Bir yerimiz ağrıdığında...
Bir inleme... Bilgisayarın önündeki ofis koltuğumda ileri geri güç bela kıvranıyorum, sırtım ağrıyor. Ağrı üzerine çalışmalar yapan filozof ve bilişsel bilimci Kevin Reuter ile online randevum ise yakında. O, ekranda belirdiğinde daha rahat bir pozisyon bulmaya çalışıyorum. Selamlamadan sonra en son ne zaman ağrı çektiğini soruyorum. Reuter fazla düşünmüyor. Gülerek küçük çocuklarından ve sürekli geride bıraktıkları karışıklıktan bahsediyor. İki günde bir yerde duran bir Lego parçası fena şekilde ayağına batıyormuş. Ancak, bunun dışında hiçbir şikâyeti olmadığını söylüyor. Araştırma alanını sorduğumda ise ağrının bir araştırmacı olarak onu ilgilendirdiğini, hakkında nasıl düşündüğümüzü ve konuştuğumuzu ve ağrı hakkında nasıl bir anlayışa sahip olduğumuzu bilmek istediğini belirtiyor.
Elbette bunu bir filozof için alışılmadık bir yolla yapıyor. Biliyorsunuz ki geleneksel felsefe, bulgularını sıkı düşünme yoluyla geliştirir. Ancak Reuter’a tek başına düşünmesi yeterli gelmemiş ve meselenin pratik sonuçlarını da görmek istemiş. Bu nedenle bir süredir insanlara soru sorarak, “proband”larla deneyler yapıyor, istatistikleri derliyor ve verileri derinlemesine inceliyor. Sohbetimiz esnasında da “Deneysel felsefe, geleneksel yaklaşımları tamamlamayı ve ampirik çalışmalarla felsefi kuram oluşumunu desteklemeyi amaçlamaktadır” diyor. O sebeple tezler ve kavramlar günlük anlayışımızla karşılaştırılmalıdır – örneğin ağrı konusunda.
Görüşme sırasında yanlış kanılar
Reuter, “Bizim ağrı anlayışımızın hâlâ oldukça kafa karıştırıcı” ifadelerini kullanıyor. Ona göre çoğu zaman ağrı hakkında konuştuğumuzda ne demek istediğimiz netleşmiyor. Neresi acıyor? Örneğin sırtım. Ama ağrı sahiden orada mı yoksa vücutta mı? Eğer ağrıyı hissetmezsem, ortadan kaybolmuş mu olur? Bazı filozoflar, ağrının yalnızca bilinçli olarak algılandığında var olduğunu düşünüyor. Yani onlara göre ağrı beynimizde vuku bulur. Tıp doktrinine göre de ağrıyı zihinsel bir durum olarak tanımlar. Ancak örneğin bir muayene sırasında hasta vücudunun bir bölgesine, örneğin sırtına işaret eder. İşte, Reuter’i ilgilendiren tam da bu çelişki.
Uzmanlar, pek çok sıradan insanın anlayışına uymayan bir ağrı kavramıyla çalışıyor. Hemşire ve doktor adayları, ağrının karmaşık bir duyusal algı olduğunu öğreniyorlar. Dünya ağrı birliği olan Uluslararası Ağrı Araştırmaları Derneği bile ağrıyı “rahatsızlık veren bir algı ve his deneyimi” olarak beyinde meydana gelen bir şey olarak tanımlıyor. Kevin Reuter, “Kişiler genellikle ağrıları hakkında çok farklı konuşurlar” diyor. Aslında, öznel bir algı olduğundan dolayı diğerlerinin acısını değerlendirmek oldukça zor bir iş. Ağrı paylaşılamaz çünkü sadece biz kendi bedenimize bağlıyız. Bu nedenle, ağrının tam olarak nerede olduğu hakkında konuşmak, sürekli olarak yanlış anlamalara, kötü ihtimalle yanlış teşhislere, yanlış tedavilere yol açar. Zürih Üniversitesi’nde yakın zamanda kurulan “Dil ve Tıp Mükemmellik Merkezi”-nin bir üyesi de olan Reuter, “Bir yerimiz acıdığında bunun hakkında nasıl konuştuğumuzu bilmek önemli” diyor.
Acıyı hissetmek veya çekmek?
Reuter, anketler ve testlerle büyüleyici ağrı kavramını ortaya çıkarmak istediğini de söylüyor. Bu amaçla belirli sözcük grupları için Çağdaş Amerikan İngilizcesi Derlemi (COCA) gibi devasa dijital metin koleksiyonlarını derinlemesine inceleyerek ve bunları analiz ediyor. Örneğin, insanların ağrı hissetmekten veya ağrı çekmekten bahsettiği durumlarla ilgileniyor. Bu durumlardan, ikincisinin gerçekten insanların bir yeri acıdığında söylediği şey olduğunu noktasına yoğunlaştığını da belirtelim. Ağrının daha az bir şekilde kendini hissettirdiğinde bunun tam tersi olarak ağrının daha fazla hissedildiği söylenir. Reuter bu durumu “Bu, renkler veya kokular gibi ağrıyı zihnin dışında konumlandırdığımıza işaret eder” diye açıklıyor.
Bilim, ağrının zihinsel bir duygu deneyimi olduğunu varsayıyor ve bu da ağrının yalnızca bilinçli olarak algılandığında var olduğu anlamına geliyor. Reuter’a göre bu nedenle hissedilmeyen bir acı olamaz. Reuter bu noktada ekibiyle yaptığı deneyde deneklere, bir askerin savaşta yaralandığı ancak savaş sırasında hiçbir acı belirtisi göstermediği bir durumu betimlediklerini anlatıyor. Özetle bu deneyde probandlara askerin acı çekip çekmediği ya da savaş durumunda bunu sadece hissedip hissetmediği sorulmuş. Katılımcıların çoğu, şu anda hissetmese bile askerin çok fazla acı çektiğini düşünmüş. Yani hissedilmeyen ağrıların bu denekler için mümkün olduğu belirlenmiş. Peki bir hastaya ağrı kesici verildiğinde şiddetli rahatsızlıkların ortadan kalkması mümkün olur mu? Probandların yüzde 30 ila 40’a göre böyle bir durumda ağrı aslında geçmiştir, ancak çoğunluk için hissedilmese bile ağrı orada kalır. Bu deneyin sonuçları aktaran filozof şimdi de hangi faktörlerin hastaların bu kadar farklı fikirlere sahip olmasına yol açtığını bulmak için araştırmalar yapmak istediğini söylüyor.
Kevin Reuter ile bunları konuşurken sırtımdaki saplanmayı unuttuğumu fark ettim. Aynı denekler gibi ben de hâlâ orada olduğunu düşünüyorum, sadece bir an için fark etmemişim. Peki ruhun acı çekmesini nasıl algılıyoruz, araştırmacımıza bunu soruyorum. Tabii burada aşk acısından da bahsediyoruz. Terk edildiğimizde canımız acır ya da biri bizi kelimelerle incittiğinde bu acıya neden olabilir. Yani duygusal acı gerçek acı mıdır? Reuter deneyde bunu da deneklere sorduğunu ancak bu konu da net bir belirti olmadığını söylüyor. Katılımcıların yarısından fazlası duygusal acıyı sadece mecazi olarak anlamış, diğer yarısı için ise duygusal acı fiziksel ağrı kadar ağrıymış.
Dengesizlikteki vücut sıvıları ve ağrı
- Uzun bir süre, daha doğrusu antik çağlardan 19. yüzyıla kadar tıp, farklı bir ağrı anlayışına sahipti. Hipokrat çevresinde kurulan ve Galen tarafından daha da geliştirilen Humoral Patoloji Teorisi’nde, hastalıkların vücut sıvılarının dengesizliğinden kaynaklandığına inanılıyordu.
Buna göre tekrar sağlıklı olabilmek için dört sıvıyı (kara safra, sarı safra, kan ve balgamı) dengelemek gerekiyordu. Tedaviler de tam tersiyle, yani şiddetli bir sıcak, soğukla gerçekleştiriliyordu.
Reuter, 19. yüzyılda modern patolojinin yükselişiyle humoral patoloji öğretimininin bastırıldığını ve ağrının fiziksel değil aksine zihinsel bir durum olduğu teorisinin ortaya çıktığını anlatıyor. Bunun nedeni tıbbî teşhiste kullanılan aletlerin artık çok daha gelişmiş olması. Bugün vücutta ve beyinde neler olup bittiği giderek daha kesin bir şekilde incelenebiliyor. Tam da bu nedenle artık ağrının artık tanımlanabilir bir nedeni, bir “yeri” olması gerekiyor. Eğer ağrı somut ve görsel olarak gözlemlenebilir lezyonlarda, röntgen filmlerinde veya başka bir şekilde tespit edilemiyorsa öznel bir şey olduğu varsayılıyor ve tamamen hastanın bilincinde olması gerektiği düşünülüyor. Bu da hastalar ve sağlık personeli arasındaki ağrı anlayışındaki tutarsızlığı arttırıyor.
Peki acının ne olduğu konusunda hemfikir olmamız gerçekten bu kadar önemli mi? Kevin Reuter’a göre önemli... Filozof, uzmanlar ve sıradan insanların ağrı konusundaki iletişiminin kesinlikle geliştirilmesi gerektiğini belirtiyor. En azından yanlış anlaşılmaları fark etmek ve benzer durumları farklı bir şekilde ele alabilmek için konuyu daha duyarlı hâle getirmek gerekiyor. Bu nedenle Reuter, tıp uzmanlarına ve hasta bakım personeline konferanslar verdiğini belirtiyor. Tabii bu konuda daha fazla deney yapmayı planladığını vurgulayarak... Son olarak da kronik hastalarda ağrı anlayışının sağlıklı insanlardan nasıl ayrıldığını öğrenmek istediğini söylüyor. Peki benim sırt ağrım? Tamamen unutmuştum bile.