrılan derme çatma bölümler, hele ki çocuklu kadınların günümüzde camiyle ilişkisi üzerine yeterince düşünülmediğini ortaya koyuyor. Kadınların şehir içinde geçmişte olmadığı kadar dolaştığı bir dönemdeyiz, ne var ki yeni camilerde de klasik formda olduğu kadar yer ayrılıyor kadın mahfillerine.
Yurt dışında yaşayan Türklerin bulunduğu şehirlerde yaptırdığı camilerde de benzeri planlarla hareket ediliyor. Kadınlar kendilerine ayrılan bölmeye sığmadıkları için de onları kubbealtından ayıran perdeler sürekli dalgalanıyor, çocuk sesleri eşliğinde.
Sancaklar Camii’nin mimarı Emre Arolat, bu caminin ibadete açıldığı ilk haftalarda düzenlenen bir panelde ülkemizdeki cami mimarisinin temel meselesini şöyle özetlemişti: “Dinle kurduğumuz ilişki nasılsa bu, camiye de yansıyor” Cumhuriyet’ten sonra mimarlık müfredatında cami mimarisi yapı projesi itibarıyla sınırlı yer buldu, belki hiç bulmadı.
Carel Bertram, Osmanlı geçmişle bağları koparmak için gerçekleştirilen “hatırlamayı unutma” işleminin özellikle mimarlık alanında gerçekleştiğini anlatır, Türk Evini Hayal Etmek’te. 1982’de mezun olduğum DGSAMYO’da yapı projesi derslerinde cami seçenekler arasında değildi.
Kuşkusuz yine de hayal edebilir bir mimar, zamanımıza özgü caminin ayırıcı özelliklerini; fonksiyonlardaki farklılaşmayı da tespit edebilir.
Tuhaf bir zihin konforu: Mimarlık fakültelerinde cami projesine yer verilmediği hâlde, her kesimden muhafazakâr aydının şikâyet konusu olagelmiştir, Sinan camilerini taklit eden çirkin varoş camileri. Cami Yaptırma ve Koruma Dernekleri tarafından alelacele inşa edilen gecekondu camiler, göçmen insanımızın yeni yerleşimde kendini evinde hissetmesine yardım ediyordu oysa.
Şİmdilerde cami merkezli eski mahalleler yok, çocuklar sokaksız. Ve bizler sanat eseri klasik camilerimiz erişim güçlüğü nedeniyle ıssızlaşırken aynı camileri taklit yoluyla çoğaltmaktayız. Betonun imkânlarıyla gerçekleşen taklit, iç açıcı bir tekrar olamıyor elbette. Kendi dönemimizin estetik temsili, gerçek ihtiyaçlar hesaba katılmadığında nasıl mümkün olabilir zaten?
Geçen yıl gerçekleşen Amerika seyahatimde Washington eyaleti sınırlarında bulunan Redmont’ta, özellikle Kuzey Afrika ülkelerine mensup Müslümanlar tarafından yaptırılan Redmont Camii’ni inceleme fırsatı bulmuştum. Büyük komplekste namaz kılınan geniş salonun dışında kütüphane, toplantı ve etkinlik salonları, çocuklar ve gençler için spor mekânları düşünülmüş. Çocuklar ve gençler cami kültürünü işte böyle tabii bir şekilde alıyorlar.
İran’daki camilerin yanlarında Hüseyiniye ve Zeynebiyeler vardır. Çocuklar ve gençler, kadınlar bu kültürel amaçlı salonlarda çeşitli kurslara katılabilirler. Cami merkezli hayatın bir anlamı da böyle bir katılım olsa gerek.
- Kadınlar cami yaptırma derneklerinde faal olsalardı, kadın mimarlar cami projeleri hazırlasalardı kadın mahfilleri konusunda süregelen aktarım hatası daha kolay düzeltilebilirdi. Kültürel geçmişimizde bir kadın mimar kaydı mevcut değil, içinde bulunduğumuz dönemde de nadiren cami yapan kadın mimarla karşılaşıyoruz.
Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde hanım sultanlar cami yapımını himaye edip, yaptıracakları cami konusunda da mimarları yönlendirdiler. Hunat Hatun, Mihrimah Sultan, Nurbanu Valide Sultan, Bezmiâlem Valide Sultan içlerinden birkaçı.
2 Nisan 2015’te, 15 Temmuz şehidi Mustafa Cambaz ile Üsküdar Sultantepe’deki eski camileri birlikte dolaşmıştık. Mustafa Cambaz, sadece İstanbul’u değil, bütün Türkiye’yi, mimari mirasımızın kayıt altına alınması için karış karış dolaşan kıymetli bir insandı.
Makbule Yalkılday (1914-2018) üzerine hazırladığım metinden haberdar olan Ayşe Olgun’un vasıtasıyla ulaşmıştım kendisine. Sultantepe camilerinden birini Rahmetli Yalkılday 60’lı yıllarda temelden restore etmiş; biz işte o camiyi arıyorduk. Aynı gün restore tarihlerini aşağı yukarı bilmenin güveniyle, aradığımız caminin Sultantepe Müderris Abdülbaki Efendi Camii olduğuna neredeyse emin olmuştum.
Fatih Camii, İsmailağa Camii gibi birçok camiyi restore etmiş Yalkılday. Sayısını hatırlayamadığı kadar çok caminin restorasyonunda çalıştığı hâlde, bu çalışmaları defterdarlık görevi kapsamında gerçekleştirdiği için kayıtları yok maalesef. 2011’de Cumhuriyet gazetesinden Ali Deniz Uslu’ya verdiği röportajı okuduktan sonra aramaya başlamıştım Makbule Yalkılday’ı.
Benim için ilginç bir tecrübeydi, bir insanın yüz yaşını aştıktan sonra, sapasağlam olduğu hâlde unutulmaya terk edilmesi. Cami mimarlığına verdiği emek açısından düşünüldüğünde ise mütedeyyin kesimlerden tek bir gazetecinin bile varlığından haberdar olmayışı ders vericiydi.
Mimarlığımız ve şehirciliğimizin hatırlamayı unutturma yönündeki rolü üzerine ne kadar az düşünüyoruz. Sonunda Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın yardımıyla Maslak’taki İzzet Baysal Huzurevi’nde Yalkılday’a ulaştığımda hafızası yer yer silikleşmeye başlamıştı, ancak uzun uzun sohbet etme fırsatı buldum çeşitli ziyaretlerimde. Onunla kadın mimarların cami mimarlığında yeterince faal olmamasının sebepleri üzerine de konuşmuştuk.
İsmailağa Camii dâhil, restorasyon çalışmalarına katıldığı camilerde kadınlar bölümünü genişletme çabasından söz etmişti: “Ben bu konuda her zaman ihtiyaçları düşünmüşümdür. Restorasyon sırasında kadınlar bölümünü arka kapıya kadar genişlettik, ramazanlarda kullanılabilecek genişliği sağlamaya çalıştık.” Formdaki süreklilik, mekânların hızla değiştiği bir çağda bir güven uyandırıyor muhafazakâr hissiyatta; elbette hayatın dinamikleri değişiklik geçirirken kadınların bir değişmezliği korumasına dönük konformist beklenti de aynı hissiyattan besleniyor.
Mimarinin öğrettiği bir tecrübe bu; hazır form sınırlanmaya zorluyor, sınırların konforunun tuzağına düşebilir kısa süre içinde, mimar gibi mekânın kullanıcısı da. Çok açık ki ihtiyaçlara karşılık vermeyen bir formun estetiği gözümüze ne kadar güzel gelirse gelsin müze sınırlarına girer, seyirliktir.
Cami mimarisi üzerine konuşurken Kuba Mescidi ilk örneğine geri dönüp caminin günümüzdeki fonksiyonları üzerine yeniden düşünmeliyiz. Peygamberimiz namaz kılarken çocukları seccadesinin etrafından uzaklaştırmıyor, camide kusur işleyen bedevilerin azarlanmasına da izin vermiyordu. Cami, sadece iyi terbiye görmüş insanlara açık şekilde tasarlanacak bir mekân değil, eşiğine sığınanın dindarlık adına hoyratça ifade ve suçlamalarla geri çevrilebileceği bir seçkinler otağı hiç değil.