Bugünün camisi üzerine notlar

SERKAN DUMAN
Abone Ol

İç dünyamızdaki camiyi, evi güzelleştirmek sonra da bu güzeli dış dünya ile buluşturmak bitmiş bir binadan daha güzel ve tamir edicidir.

Ayasofya Cami

Cami meselesinin, mimari açıdan enteresan bir durumu var. Caminin bir taraftan üvey evlat muamelesi görmesi, diğer taraftan basit mekânsallığı ve uygulayıcılar tarafından bu mekânı örten elemanlar için konstrüktif zorluklara katlanılması, tasarımsal deneylerin uygulama alanı bulmasına yol açar ve işverenden mimarına hemen herkes bu deneysellik içinde kendi saklı arzularını koşturmak ister.

Oysa konut, AVM, konferans salonu gibi başka yapılarda, maddi, işlevsel ve ana akım tercihleri gibi zorunluluklardan ötürü herkes duracağı yeri bilir.

Caminin mimarisinin günümüzde bu kadar deneyselliğe açık olması, olumlu manada, dinî açıdan onun hem dayatmalar ve kurallar içermeyen basit mekânsallığından hem de olumsuz anlamda düşünsel açıdan sahipsiz diyebileceğimiz ve hemen herkesin kendini cami meselesi hakkında konuşma ve karışma hakkına sahip sanmasından kaynaklanıyor.

Oysa İslâm dininin başat bir yapı elemanı olan cami sanıldığının aksine özellikle de bugün binadan öte bir mefhum. Betonun ülkemizde, neredeyse tek konstrüktif yapı elemanı olmasından ve üretilen şekli, yanlışıyla doğrusuyla inşa etme olanağı sunmasından beri, mimar (yapı ustası) ancak görüntü üreten bir konuma geriledi. Bilgisayarda çizilen şekiller beton aracılığıyla uygulandı. Normalde taş, ahşap ya da kerpiç olsa, yapının tabiatı gereği statik anlamda ayakta duramayacak bina, betonun kabuksal özelliği sayesinde inşa edilebiliyor.

Delhi Cuma Cami

İşin ilginç tarafı ise özellikle cami mimarisinde, örneğin zamanında taştan üretilmiş bir yapının, bugün betonun kabuk özelliğine yaslanarak, betondan yeniden üretilmesi ile ya da farklı mimari ve ideolojik beklentiler sonucu bambaşka hatta garip bir biçimde inşa edilmesi ile ortaya çıkıyor.

Son dönemde cami mimarisinde üç farklı yönelim hâkim (ve bu yönelimlerin tamamı caminin “elbette” tipi yani görüntüsü ile alakalı çünkü beton, üreticileri görüntücülüğe sıkıştırdı): Geleneksel tipte üretim, geleneksel tipi modernize etme biçiminde üretim ve modern tipte üretim. Bu üç tipçilik de nazarımda benzer olmasına rağmen yine de üzerlerinde durmakta fayda var.

Geleneksel tipte cami üretme arzusunun sosyolojik, tarihî ve psikolojik analizlerini işin uzmanlarına bırakarak basitçe şu eklemede bulunabilirim.

Geleneksel tipte cami inşa edenlerin başat beklentisi caminin “cami”ye benzemesi. Yani bu tipi talep edenler asgari olarak caminin dışarıdan bakıldığında herhangi bir yapıdan ziyade “dinî” referanslar taşıyan bir hüviyette olmasını bekliyorlar. Bunun olması için de yaşadıkları coğrafyada bulunan tarihî biçimlerin, yeni yapılan yapıda yansıtılmasını bekliyorlar. Buradaki sıkıntılı durum ise beton gibi bir malzeme aracılığıyla ancak bir tür dekor üretme tehlikesine düşülmesi.

Geleneksel tipi modernize etme çabasındakiler, geleneksel ile moderni buluşturma sevdasında olanlardan oluşuyor. “Hem geleneği hem de moderni reddetmiyoruz” diyerek ikisini buluşturmaya, ikisinin de bazı taraflarını törpüleyip, bazı taraflarını seçerek öne çıkarmaya çabalıyorlar.

Turgut Cansever’in “Kubbeyi yere koymamak” olarak tarif ettiği bir durum aslında bu. Cansever böyle yapanları hem yüzyıllar içinde ortaya çıkmış ve kalplerde ve akıllarda yer etmiş biçimleri keyfî olarak eğip bükmekle hem de o biçimlerin referanslarına sığınmakla eleştirmiştir.

Marmara İlahiyat Cami

“Modern gelenekselcileri” ise -özür dilerim, caminin modern tipte olması gerektiğini savunanlar ise-, artık çağın değiştiğini, bu sebeple de üretilecek mimarinin buna ayak uydurması gerektiğini savunurlar. Ancak çağın ne kadar değiştiği muallakta olduğundan olsa gerek, yapıların Star Wars’taki gibi mi yoksa Blade Runner’daki gibi mi olması gerektiğine bir türlü karar veremezler.

Bu sebeple çıkışı hep süssüzlükte ve yalınlıkta ararlar. Çağın ve teknolojinin değişimi sadece yalınlıkta mı aranmalı, emin değilim. Üstelik modernizmin ortaya çıkışından beri yapıların yalın ve süssüz olması gerektiği savunulurken ve bu savununun tarihi iki asrı geçmişken, insanları geleneksel tip üretmekle suçlayan moderncilerin, kendilerinin modern gelenekçilik yaptığı gerçeğiyle yüzleşmeleri gerekiyor.

Dünya ihtişam peşinde mi? İnsanın ihtiyacı estetik mi? Yoksa toplumların aradığı, huzur, barış ve selamet mi? En azından İslam’ın vadettiği bu değil mi? Öyle ise bir cami dayanışmayı, dünyayı tüketmemeyi, insan ruhunun ihtiyacı olan huzuru yansıtmamalı mı?

Yazıyı yazarken belki bir başka biçimcilikten daha bahsedilebilir diye aklıma geldi ki o da, “kendi inancını cami tipine yansıtmacılık” olarak tarif edilebilir. Her ne kadar üstteki üç biçimcilik de buna uyuyor gibi görünse de, bu tarz üretimcilerin ana özelliği, ne gelenekçi ne modern ne de sentezci olmaları ve akıllarına estiği gibi hareket etmeleridir. Bu saptama bu kadarla kalsın, bahsetmiş olayım ki demedi demesinler.

  • Akademisyen değilim, bu sebeple “İlla bir çözüm mü sunmalıyım, mevcudu saptıyorum” demiyorum, aktif olarak mimarlık yapıyorum ve kendi iddialarıma sahibim.Öncelikle salt “tip”in konuşulmasının, cami mefhumunu ortaya çıkaran din olan İslam açısından doğru olmadığını düşünüyorum, bu düşüncelerimi de Aslında Mimarlık adlı kitabımda uzun uzadıya açıkladığım için tekrar yazmıyorum. İlgilenenler oraya bakabilir. “Madem mesele tip değil, öyle ise malzeme mi?” diyenler ise benim adımın doğal yapı malzemeleriyle ve özellikle kerpiçle anıldığını bildiklerinden olsa gerek, hem de meseleyi anlayabilmek için basitleştirme arzusu duyduklarından bu soruyu soruyor olabilirler. Hayır efendim, mesele malzeme de değil.
Mesele, ekonomik, sosyolojik, ekolojik, ruhsal, huzur arayışı, adalet beklentisi, dünyaya bakış, israftan kaçış, çağı anlamak ve bunun gibi birçoğu ile ilgili.

Bunların yanına bir biçimcilik olarak “tip”i koyduğunuzda ne kadar çiğ kaldığını fark edersiniz.

  • İlk camiyi düşünelim: Neden camiyi kullanacak olanlar bir araya gelip, kerpiç, hurma ağacı ve hasır gibi malzemeleri kullanarak camilerini inşa ettiler? “Çünkü o günün imkânları öyleydi.” Diyelim ki cevap bu, peki İslam’ın mimariye bakışı ilk camiden yaklaşık beş asır önce inşa edilmiş Panteon gibi sonsuza kadar ayakta duracak ve görenleri ihtişamıyla ezecek şekilde olsaydı, sahabeler ne yapıp edip bir panteon daha inşa ettirmezler miydi? Hiç değilse İslam’ın hızlı yayılımından sonra yani yirmi otuz yıl içinde bunu yapamazlar mıydı? Bu durum gösteriyor ki, camide asıl mesele toplanılacak bir yer olması. Bu yerin biçimi ya da görüntüsü daha tali meseleler.

Agadez Cami, Nijer

Osmanlı gibi Müslüman imparatorluklarda, hükümdarların inşa ettirdikleri camiler, doğrudan hükümdarların isteğine ve geleneklerine göre şekillenmiştir. Şüphesiz onlar hem hayır yapmaya çabalamış hem İslam’ın hem de kendi egemenliklerinin büyüklüğünün de bu yapılar aracılığı ile gösterilmesini istemişlerdir.

Saraylarına vermedikleri bu önemi camilere vermiş olmaları saygı duyulacak bir durumdur. Bununla birlikte bugün Cumhuriyet’le yönetilen bir toplum olarak böyle bir durumdan uzak olduğumuz açıktır.

Aynı zamanda Osmanlı gibi devletlerde sadece selatin camilerinin olmadığı ve halkın kendisinin inşa ettiği ve ettirdiği camiler ve mescitler olduğu unutulmamalı ve üzerine kafa yorulmalıdır. Dünya ihtişam peşinde mi? İnsanın ihtiyacı estetik mi? Yoksa toplumların aradığı, huzur, barış ve selamet mi? En azından İslam’ın vadettiği bu değil mi? Öyle ise bir cami dayanışmayı, dünyayı tüketmemeyi, insan ruhunun ihtiyacı olan huzuru yansıtmamalı mı? Sadece tamamlanmış bir yapıdan da bahsetmiyorum.

Süleymaniye ve Rüstem Paşa Camii

Bilakis tıpkı ilk caminin yapılışında olduğu gibi daha ilk temel taşından son hurma dallarına kadar (elbette bu cümlelerin metaforik yanı da var) henüz inşa ediliyorken bile bir cami binası bunu sağlayamaz mı? Ekranların, ışıkların, her gün yeni çıkan teknolojik ürünlerin üzerimize üzerimize geldiği şu dönemde cami bütün bunlardan bir kaçış mekânı da olamaz mı?

  • Cami mimarisi hala yeni çıkan teknolojilere ayak uydurmaya çabalıyorken; ses sistemleri, aydınlatma elemanları, bilgilendirme levhaları camileri sardıkça sarıyorken, durup bir düşünmek, bütün bunlara gerek var mı diye bir nefeslenmek de gerekmez mi? Kullanılmayan ve sadece hoparlör asılan minarelerden gelen yüksek desibelli metalik ezan sesinin, gerçek insan sesi ile yer değiştirmesi önerilemez mi? Bu, olması imkânsız bir talep mi? Üstelik hoparlör olmadığı vakit şehirler de ona adapte olmaz mı? Ezan sesi duyulabilsin diye mahalleler daha alçak katlı, yoğunluğun azaldığı, araç sesinin yerini çocuk sesine bıraktığı yerlere dönüşemez mi?

Cami, İslam şehirciliğinin ve mimarisinin öncüsüdür aslında, bu eskiden beri böyledir. Yeni yerleşimlerde hep ilk olarak cami inşa edilmiştir. İşte bizim de bu çağda, bunca değişkenin içinde, yeniye kapı aralayacak, yol gösterecek yeni bir “cami” inşa etmemiz (bu inşayı sadece bina etmek olarak değil; bir süreç, düşünce ve bakış inşa etmek olarak da anlamalıyız) gerekiyor, buna ihtiyacımız var. Bu ilk cami, doğal yapı malzemeleriyle ister işçiler ister caminin cemaati ile birlikte inşa edilebilir.

Yağmur suyunu toplayan, topladığı suyu havuzlarda dinlendiren, böylelikle hem ses hem görsel hem de serinlik anlamında suyu kullanan bir yapı olabilir. Daha loş olabilir ve ihtiyacı olan elektriği güneşten sağlayabilir. Geleneksel teknikler araştırılarak ısıtma ve soğutma meseleleri doğal yollarla çözülmeye çalışılabilir. Hangi yörede inşa edilecekse oranın coğrafya, iklim ve geleneksel ögeleri üzerinden yorumlanabilir.

Tüm bunlar aracılığıyla minimum masraf, minimum enerji tüketimi ve ekolojik anlamda dünyaya minimum zarar ile yaşantı sürdürülebilir. Tüm bunlar aracılığıyla da zanaatlar desteklenip, kapitalizm karşısında yenik düşmüş geleneksel işçilikler canlandırılabilir. İlk cami yukarıda bahsettiğim gibi bir örnek olarak diğer yapı türlerine de ön ayak olabilir.

Xian Mosque, Çin

Çağrı filmindeki meşhur sahneyi hatırlayalım, Hz. Peygamber kerpiç taşımakta ve Hz. Hamza kendisini yormaması gerektiğine dair serzenişte bulunmaktadır. O kerpiç taşımamalıdır çünkü insanlığa müjdelenmiş bir peygamberdir. O bir peygamber olarak bile ilk camiyi ve kendi evini inşa ederken, kerpiç kesip taşımışken ve Müslümanların bunu biliyor olmalarına, -üstelik geçmişte İslam coğrafyasının neredeyse tamamındaki yapıların büyük çoğunluğunda kerpiç kullanılmış olmasına rağmen-, bu meseleye neden bu kadar uzak olduklarını anlamakta zorlanıyorum doğrusu. Aslında sırf Hz. Peygamber kerpiç taşıdı diye bir Müslüman kerpiç taşımak istemez mi? Sadece bunun için bile kerpiç inşaatının hâlâ sürüyor olması gerekmez mi?

  • Kerpiç yani toprak mimarlığı bugün daha da önemli aslında. Çünkü toprak bulunması en kolay, ısı yalıtımı kuvvetli, temiz ve geleneksel mimaride birçok farklı biçimde yeri olan bir malzeme. Taş ocakları açtırmaz, daha az ağaç kesilmesini sağlar. Yani taş ve ahşap gibi doğal malzemelere nazaran tükenen dünya için daha elverişli bir malzemedir. Üstelik kerpiç, aracılığıyla başladığım mimari yolculuğumda, beni alıp su, enerji, atık dönüşümü, kapitalizm, tükenen dünya, fakirlik vb. konularda bilinçlenmeye, araştırmaya ve aksiyon almaya yönlendirmiş ve götürmüştür.

Türk evini anlamak için
Nihayet

Toprak mütevazıdır, bugün olmasa dahi bir gün herkes onun içinde yaşayacaktır. Bu bağlamda toprağın cami mimarisine dâhil olması her anlamda bir güzellik ve gerekliliktir. Buraya kadar akıllara hitap etmeye çalıştım, akla hitap ikna içerir. Kimseyi ikna etmek dahi istemiyorum aslında.

Sadece konuşan, yazan, bahsettikçe tüketen kişilerden olmak istemem. Ancak kendime soruyorum, madem din şehirlerde bir tapınak misali camiye sıkıştı, öyle ise bu tapınak nasıl olmalı? Bu yazının konusu bu mu? Hayır, ben bu konuya sıkışmayı da tapınağı da reddetmek istiyorum; öyle ise bu cami, olmayan şehrin camisi olmalı ve asla tapınağa dönüşmemeli.

Meskensiz kalmışlar, gelip kaybettikleri meskeni bulmalı, sonra da yavaş yavaş kendi mekânlarını oluşturmalılar. Unutmayalım, cami evin, ev de caminin uzantısıdır. İslam camide başlayıp biten değil, hayatın her alanında yaşayan bir dindir. Tapınak mesaj içerir, çok süslüdür, din ona aittir. Cami ise mekânsallık ve zamansallık olarak dinin ve hayatın belli zamanlarını kapsar, fazlasını değil. Camiyi bütün bir hayattan soyutlayıp salt onu konuşmak ve dini getirip içine ve tipine sıkıştırmak onu tapınak yapmaz da ne yapar? Camiyi konuşmayı bir bitişi konuşmak, geri çekilen bir dinin son sığınağını düşünmek olarak değil, aksine düşünmenin ve yapmanın hakkını verenler için bir merkez ve bir başlangıç olarak görmek gerekmektedir. Meseleye bir yaşantıyı, bir şehri, bir dünyayı kurmak gibi bakılmalıdır.

Kurmak demişken, bu “kurmak”ı, “kurgulamak” ile karıştırmamalı. Kurgulamaktan kaçmak gerekiyor. Kurgu modernizmin en tehlikeli silahlarından biridir. Cami mümkünse tasarlanmamalıdır. İnşa edecekler kendilerini geri çekmeli ve olması gerekenin ortaya çıkmasına izin vermelidirler. Ve bu durum bütün mimari ve hayat için de geçerlidir aslında.

İnsan düşünen bir varlıktır, yaptığı her işi de planlar; önceden düşünülmeden iş yapmak iyi sonuçlar doğurmaz; bu, açık ancak “tasarlamamak” derken bahsettiğim, günümüzde tasarım kelimesinin yüklendiği manadır. Özellikle mimaride tasarlamak; işlevleri, neyin nerede ne zaman yapılacağı yani hayatı, yapının vereceği mesajı, mekânın kullanıcıya ne hissettireceği gibi meseleler hâline gelmiş durumda. Bu tahakküm doğru değil. Mekân sonsuzluğun bir parçası olarak var olmalıdır, yeryüzü nasıl ki İslam’a göre sonsuz bir mescitse, mekânlar da onun devamı olmalıdır. Geleneksel mimarimiz böyle şekillenmiştir. Her mekân birçok işleve ve zamansallığa açık biçimde oluşmuştur.

Yukarıda estetiğin başat bir gereklilik olmadığından bahsetmiştim. Yine burada da “estetiğin” günümüzdeki anlamıyla sorunlu olduğumu belirtmem gerekiyor. Yapıları estetik yapmayalım, demiyorum; aksine şunu biliyorum ki fıtri olan zaten güzeldir. Hem zanaatların yeniden canlandırılması da düşünüldüğünde hangi gerçek zanaatkâr işini çirkin yapar ki? Gerçek bir ustanın ufak tefek hataları bile yaptığı işe güzellik katarken, bugünün estetik anlayışı hiç hakikat ile yarışabilir mi?

Bütün bunların sonunda denilebilir ki, belki de cami mimarisini bu kadar önemsememiz, konuşmamız ve tartışmamız aslında bir tür gerçeğe değme beklentisi, doğruyu arama çabası ve arzusundan kaynaklanıyor. Hem insan olarak hem de toplum olarak bu kadar imkâna, teknolojik aletlere, güzel yemeklere ve konfora rağmen bir şeylerin eksik olduğunun farkındayız ancak onu net olarak tanımlayamıyoruz. Hakikati camide arıyoruz, ayakkabılarımızı çıkarıp, yitirilmişlikleri cami kapısının arkasında bırakıp, temiz harimde yürümek, alnımızı, yakamızı bir an olsun bırakmayan dış etkenlerden uzak bir mekânda ve başka alınların her gün binlerce kez değdiği yere değdirmek, sonra kalkıp hemen her şeyin görüntüden ibaret olduğu günümüzde, gerçek bir duvara yaslanmak ve başarılırsa bir an olsun özgür kalmak, eskiye dair kaybedilenleri yâd etmek ve hatta hiç karşılaşılmamışları, çağın doğrusunu, yeniyi bulmak istiyoruz. Bu haklı bir beklenti, ancak bir gün dış dünya ile cami arasındaki keskin fark azalmayacaksa ve aynı kapıdan geri çıkıldığında hakikat bir boşluğun içine terk edilecekse, cami bir konferans salonu, AVM ya da müze gibi işlevin ve zamanın donduğu bir binadan, tapınaktan ibaret olacaksa bütün arayışlar sert bir bitişe çarpabilir. Gereken, iç dünyamızdaki camiyi, evi güzelleştirmek sonra da bu güzeli dış dünya ile buluşturmak... İşte bu çaba ve süreç, emin olun, bitmiş bir binadan daha güzel ve tamir edicidir.